10 Ekim 2007 Çarşamba

KLASİK BATI MÜZİĞİNDE BİREYSEL GELİŞİM, ULUSAL MÜZİK ANLAYIŞI VE EVRENSELLEŞME

1. GİRİŞ :

Çeşitli gazete ve dergilerde yazıldığı üzere, 45 yıldır amatör bir anlayışla klasik batı müziğiyle ilgilendiğim, birçok müzikseverin malumudur.

Emekli olduktan sonra, müzik ile ilgili kitapları daha detaylı okuma ve inceleme imkanı buldum. Bu meyanda okurken aldığım notları derleyerek konu ile ilgileneceğini ümit ettiğim müzik dostlarının bilgi ve istifadesine sunmak, onlarla bu bilgileri paylaşmak ihtiyacı hissettim.

Ancak; makaleyi yazarken konunun uzmanlarının yanında haddini aşan bir amatör olarak yazmamın uygun olup olmayacağını da çok düşündüm.

Amatör de olsa 45 yılını müzik ile yaşamış ve gönül vermiş bir dinleyici penceresinden (müzikte bireysel gelişim, ulusal müzik anlayışı ve evrensel müzik) konuların nasıl görüldüğünü yazmaya karar verdim.

Yararlı olması temennisi ile, bilgi ve duygularımı sizlerle paylaşmak istedim.

İnsanların, toplumların, daha açık bir ifade ile ulusların tarih sahnesinde var olmalarının kuşkusuz temel şartı; dil birliği, ulusal bilinç ve kültürdür. Müzik, kültür birliğinin temel unsurudur, amal-gamıdır. İnsan ruhunu direkt etkilemesi itibarıyla müzik her şeyin özü ve öncüsüdür. Ondaki yozlaşma bütün toplumsal yaşamı etkiler.

İnsanlık tarihinde bütün kültürel hareketler, bireyler ve onların ortak çabası ile gelişmiştir. Toplumsal faaliyetler derinliğine analiz edildiğinde, demokrasi ile çok sesli müzik arasında anlamlı bir ilişki kurmamız mümkündür. Çünkü çok sesli müzik ile düşünceye dinamizm kazandırılmıştır. Çok sesli müziğin geniş halk kitleleri arasında benimsenmesi ancak insan haklarına saygı ile mümkün olabilmiştir.

Her alanda olduğu gibi, dünya müzik tarihine de iki eğilim egemendir. Bir taraftan geleneksel, mevcut değerleri savunan düşünce; diğer taraftan yeni kurallar ve normlar getiren yenilikçi düşünce. Bu iki düşünce de kuşkusuz geçerlidir. Çünkü bu bir süreci ifade eder ve biri diğerinin varlık nedenidir.

Türkiye’nin cumhuriyet öncesinden başlayan çok sesli müzik arayışları, içinde bulunulan zaman ve şartlara göre, farklı bir yapı göstermiştir. Bugün özgür akla ve bilimsel bilgiye sahip ve saygılı olanlar, ihtiyaç duyulan bireysel şuur ve ulusal düşünceye ve nihayet evrimsel değerlere sahip sanatçı, yorumcu olabilmektedir.

Bir müzik yeteneğinin şekillenmesinde bireysel bilinç kuşkusuz çok önemlidir. Bireyselleşme, bilinçlenme ile oluşur. Bilinçlenme ise; insan aklının ve insan olma onurunun vicdanlarda gelişmesi, yücelmesi ve özgürleşmesidir.

ATATÜRK çok sesli müziğin bir topluma nasıl dinamizm getirebileceğini, Balkan Savaşındaki yenilgiyi, operanın olmayışına indirgeyecek ölçüde biliyor, bu yüzden de müzik devrimini, yaptığı bütün devrimlerin özü sayıyordu. (Bu konunun detaylarını müteakip bölümlerde açıklıyorum.)

2. ULUSAL MÜZİĞİMİZİN SAĞLAM BİR ZEMİNDE GELİŞMESİ

1945 yılında Almanya teslim olduktan sonra bir Amerikalı generalin “Bütün kentleriniz yerle bir oldu, şimdi ne yapacaksınız?” tarzı sorusuna Adenavor “Goethe ve Beethoven ile ayakta kalacağız” yanıtını vermişti.

Kuşkusuz ulusları yaratan, geliştiren alnında ilk önce ışığı gören ve halkına önderlik eden, sanatçılardır. Kendi tarihimizi özellikle yakın geçmişimizi bu açıdan sorgulamak mecburiyetinde olduğumuzu herkes kabul edecektir.

Ünlü Finli besteci Jean Sibelius gelenekçi bir uslup içinde çalışmalarını sürdürmüş ancak Rus işgali altındaki Finlandiya’nın bağımsızlık savaşında başta “Finlandiya” isimli senfonik şiiri olmak üzere vatanseverlik duygularını coşturan birçok eseri ile anlamlı katkı ve hizmetlerde bulunmuştur. Finlilerin “Sibelius”u sevdiği, onunla gurur duyduğu gibi bizim de müziğimize özel ve anlamlı değerler kazandıran ve “Türk Beşlileri” olarak anılan insanlarımıza sahip çıkmamız, onların eserlerini ulusumuza tanıtmamız ve sevdirmemiz hayatî önemde bir konudur. Bu konuda çok ciddi çalışmalar yapan yorumcularımızı sevgi ve takdir duygularımla anmak istiyorum. (Tarafımdan bilinen bu değerli yorumcularımızı bir ayırım yapmamak için ismen yazmıyorum.)

Rusya’nın, Napolyon’a karşı verdiği savaşlar, Rusya’da yurtseverliğin doğmasına, ulusal bilincin gelişmesine ve buna bağlı olarak hem edebiyat, hem de müzikte dev yazar ve kompozitörlerin yetişmesine neden olmuştur.

Diğer taraftan, Napolyon’a savaşlarda yenik düşen Avrupalı ulusların benliklerinde uyanan toplumsal bilincin etkisiyle, her besteci kendi ulusunun müzikal duygu ve anlayışını ifade eden eserler yaratmışlardır.

Smetana, Chopin Grieg gibi bu konuda örnek gösterilebilecek birçok besteci vardır. Özellikle Şostokoviç 1941’de Nazilerin Leningrad’ı kuşattıkları sırada bestelediği 7nci senfoniyle yurtseverliğin sembolü olmuş ve halkına moral vermiştir.

Muhakkak ki, bu besteciler, kendi halk türkülerinden ve danslarından yola çıkarak ulusal coşku ve toplumsal duyguların coştuğu dönemlerde, bugün büyük bir beğeni ile dinlediğimiz eserleri yazmışlardır.

Bugün içinde bulunduğumuz şartlar tahlil edilirse ulusal değerlerden ve folklorik zenginliklerimizden yola çıkarak, ulusal duruşumuzu ve güzelliklerimizi evrensel bir çerçeveye oturtmamızın mümkün olabileceğini söyleyebiliriz. Bu değerleri gönlünde hisseden ve bunları küresel anlamda değerlendiren birçok sanatçımız ve yorumcumuz var. Onları içtenlikle kutluyorum. Ancak bu çalışmaların yeterli olmadığını daha derin daha önemli çalışmalar ile çağdaş dünyanın aranan ve vazgeçilmez bir üyesi olabileceğimize olan inancımı özellikle belirtmek istiyorum.

Yöresel ve bölgesel nitelik ve değerler ile başlayan çok sesli müzik çalışmaları, başka ülkelerde , istek ve arzu ile dinlenebiliyor ise, o eser kendi folklorik anlatımının üstünde bir renk kazanmıştır. Daha açık bir ifade ile evrenselleşebiliyor demektir.

Bugün klasik batı müziği olarak dinlediğimiz müzik modlarının, ilk çağdan itibaren başta Anadolu olmak üzere, Mezopotamya’da yaşayan halklardan kaynaklandığını birçok bilimsel eserden öğreniyoruz.

Atatürk; müzik devrimini, bir ulusun değişiminin temeli kabul ederdi. Atatürk 1934 yılında “Bir ulusun değişim ölçüsü, musikî değişikliğine, Türk ulusal musikîsini geliştirip evrensel müzikteki yerini alması ile mümkündür.” demekle bu konuda da anlamlı bir hedef göstermiştir.

Dünyanın birçok ülkesindeki önemli besteciler, kendi ulusunun halk şarkılarını alıp çok sesli olarak seslendirmiş ve kendi özüne uygun bir değer yaratmıştır. Ancak Anadolu’daki ulusal deyiş ve söyleyişlerin yeterince toplanıp değerlendirilmediğini konunun uzmanlarından öğreniyoruz.

Gerçekten bin yıl önce geldiğimiz Anadolu’nun kültürüne gerçek anlamda sahip çıktığımızı, bu topraklarda bizden önce yaşayan medeniyetlerin kültür değerlerini yeterince özümsediğimizi söylemek mümkün değildir.

Bu nedenle, güzel yurdumuzun dört bir köşesindeki çok zengin kültür değerlerini, evrensel normlarda birbirine bağlayarak ulusal bir ruh yaratmamızın mümkün olabileceğini düşünüyorum.

Oysaki; halkımız tüm yaşamını, türkü şarkı ve danslarına yansıtmıştır. Ulvi Cemal Erkin’in Köçekçe’si folklorumuzun son derece canlı ve evrensel olmuş bir eseridir. Bartok ve Ravel de kendi folklorik değerlerini evrensel müziğe bu yolla kazandırmışlardır.

3. ULUSAL MÜZİĞİN EVRENSEL NORMLARLA YORUMU

Ortaçağ sonlarına doğru İtalya’da başlayan ve gelişen çok sesli müzik içerisinde, Fransız ve Alman kompozitörler, ulusal kimliklerinin bu ölçüt ve normlara katılması yoluyla kendi özgün müziklerine ulaşmışlardır. Bugün evrensel müzik olarak kabul gören çok sesli müzik böyle gelişmiştir.

17nci yüzyılın son yirmi yılında, siyasi ve askeri alanda güçlü olan Osmanlı İmparatorluğu kültürel alanda da batıyı ciddi anlamda etkilemiştir. Bu konuda değerli müzikolog ve müzik eleştirmeni Evin İlyasoğlu Hanımefendinin 8 Ağustos 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan konu ile ilgili yazısından bir bölümü müsaadesi ile sizlere tekrar nakletmek istiyorum:

İkinci Viyana kuşatmasından sonra başta Viyana olmak üzere tüm Avrupa’da bir Türkomonya yaşanır. İspanya ve İngiltere’ye dek uzanan bu akımdan; kahveden lokuma, günlük giysilerden maskeli balolara kadar etkilenir. Yüzlerce sahne yapıtı ortaya çıkar bu etkiden. Hatta Bach’ın Kahve Kenteti‘nde bile işlenen kahve içme konusu bu etkinin uzantısıdır. 18nci yüzyılda yazılan Türk isimli yapıtlardan bazıları da böyle örneklenebilir.

G. F. Handel’in Timur Operası, Antonio Vivaldi’nin Beyazıt Operası ve Jean Philippe Rameau’nun Zarif Hindistan balesindeki nazik Türk sahnesi, J. Adolph Hasse’nin Süleyman Operası, W.C. Gluck’un Kadının Fendi, Kadıyı Yendi ve Iphigenie Kırımda adlı operaları ile F. Joseph Haydn’ın Simyacı, Beklenmeyen Karşılama ve Askeri Senfoni gibi eserleri de yukarıdaki örnekleri destekleyen yapıtlardandır.

Avrupa’da Türk müziğinin popüler olmasının başlıca öncüsü Mozart’tır. Beethoven 1812’ deki Atina harabelerinde zincire vurulmuş dervişler korosu ve semayı temsil eden danslarında Türk karakterinden esinlenirken Mozart’ın izleyicisi olmuştur. ‘’Wellington’un Zaferi’’ başlıklı senfonik yapıtının gerisindeki kahramanca ortamı yaşatmak için mehter çalgılarını kullanır. 9 ncu senfoninin finalinde doruğa tırmanan ısrarlı ritim dokusunda ise vurma çalgılarının görkemli yükselişi Türk müziğini vurgular niteliğindedir.

19 ncu yüzyıldaki “Türk” konulu opera ve balelerden bazıları şöyle sıralanabilir: Carl Maria von Weber’in Ebu Hasan Operası, G. Passini’nin İtalya’da Bir Türk Operası, II nci Mehmet Operası,G.Verdi’nin Atilla operası,G. Bizet’in Cemile Operası.

Yirminci yüzyılın başlarında ise B.Asafiev’in Bahçesaray Çeşmesi balesi, Les Fall’in İstanbul Gülü opereti ve Seymour’un Paşanın Bahçesi balesi sayılabilir.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Sofya Ateşemiliteri olarak görev yapan Mustafa Kemal’in, Bulgar ulusal operasında Carmen’i seyrettikten sonra Varna Türk Milletvekili olan dostu Şakir Zümre ile yaptığı diyalogu aynen aktarmak istiyorum:

“Balkan savaşında yenik düşmemizin sebebini daha iyi anlıyorum. Ben bu adamları çiftçi biliyordum. Halbuki adamların operaları bile var. Operada ses sanatkarları, müzisyenleri, dekoratörleri hepsi var. Hepsi yetişmiş. Opera binası da yapmışlar.”

Operanın bittiği perdenin defalarca açılıp kapandığı sahneye buketler taşındığı, artistlerin seyircinin coşkun alkışlarıyla belki yirminci defa referanslarla karşılık verdiği dakikalarda, Mustafa Kemal hâlâ durgundu. Bilahare Mustafa Kemal ve arkadaşı Splendid Palasa döndüler ve odalarına çekildiler. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra Şakir Bey kapısında Mustafa Kemal’i görür. Mustafa Kemal “uyku tutmadı biraz konuşalım” diye geldim der.

Mustafa Kemal, Carmen operasından, Bulgar operasından söz eder, çok heyecanlıdır. “Bizim ülkemizde operaya kavuşacağımız günleri görecek miyiz?” dedi. (Bu olay, Haydar Yeşilyurt’un ‘’ATATÜRK ve komşumuz BULGARİSTAN’’ isimli kitabından alınmıştır. ) Mustafa Kemal Atatürk, Balkan Savaşı yenilgisinin nedenleri arasında çok sesli müziğin önemini görüyor ve çoğu toplum bilimcileri şaşırtacak derinlemesine bir görüşle bu konuyu vurguluyordu.

Ülkelerin gelişmesinde başta müzik olmak üzere, kültürün gerçek anlamda rolü olduğu bilinmektedir. Bir ülkenin gelişimi ile (özellikle müzik alanındaki gelişimi) hakim kültür arasındaki ilişkiyi en çarpıcı şekilde anlatan Bernard Lewis, (What Went Wrong) kitabının 7nci bölümünde (Kültürel Değişimin Yönleri) batı ve doğu arasındaki kültürel iletişimin boyutlarını anlatır. Bu bölümde yazar özetle “Ortaçağda ordu bandolarının varlığından söz ederken Osmanlı ordusunda bandonun önemli bir yere sahip olduğunu çok sayıda davul ve borazandan oluştuğunu 18nci yüzyıl Türk askeri müziğinin Avrupa tarafından tanındığını ve hatta bazı Avrupalı taklitlerine ilham verdiğini” ifade etmektedir.

Yazara göre “kültürel değişim, batılılaşmadır. Kuşkusuz modernleşmenin bir parçasıdır. Ancak genel görüşe göre zaruri bir parçası değildir. Bu görüşe göre batılılaşmadan modernleşmek mümkündür. Müzikte batılılaşmanın çok iyi karşılanmadığını, Ortadoğu ve batı arasında yüzyıllardır devam eden temasa rağmen müzik alanında Avrupa kültürünün en ufak bir etkisinin görülmediği” ifade edilmektedir. “Genel olarak Ortadoğu’da batı müziğinin kabulü inanılmaz kısıtlıdır. Batılılaşmış birkaç toplum dışında bugüne kadar Ortadoğu’daki büyük uluslararası virtüoziteler dünya turne programlarında bulunmamaktadır.

Batılılaşmanın en fazla gelişim gösterdiği Türkiye’de en geniş kabulü, batı müziği gördü. Ancak bu yalnızca nüfusun çok az bir kısmına işaret eder. İsrail hariç klasik batı müziği sağır kulaklara gider”.

Yazar bu bölümün sonunu aşağıdaki çarpıcı ifadeler ile tamamlıyor.

“İnsanlık tarihinin her çağında modernlik, bazı eşanlamlı terimler, baskın ve genişleyen uygarlığın yolları, normları ve standartları anlamına gelmiştir. Her baskın uygarlık kendi modernliğini en iyi olduğu dönemde empoze etmiştir. Helenistik krallık, Roma İmp. , Ortaçağ Hıristiyanlığı ve İslamla beraber Antik Hint ve Çin Uygarlıkları gibi geniş bir alan üzerinde kendi normlarını empoze ettiler. Ve çok daha geniş yerlerde nüfuzlarını imparatorluk sınırlarının çok ötesine yaydılar. İslam bu alanda önemli gelişim gösterdi. Ancak batı uygarlığı tüm gezegeni kucaklayan bir ilkti. Bugün şimdilik Atatürk’ün fark ettiği ve Hint bilgisayar bilimcileri ve Japon ileri teknoloji şirketlerinin anladığı gibi hakim uygarlık batı uygarlığıdır ve bundan ötürü batı standartları modernliği tanımlar. Geçmişte başka hakim uygarlıklar da oldu; hiç şüphesiz gelecekte de olacak. Batı uygarlığı birçok eski modernliği kapsar; Diğer kültürlerin etkisi ile zenginleşen batı kültürü de mirasını diğer kültürlere bırakacaktır.”

Bu tespit ışığında yapılacak olan değerlendirmeyi okurlarımızın takdir ve sağduyularına bırakıyorum.

Osmanlının son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarındaki çok sesli müzik çalışmalarına temas ederek bu bölümü tamamlamak istiyorum.

Giuseppe Donizetti’nin Türkiye’ye gelişi ve ‘’hamparsum’’ notasından bugün kullanılan notaya geçilmesi ile başlayan çok sesli müziğe yönelişimiz 19ncu yy.da Osmanlı sarayında başlamıştır.

Abdülmecit dönemindeki Muzika Meşkhanesi dönemin konservatuarı gibi hizmet vermiştir. Franz Liszt bu dönemde İstanbul’a gelmiştir.

Ulusal anlayış dışında ancak çağdaş ve batı tarzı ve batı armonileri kullanılarak birçok eser yazılmış ve icra edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Mızıka-i Hümayun’un Almanya konserlerini bazı dokümanlardan öğreniyoruz.

Abdülaziz’in bu tarz müziğe pek fazla ilgi duymadığını biliyoruz. Ancak V nci Murat’ın piyano için yazdığı polka, mazurka, vals tarzı muhtelif besteleri vardır. Özellikle Abdülhamit döneminde Guatelli Paşanın yönlendirmesi ile bu anlamda çok önemli gelişmeler olmuştur. Türk müzik kültürü, cumhuriyetimizin kuruluşu ile yeni bir sürece girmiştir. Bu sürecin özünde ulusallık, yönetimde çağdaşlık, niteliğinde evrensellik vardır. Bu bir Türk müzik devrimidir. Bu devrimin mimarı kuşkusuz, Türk beşlileridir ve ayrı bir ekoldür.

Müzik alanında ulusalcı olmak ve çağdaşlaşmak, cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün ortaya koyduğu birbirini tamamlayan iki kültür ilkesidir.

Adnan Saygun gibi birçok bestecimiz halk müziğinden hareketle ulusal müziğin yaratılması çalışmalarına başlamıştır. (Bu arada Ferit Alnar’ın makamsal çok sesli müzik çalışmalarını da burada zikretmeden geçmek istemiyorum.) Ancak bu arada müzikte ulusallık yerine evrensellikten yana olanlar, halk müziği modasının geçtiğini, ulusal müzik yerine uluslar arası müziğin ön plana çıkması lazım geldiğini savunmuşlardır.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bu fikir mücadelesinin günümüze ne şekilde yansıdığını okurların takdirine bırakıyorum.

Ancak ulusal ve çağdaş Türk müziğinin gelişmesini sağlayan başta ilk kuşak bestecilerimiz olmak üzere, bugün yaşayan bestecilerimizi saygı ve takdirle anıyoruz.

4. SONUÇ:

1935 yılında ülkemizde incelemeler yapan Hindemith’in o zamanki hükümete tavsiyesi Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası’nın (CSO) yılda on iki program hazırlaması, önce seçkinlere, ardından da açıklamalı olarak halka konser vermesi; ayrıca, orkestranın Ankara çevresinde çeşitli dinleti programları düzenlemesi istikametinde idi. Oysaki bugün geldiğimiz noktada birçok orkestra, opera ve bale sanatçımız yurdumuzun dört bir köşesinde halkımız ile buluşmakta ve ciddi manada bir kültür hizmeti verilmektedir.

Ayrıca yurt dışı turneler ile de çok ciddi bir tanıtım hizmeti gerçekleştirilmektedir.

Son dönemde gerçekleştirilen çeşitli festivaller ve orkestralarımızın Türk bestecilerine programlarında daha çok yer vermeleri, bizleri ümitlendirmekte ve gururlandırmaktadır.

Kuşkusuz, temennimiz bu özgün eserlerin dünyanın her ülkesinde çalınması ve kültürümüzün yayılmasıdır. Dünya müziğine katkıda bulunan bestecilerimizin artması en halisane temennimizdir. Çünkü çağdaş çok sesli Türk müziğinin evrensel müziğe katkısı nispetinde kendimizi tanıtma imkanı bulacağız. Bu konuda gururla izlediğimiz müstesna yeteneklere sahip yorumcularımızı şükran ve saygı duygularımla anmak isterim.

Şurası muhakkak ki; yalnız geçmişte yaratılan yapıtlarla beslenmeye devam edemeyiz. Yeniden üretmeden sadece mevcutları değerlendirerek, geleceğe ümitle bakamayız. Gelişmiş ekonomiler yeni eserlerin oluşmasına imkan sağlayarak, gelecek nesillere kültür mirasını aktarabilirler. Bizlerin de gelecek kuşaklarımıza yeni eserler kazandırmamız, yaratıcı ve ulusal değerlere sahip insanlarımıza yapacakları çalışmalarda yardımcı olmamız fevkalade önemlidir.

Klasik müziğimize hizmet eden insanlarımızın anılarının yaşatılması, hayatta olanların ödüllendirilmesinin önemini özellikle vurgulamak istiyorum. Türk bestecilerin eserlerine zaman zaman yer veren CRR orkestrası 25 Ekim 2004 günü Cumhuriyet haftası etkinlikleri ile birlikte, Onuncu yıl marşımızın bestecisi Cemal Reşit Rey’in 100 üncü doğum yılı anma gecesine katıldım. Gecede sayın Sezgin’inde ifade ettiği gibi, “Ulusal eserlere nitelik kazandırmada, çağdaş müzik kültürünün ortak tekniğinden yararlanmada üstünlük sağlamış ve birçok özellikleri kişiliğinde toplamış müzik dünyamızın ilk ulusal Türk bestecisi merhum Cemal Reşit Rey’in özgün eserlerinin mükemmel yorumu öncesinde bestecinin sanatsal özelliklerini konu alan konuşmalar yapıldı.

Bu meyanda sayın Halit Refiğ’in üstadın otuz yıl çalışarak en muhteşem eserim dediği “ Çelebi ” operasının hiç çalınmadan notalarının kayıp olduğunu üzülerek öğrendim.(İki aryası ve Şef partisyonu hariç.) Değerli hocam Yalçın Turan’ın üstadı eserlerindeki melodi zenginliği ve üstün teknik özelliklerini açıklayan konuşmalarından sonra sayın Özen Sezgin’in özenle hazırlanmış konuşmasının son bölümünü kendi ifadeleri ile sizlere nakletmek ve yetkililerin ilgisine sunmak istiyorum. “ Çok sesli müziğin öncü eserleri olan eserleri acaba şimdi nerede? Bir göz atalım. Bakanlıklarda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi şehir tiyatrolarında, Ankara ve İstanbul operalarında, Cumhurbaşkanlığı, İstanbul devlet senfoni orkestrasında, özel tiyatrolarda, TRT kurumunda, İstanbul ve Ankara konservatuarlarında, İstanbul Filarmoni derneğinde, bazı kişi ve varislerin elinde. Fransa’da Avusturya’da ve bu arada Amerika’da kaybolanlar da var. Bu durum sadece Cemal Reşit Rey’in eserleri için söz konusu olmayıp Saygun, Anlar, Erkin, Tarcan, Tüzün ve diğer besteciler içinde aynıdır.Ülkemizde Besteciler Birliği, Nota Yazım Kurumu, Edisyon kurumları bulunmadığı ve kurumsallaşmadığı için bu tablo üzüntü verici ve düşündürücüdür. Neyin nerede olduğunu bir bilenin olduğunu sanmıyorum.”

Bilindiği üzere en doğal müzik enstrümanı, insan sesidir. Bu nedenle çok sesli müziğin en ekonomik yoldan yaygınlaştırılmasında korolarımızdan istifade edilmesi, yeni korolar kurulması, (okul içi ve okul dışında) çok sesli müzik kültürümüzün gelişmesine yardımcı olabilir. Özellikle, bu çalışmalarda Türk bestecilerinin eserlerine ağırlıkla yer verilmelidir.

Kuşkusuz en önemli konulardan biri de mevcut orkestralarımızın çağdaş değerlere uygun bir ekipman ile hizmet vermelerine imkan sağlanmasıdır.

Çok sesli müziği Anadolu’ya götürmek kadar müstesna yetenekleri de çıkarıp yetiştirmek ve bunları ülkemize ve Dünyaya kazandırmak da en önemli ve anlamlı bir görevdir. Bu konuda ciddi gayretler gösteren sanatçılarımız, yorumcularımız var. Ancak bütün bunlar ferdi anlamda gelişmektedir. Kanaatimce kurumsallaşmadan başarılı olamayız.

Bilgi alanımın dışında, ancak ilgi alanımın içinde olan müzik konusundaki bu ilk çalışmamı birkaç tavsiye ile tamamlamak istiyorum.

Müzik kurumlarımızı siyasetin tam güdümünden uzak tutarak, özerk kurumlar eliyle müziğimize yön ve destek verilmelidir.

Çünkü bugünkü müzik politikamız yalnız devletin yönlendirebileceği bir konu, bir sorun olmaktan çıkmıştır.

Avrupa Birliği kültür ve sanat politikalarının temelinde biraz önce ifade ettiğim “Özerk bir sanat kurumu” fikri yatmaktadır. Bu nedenle böyle bir kurumun çalışmalarına süratle başlanmalıdır.

Müziği siyasetin güdümünden çıkarırken, sponsor olarak destek veren sermayenin de kontrolüne girmesi kesinlikle önlenmelidir.

Burada değerli müzikolog ve müzik eleştirmeni Evin İLYASOĞLU Hanımefendinin bir önerisini kendi müsaadeleri ile yinelemek istiyorum: “Batıdaki Türk Müziğini konu alan senfonik yapıtlar, operalar ve konçertolar, ünlü yorumcularımızın katılımı ile, kendimizi ifade etmemize imkan verebilir.”

Müzik dili ile konuşmanın mükemmelliğini uzun yıllar müzik içinde yaşamış biri olarak, müziğin aslında bir duygu paylaşımı olduğunu, ancak uzun yıllar sonra idrak ettiğimi ifade etmek istiyorum.

Sonuç olarak; müziğin insan hayatına bir anlam kazandırdığını, zenginleştirdiğini bilmek, bu amaç uğrunda çalışmak mecburiyetindeyiz.

En derin saygılarımla.

Aytaç Yalman