8 Mayıs 2007 Salı

Türkiye’deki Toplumsal Değişimin Analizi

Yaşadığımız sosyo-kültürel değişim konusuna geçmeden önce ülkemizin içinde bulunduğu iç ve dış sorunları kısaca hatırlatmakta yarar görüyorum.

Ülkemiz Cumhuriyet tarihimizin en sorunlu ve talihsiz bir dönemden geçiyor. Emperyalist dayatmalar sonucu;

DIŞ POLİTİKADAKİ GÖRÜNÜM;

• AB konusunda sürdürülen tavizkar politikalar sonucu içinde yaşadığımız süreçte kabulü çok zor dayatmalar.
• Genişletilmiş Orta Doğu projesine katkı sağlamamız ile ilgili ciddi problemler.
• Kıbrıs konusunda aldatılmışlık duygusu.
• Ulusal gururumuzu zedeleyen Irak politikasındaki isabetsizlik,
• İç bünyemizdeki derin fikir ayrılıkları
• Kırsal kesimde terör, şehirlerde sivil itaatsizlik toplumsal yapımızı hassas bir noktaya getirmiş; milli çıkarlarımız ciddi anlamda tehlikeye sokulmuştur.

İÇ YAPIMIZDAKİ DURUMA GELİNCE;

• Ağır borç yükü altındaki ülkemiz, siyasi ve ekonomik güdüm altına alınmış,
• Finans, endüstri kurumları, doğal kaynaklarımız yabancılara devredilerek yeni dünya düzenine bağımlı hale getirilmiş,
• Toplum seküler yapıdan İslami yaşam tarzına, düşünce toplumundan inanç toplumuna doğru yönlendirilmiş,
• Dolayısı ile toplum demokrasi ekseninden İslami eksene kaydırılmıştır,
• Din, kişisel çıkar, politik araç ve ticaret metaı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
• Etnik milliyetçilik konusunda ise, terörün kapsamın genişlediğini, verilen kültürel hakların yeterli olmadığını ve dolayısı ile bölge halkını giderek kaybetmeye başladığımızı görüyoruz.

İç ve dış yapımızdaki bu görünümün, sosyal yapımıza olan etkisini ve sosyal yapımızdaki değişimin boyutlarını anlamaya ve anlatmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum;

Toplumdaki sosyal, siyasi ve ekonomik faaliyetleri içi boşaltılmış kavramlardan ve jargonlardan uzak, gerçek boyutları ile anlayabilmek, kuşkusuz bilimin yol göstericiliği sayesinde mümkün görülmektedir. Bu amaçla, yaşadığımız kaotik ortamdaki değişim ve dönüşümü anlayabilmek için olayları kin, nefret ve husumete dönüştürmeden, kavga ortamı dışında anlamaya ve çözümlemeye çalışmalıyız.

Bu amaçla; içinde yaşadığımız ortamı bilimin filtresinden geçirmek ihtiyacını duyuyoruz. Ruth A. Wallace, Alison Wolf’un “Çağdaş sosyoloji kurumları klasik geleceğin geliştirilmesi” ile Prof. Rene’ König’in “Günümüz Sosyolojisi” isimli kitaplarının bu çalışmamızda gerçek bir rehber olduğunu ifade etmek istiyorum. Kitapları okuduktan sonra bilimin ışığında yaşadıklarımızın bir sentezini yapmaya çalıştım. Kuşkusuz bu çalışma, duyarlı bir vatandaş hassasiyetini yansıtmaktadır. Daha kapsamlı ve her seviyedeki vatandaşın anlayabileceği değerlendirmeleri ve toplumsal gerçekliğin bütün yönlerini bilim adamlarımızdan bekliyoruz.

İç bünyemizdeki sosyal ağırlıklı problemleri ayrı ayrı “Çağdaş Sosyoloji Kuramları” ışığında tahlil etmeden önce bilimsel veriler ile yaşanan problemler arasında genel bir değerlendirme yapmak sureti ile konuya açıklık getirmeye çalışacağız.

Bugün çevremizde görüleceği üzere; ekonomi ve teknik alandaki değişimler aile ve hukuk alanında yaşanan değişimlerden daha hızlı olmaktadır. Toplum, özellikle aile sosyolojisinde asıl sorunun toplum ve ailedeki gelişmelerin, genel ekonomik gelişmelerin çok gerisinde kalmasından kaynaklandığını söylemek mümkündür.

Jakob Sulser’in işaret ettiği gibi; Sosyal değişimi tahmin etmek için “Şimdiki zamanın şümulsüz bir nokta olmadığını” görmemiz gerekmektedir. Yazar bu kavrama “Geçiş dağılımı adını” veriyor. Daha açık bir ifade ile, içinde yaşadığımız dönemin tahlilinde sınırların dar bir alana sıkışmaması bilimsel gerçeğini görüyoruz.

İletişim araçlarının çok gelişmiş olmasına rağmen modern toplumlarda sosyal süreç içinde sürekli olarak ortaya çıkan problemleri ani davranışlarla ortadan kaldırmak mümkün görülmemektedir.

Amerikalı Harry Elmer Barnes günümüz kültür krizinin asıl sebebinin teknik, ekonomi ve sosyo-kültürel uyum arasındaki büyük gecikmede aranması gerektiğini savunmaktadır, “Tarihte hiçbir zaman teknoloji ile sosyal kurumlar arasında bu günkü kadar bir uçurum görülmemiştir”

Modern toplumların kaosa sürüklenmesi istenmiyorsa her toplum yaşadığımız sosyo-kültürel konularda mutlaka bilinçlendirilmelidir.

Hukukun üstünlüğüne dayalı bir düzenin tesisinde en önemli unsur, sistemin kendi içinde istikrarlı olmasıdır. Böylece farklı kültürler, mevcut düzen ile sosyal sürecin uğradığı değişim arasında köprü olma vasfını sürdürürler.

Yeni sosyal gelişim öğretisinin ortaya koyduğu en önemli gerçek; gelenek, görenek, hukuk düzenleri ve sosyal - ahlaki temel düşünceler arasında sağlam bir temelin kurulması gerektiği hususudur.

Toplumdaki uyum; ancak değer yargılarının ve genel olarak soysal-ahlaki temel düşüncelerin şimdiki zaman gerekliliği bazında, kapsamlı bir kültürel eleştiriye tabii tutularak çözümlenebilir. Dolayısıyla ortak kültürü yaratmak sureti ile, sosyal huzursuzlukları kısmen ortadan kaldırabileceğimize inanıyorum.

Belli bir süreç içerisinde ortaya çıkan değişim ve dönüşüm kalıpları, hayatın çeşitli alanlarında, kurumlar arasında problemler yaratabilmektedir, bazen değişime uğrayan bir sektör olabilir veya gelişme yönleri farklı alanlar olabilir. Bu husus gelişim ve değişimin düğümlenmesi sonucunu doğurabilir. İşte bu düğümlenmeden şiddet ve çatışma ortaya çıkabilir.

Yaşadığımız bu çatışma ortamında dikkate alınması gerekli bir önemli hususu; insan davranışlarının genel olarak düşünceden, diğer kavramlardan ve sosyal-ahlaki temel görüşlerden daha çabuk değiştiği gerçeğidir.

Yukarıda ifadeye çalıştığım, bilimsel verilerin ışığında; Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu, genel hatları ile ifade etmek gerekirse; Bu gün ülkemizde çeşitli alanlarda gerginlik ve çatışma ortamı ciddi boyutlara ulaşmıştır. Farklılıklarla bir arada yaşamak ve ortak bir kültür oluşturmak mümkün olamamıştır. Bu gün geldiğimiz bu talihsiz durumun en belirgin sebebi de, esasen farklılıklar üzerinden siyaset yaparak insanların dinsel-mezhepler ve ırksal duygularının istismar edilmesidir.Bu nedenle ülkemiz giderek bir iç çatışma sürecine doğru sürüklenmektedir. Farklı eksenler üzerinde derinleşen bu çatışma olgusu, insanlarımızı bir arada yaşama duygusunu zayıflatmaktadır.

Diğer taraftan söz konusu; toplumsal çözülmede, ekonomik alt yapının çöküşünün de önemli bir rolü olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Uzun süren enflasyonist dönemler yanında anti enflasyonist politikaların neden olduğu durgunluk ve gerileme döneminde yaşanan yaygın işsizlik ve yoksulluk toplumsal çözülmenin alt yapısını oluşturmuştur. Bu toplumsal çözülme esnasında bireyselcilik yaygınlaşmış, toplumsal düşünce ve endişeler yok sayılmaya başlanmıştır. Esasen bu konuya Çağdaş Sosyolojinin kuramlarından olan Fenomonoloji ve akılsal seçim kuramları bölümünde daha detaylı yer vereceğiz.

Bütün bu olumsuzluklara ilaveten, dış güçlerin ağır psikolojik baskısı altındaki ülkemiz psikolojik anlamda kendini savunma gücünden mahrum bırakmış, kuralsızlık topluma egemen olmaya başlamış, edilgen bir yapı oluşmuş ve kimlik erozyonu başlamış, bireyler arasında iletişimsizlik, diyalog ortamını ortadan kaldırmış ve şiddet ortamı güçlenmiştir. Kuşkusuz bütün bunlara bağlı olarak moral değerlerin yerine materyalizm egemen olmuştur. (Çağdaş Sosyoloji Kuramlarından akılsal seçim kuramı bu olguyu açıklar)

Bu çarpık gidişin sonucu olarak; toplum duyarsızlaştırılmış, tepkisizleştirilmiş, doğru ve yanlışlar birbirine karışmış ve dolayısı ile kaotik bir ortam oluşmuştur. Enformasyon kaynakları tek yönlü hale dönüşmüş, yalan haberler insanları zihniyet kargaşasına yöneltmiştir. Ayrıca; Pasif itaatkarlık ile aksiyon vermeyen bir toplum yapısı oluşmuştur.

Bu genel değerlendirmeden sonra Modern Sosyoloji Kuramının beş bakış açısını kısaca hatırlatmak ve bu kuramların ışığında toplumsal problemlerimiz konusundaki görüşlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.

Modern Sosyolojinin Kuramında beş bakış açısı tartışılmaktadır. Bunlar;

• İşlevselcilik
• Çatışma kuramı
• Simgesel etkileşimcilik
• Fenomonoloji
• Akılsal seçim kuramlarıdır

İşlevselcilik

Toplumsal ve kültürel olguların toplumsal - kültürel sistem içinde yerine getirdiği işlevlerin çözümlenmesidir. Bu görüşe göre, toplumun herhangi bir kesimindeki değişim, sistemin diğer kısımlarında bir miktar dengesizliklere ve bir ölçüde de bir bütün olarak sistemin yeniden düzenlenmesine yol açar.

İşlevsellik, toplumun birliğine ve üyelerinin paylaşmakta oldukları hususlara ağırlık verir.

Toplumu, birbirleri ile ilişkili kısımlardan oluşan bir sistem olarak görür. Toplumsal bütünleşme ve denge ile ilgilenir. Toplumun bütünleşmiş olup olmamasını çözümlemeye çalışır.

İşlevselcilikte yaklaşım; muhafazakar bir yaklaşım olarak düşünülmelidir, sistemden az çok memnun olanlar ve devamını arzu edenler bu kategori içinde düşünülebilir.

Çatışma Kuramı

Toplumun içindeki bölünme ve insanların farklı maddi çıkarlar peşinde koşmasından ileri gelen mücadele üzerinde duran bir kuramdır.

İşlevselciliğe karşı en önemli seçenektir. Bu kuramda toplumların güç elde etmek için birbirleriyle mücadele etmeleri ve çatışmanın denetim altına alınması ve bir topluluğun geçici bir süre için rakiplerini bastırdığı bir anlayışı izaha çalışır.

Simgesel Etkileşimcilik

Bir toplumdaki insanların sahip oldukları ortak simgeler ve anlayışlardır. Esas olarak sosyal-psikolojik bir bakış açısıdır. Bireyin içsel düşünce ve duyguları ile toplumsal davranış arasındaki etkileşimi izah eder.Simgesel etkileşim, aynı zamanda bireylerin karar verme ve fikirlerini oluşturma süreçlerini de vurgular.

Fenomonoloji

Bireyin daha önceden var olan kabullenişlerini, ön yargılarını ve felsefi doğmalarından uzaklaştırmaya çalışan bir yönetimdir.

Akılsal Seçim Kuramları

İnsanların akılsal olduklarını ve hareketlerini, amaçlarına ulaşmak için bir araç olarak kullandıklarını kabul eder.

Kaynakların kıt olduğu bir dünyada, sürekli olarak değişik amaçlar için seçilecek araçları değerlendirmek ve aralarında doğru karar vermeyi amaçlar. Akılsal seçim terimi bu anlamda kullanılmaktadır. Bu tip kuramlar ekonomi ile yakından ilgilidir. Bu yaklaşım “her şeyin bir fiyatı vardır” sözü ile ifade edilir. Son yıllarda çok dikkat çekmeye başlamıştır.

Bütün bu bilimsel açıklamalardan sonra, Türkiye’de yaşanan sosyo-kültürel ağırlıklı değişim ve dönüşüm olgusunun, dini, etnik, eğitim, kültür ve şiddet boyutuna temas etmekte yarar görüyorum;

Türkiye’de ciddi anlamda bir istikrarsızlaştırma operasyonu sürdürülmektedir. Buna rağmen yaptırılan anketlerden halkımızın muhafazakar ve genel olarak uzlaşmacı bir yaşam tarzını tercih ettiğini, bu yönü ile işlevselci bir sosyolojik kuram içinde kendini ifade etmeye çalıştığını görüyoruz. Gelir dağılımındaki büyük çarpılma, yoksullaşma, işsizliğe, dolayısı ile yaşam standardında geriye gidişe rağmen, genelde hayatlarından gayrimemnun olmadıklarını ifade etmemekte ısrar etmektedirler.

Toplum; geleceğini yukarıda izah ettiğim nedenlerden dolayı genellikle sağ politikalarda aramakta, dini değerlere sığınarak, laiklik, demokrasi, özgürlük gibi kavramlardan gerçek düzeyde bir beklentisinin olmadığı anlaşılmaktadır.Buda toplumdaki kavram kargaşasının boyutlarını ortaya koymaktadır.

Aslında son dönemde yaşadığımız sosyal ve siyasi gelişmelere karşı, çatışma kuramı yaklaşımı içinde bir karşı hareketin güçlenmesi gerekirdi. Ancak özgürlüklerin gerçek anlamda yaşanamaması, çağdaş demokrasi kültürünün gelişememesi ve demokrasi enstrümanlarından en önemlisi olan medyanın rolü, bu sonuçlarda etkisi olmuştur. Özellikle halkımızın yakın dönemde yaşadığımız olayları tahlil edememesi ve dolayısı ile toplumda tarih bilincinin yeterince gelişmemiş olması bugünkü kaotik ortamın izahına yardımcı olacaktır.

İçinde bulunduğumuz bilgi çağında, din olgusunun toplum ve devlet ilişkilerinde sınırlarının sağlıklı bir şekilde çizilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu ilişki dengeli değil ise toplumsal yapıda huzursuzluklar baş göstermektedir.

Burada sorunun dinin doğru veya yanlışlığının ortaya çıkarılması değildir. Belirlenmesi gereken husus, dinsel öğretinin toplumsal yapıda ve modern devlet yapısı içindeki yerinin açık ve net bir şekilde tespit edilmesidir.

Nitekim Atatürk, bildiğimiz anlamda Laikliği yalnız din ve devlet işlerinin ayrılmasının ötesinde, tüm yurttaşların vicdan ibadet ve din özgürlüğü olarak görmüştür. Bu nedenle laiklik dinsel inançların da teminatıdır, hatta laiklik kendisine karşı olanların bile dinsel özürlüğünün teminatı olmuştur ve olmaya devam etmektedir.

Atatürk’ün bütün yaşamı boyunca üzerinde titrediği bu kavram; Türkiye Cumhuriyeti’ni imparatorluğun politik yapısından ayıran en önemli özelliktir. Bu nedenle, laik anlayış Atatürk ilkelerinin temelini oluşturur. Çünkü laiklik bir insanın, bir toplumun, bir kültürün, insana bakışında toplumun yaşam kurallarında, çalışma dünyasında inanç temeline dayanan bir anlayış yoktur.

Bu gün yaşadığımız toplumda laikliğe karşı çıkanlar, laikliği dinsizlik gibi göstermeye çalışanlar, toplumları din kurallarına göre yönetmek isteyenlerdir. Böyle düşünenler, kendilerinin dini kurallarına göre yaşaması yeterli olmamakta, başkalarının da din kurallarına göre yaşamasını gerekli kılan bir sistemi topluma egemen kılmak istemektedirler. Bilindiği gibi; toplumsal yönetiminin temel ilkeleri din kurallarına göre belirlenirse o toplum laik bir toplum olmaktan çıkar, teokratik bir toplum olur.

Bu gün geldiğimiz noktada yaşadığımız toplumun din temelli bir yaşamımı, yoksa bu günkü gibi laik bir yaşamımı istediklerini ve bu konudaki tercihlerini netleştirme durumunda olduklarını görüyoruz. Bu husus hem siyasi hem de sosyal hizmeti icra edenlerin öncelikli görevi olmalıdır.

Çünkü Cumhuriyet’imizin olmazsa olmaz kuralları arasında yer alan laiklik ilkesi artık kendini sürekli savunmak ve dinsizlik olmadığını açıklamak zorunluluğu ile karşı karşıya bırakılmıştır.Kuşkusuz laiklik konusundaki hassasiyetlerimizde dış dinamiklerin önemli derecede rolü olmuştur. Bir taraftan AB türbana özgürlük verilmesini çeşitli vesileler ile gündeme getirmekte, diğer taraftan Amerika; ne olduğunu hiç kimsenin ifade edemediği bize yabancı bir kavramı, “ılımlı İslam” anlayışını dayatmaktadır. Bunu yaparken bir kısım basın, televizyon, iş dünyası ve ikinci Cumhuriyetçiler bu kavramın yerleşmesi için AB üyeliğini bir araç olarak kullanmaktadırlar.

Bizi diğer Müslüman ülkelerden ayıran ve üstün kılan laiklik, maalesef son dönemde tartışılmaya açılmak istenmekte.Toplumun küçük bir bölümü böylece kendi özellerini, genel de kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Bugün devrimlerin doğal sonuçlarını kabul etmeyen, hatta intikam almak isteyen ve geçmişe dönmek isteyen bir anlayış ve tehlike ile karşı karşıyayız. Erozyona uğratılan Cumhuriyetin temel ilkelerinin bundan böyle kaybedilecek bir zemini kalmamıştır. Bu konuda hassas davranılmaz, toplumsal geriye dönüş konusunda ısrar edilirse, sosyolojinin çatışma kuramında izah edilen bir durum ile karşı karşıya kalabiliriz. Bunun sonucu insanların kendini koruma duygularının gelişmesidir. Daha açık bir ifade ile kaostur.

Türkiye’de toplumsal yapımızı sarsan bir diğer sorun da Kürtçülük sorunudur. Türkiye’de siyasi kürtçülük ciddi bir mesafe almış ve hatta yol ayrımına gelmiştir.

Türkiye’de terör devam ettikçe, etnik milliyetçilik sorunu kesinlikle çözülemez, kültürel haklar bile sorun yaratır. PKK silahtan arındırılmadan etnik milliyetçilere siyasi ve sosyal haklar tanınırsa çözüm yolları tıkanır. Bu nedenle, AB’ye üyelik süreci bu aşamada güvenlik sorunu yaratmıştır.

Bugün geldiğimiz durumda bölge halkını kaybetme durumu ile karşı karşıyayız. Çünkü terörün kapsamı genişlemiştir.ABD, AB ve tabii ki Barzani Güneydoğu’da giderek daha da etkili olmaya devam etmektedirler. Bin yıldır Anadolu coğrafyasında beraber yaşamayı başarmış Türk ve Kürtler kitlesel bir çatışma noktasına getirilmek istenmektedir.

Ulusça yapmamız gereken;

Karşımıza sanal olarak çıkarılan ayrışma ve çatışma meselesini anlamamız, emperyalist güçlere karşı beraber mücadele etmeliyiz. Ulus - Devletimiz kültürel, dinsel ve etnik farklılıkları bünyesinde birleştirmelidir. Çünkü çeşitli mezhep ve etnik kökenden oluşan toplumların yönetimi ancak ulus bütünlüğü içinde mümkündür. Uluslaşmayı tamamlayamamış toplumların ne duruma düştüğünü hep beraber yaşıyoruz. Kuşkusuz dayatmacı ve otoriter tedbirler ile konuya yaklaşmalıyız. İnsanların farklılıkların peşinde koşmasına fırsat vermemeliyiz. Çünkü emperyalist dalga birlikte yaşayan insanları ancak aşırı milliyetçilik ile parçalamayı başarmıştır.

Bilindiği üzere batı tarihi, sömürgecilik tarihi ile yekinen ilgili ilgilidir.Çünkü batı dünyası bugün dünyanın geri bıraktırılmış birçok yerini sömürge olarak yönetmiş, girdiği bölgelerde kendi düzenini benimsemiş bir aydın sınıf yetiştirmiştir. Şimdi dünyada bir çok bölgenin genç insan gücü, eğitim amacı ile batı dünyasına yönelmiş bulunmaktadır.Türkiye de böyle bir beyin gücü ile karşı karşıyadır. Öğrencilerin yurt dışında yaşamak istemelerinin en önemli sebebi; ekonomik belirsizlik, gelir dağılımında ki uçurum, düşük ücretler, işsizlik ve gelecek kaygısıdır.

Ayrıca, bugünkü eğitim kurumlarında yetişen gençlerin çağdaş düzeyde demokratik, özgür, pozitif, düşünebilen birikimli gençler olduğunu söylemekte zorlanıyoruz. Çağın tüm teknik olanaklarından yararlanmalarına karşılık bilgi kirlenmesi nedeni ile gençlerimizin hangi bilgiyi ve hangi kaynağı ne boyutta kullandığını gerçek düzeyde bilemiyoruz.

Ülkemizdeki eğitim sisteminin yetersizliği, yanı sıra, yoksulluk ve gelir dağılımındaki çarpıklık toplumda şiddetin zemin bulmasına yardımcı olmuştur. Nitekim, bütün değerlerin madde ile ifade edildiği toplumlarda şiddetin giderek daha da artığına şahit oluyoruz. Arkadaş ve aile ilişkileri azaldıkça ulvi değerler yerini şiddete terk etmektedir.bu nedenle şiddet hayatın bir parçası haline gelmeye başlamıştır.

Yaşadığımız bu toplumsal çözülme sürecinde, üzerinde durulması gereken en önemli hususlardan biride medyadır.

“Medya, Yalanlar ve Demokrasi ’’ Kitabının ön sözünün yazarı Alain Greshk‘in Medya konusundaki sözleri bugün içinde yaşadığımız birçok sorunu açıklar mahiyettedir. “Medya yaşanabilir bir demokrasi sisteminin yapıcı bir elemanıdır. Bu görevi yapabilmesi için yalnız özgür olması yetmez. Medyayı paranın ve politikanın baskısına karşı korumak ve vatandaşın hizmetinde olmasını sağlamak için neler yapmak gerekir?

Gazetecilerin ahlak kurallarına uygun olarak yapmakta oldukları yüce misyonu yerine getirmelerini araştırmak gerekir.”

Bugün yaşadıklarımızı sükunetle değerlendirirsek, Toplumun çoklu tercih esasına dönüştüğünü görebiliriz; bir tarafta laik-seküler yapı diğer tarafta din eksenli bir yapı, din eksenli yapı giderek muhafazakarlaşırken, karşı görüşteki laik görüş ulusal bağımsızlık ve milliyetçilik fikri etrafında toplanmaktadır, bugünkü toplumsal değişimi anlamadan yarının değişimini anlayamayız ve geleceği hayal edemeyiz.

Türkiye’nin sosyal değişimindeki iki temel parametrenin eğitim ve demokrasi olduğunu söyleyebiliriz. Eğitim ile ilgili görüşlerimi daha önce özetlemiştim. Demokrasiye gelince, batının demokratikleşme olarak ortaya koyduğu değerlerin Türkiye’yi sömürgeleştirmeye yönlendiğini görüyoruz. Çünkü emperyalizmin bir dayatması olarak karşımıza çıkarılan sözde demokrasi Amerikan modeli bir demokrasidir. İnsanlarımızı vatandaşlıktan, toplumsallıktan soyutlayıp cemaatleştirmeye doğru yönlendirmektedir.

Bugün içinde bulunduğumuz etnik meseleleri, ekonomik ve sosyal entegrasyon yolu ile çözebiliriz. Sosyal entegrasyon kültürel ortak değerlerin zaman içinde üretilmesidir. Daha açık bir ifade ile etnik merkezli bir milliyetçilik yerine kültür merkezli bir milliyetçilik benimsenmelidir.

Diğer taraftan toplumdaki değişme çok farklı bir yaklaşım getiren görüşler de giderek güç kazanmaktadır. Bu gelişimi çatışma kuramı içinde izah edilmemiz mümkündür. Bu anlayışa göre; Türkiye’deki değişimin köşe taşları, 24 Ocak kararları, Gümrük birliği, AB sürecidir. Sanayi sonrası dönemde insanları kimin yönettiği değil nasıl yönettiği önemlidir. Çünkü insanlar sınırlardan daha önemlidir. Bu görüşe göre, önemli olan Türkiye’nin dünya değerleri ile bütünleşmesidir. Cumhuriyetin kuruluş felsefesi, yaşadığımız süreçte artık bir değer ifade etmemektir.Sağlıklı bir empati kültürü geliştiremediğimizden bu tarz düşüncelerin de toplumda yer bulmasına tahammül etmek mecburiyetinde kalıyoruz.

Çağdaş sosyoloji kuramlarından fenomonoloji ve simgesel etkileşimi tanımlarken, bireyin etkin ve bilgi sahibi bir özne olarak ele alındığını vurgulamıştım.Gerçekten, bugünkü tespitlerimizden biri de insanların kararlarını kişisel tercihi şekillendiriyor. Buda özgür irade fikrinin ortaya çıkması sonucunu doğuruyor, ancak özgür iradenin sınırlarının empati ile belirlenmesi hususuna itibar edilmediği için, bu kavram ciddi bir şekilde istismar edilmektedir.Belki de öncelikle ele almamız gereken sorun budur. Netice olarak, toplumda bireyci bir anlayışın gelişmesi sonucu bireyin toplumsal sorumluluk taşımak istemediğini ve ferdiyetçiliğin giderek güç kazandığını görüyoruz.

Bugün çağdaş Türk toplumu, Osmanlı’dan devraldığı mirası Cumhuriyetin değerleri içinde yeniden şekillendirerek kendine özgü kurumlar, değer yargıları, yeni bir dünya görüşünü oluşturmaya çalıştırmaktadır. Ancak, Ortaçağ kalıntılarını tavsiye etmeye çalışan ülkemizin emperyalizmin irtica ile yaptığı iş birliği yüzünden bu konuda yeterince başarılı olduğunu söyleyemiyoruz.

Diğer taraftan demokrasi, bütün kurum ve kuralları ile toplum hayatına egemen olamadığı için toplumdaki cemaat kültürünün siyasi hayatımızdaki ağırlığı, farklı düşüncelerin toplumsal hayatımıza girmesini engellemekte ve rejimimizin demokratik vasfı daima tartışılmaktadır.

Kuşkusuz; halkını tam anlamıyla temsil eden ve onunla bütünleşmiş bir demokrasi, toplumu ile kucaklaşan bir devlet düzeni, içinde yaşadığımız, gelecekte de yaşayacağımız sorunların çözümüne yardımcı olacaktır.

Emperyalizme karşı kurtuluş ateşinin yakıldığı bu dönemde iç ve dış güçlerin kıskacından kurtulmanın tek yolu ülke sorunlarına sahip çıkacak bir heyecanın yaratılmasıdır. Esasen bu heyecanın paradigması Atatürkçü görüştür.

Aytaç YALMAN