8 Haziran 2007 Cuma

KÜRESELLEŞME VE KÜLTÜR

1-GİRİŞ

Küreselleşme ve çok kültürlülük anlayışının giderek güç kazandığı bu dönemde ulusal bütünlük ve ulusak kimlik duygusu erozyona uğramakta, ulusal değerlerimiz kaybedilmektedir.

Küreselleşme ile ortaya çıkan yeni kölelik düzeni, dünyada var olan hukuki, ahlaki, kültürel v.b. gibi değerleri yıkmış veya hegomonik güçlerin isteklerine göre yeniden şekillendirmeye başlanmıştır. Bu nedenle; insanlık çok ciddi bir umutsuzluk içine sürüklenmektedir.

Gelişen bu yeni düzen içinde, ülkemizdeki kültürel değerlerin bu değişimden nasıl etkilendiğini incelemek amacı ile, kültür ve uygarlık ilişkileri, kültürün özellik ve öğeleri, Türk kültürü ve kültürümüzün tarihsel gelişimi, Atatürk’ün konuya ilişkin görüşleri, küreselleşmenin dünya ölçeğinde ve ülkemizde yarattığı toplumsal değişimi irdelemeye ve bu konudaki tespitlerimizi toplumun duyarlı kesimlerinin dikkatine sunmaya çalıştık.

1. KÜLTÜR VE UYGARLIK İLİŞKİSİ

Yüzlerce tanımı yapılan kültür ile uygarlık (medeniyet) arasındaki ilişkinin hudutlarını bugün bile net bir şekilde çizmenin mümkün olmadığını görüyoruz.

Bu konuda fikirleri ve görüşlerini ifadeye değer bulduğumuz bazı düşünürlerin konuya ilişkin tespitlerini açıklamakta fayda görüyorum.

Değerli sosyologumuz Ziya Gökalp, Ulusal değerler diye nitelenen kültürün uygarlıktan ayrı olduğunu ve değişmesine olanak bulunmadığını, bir ulusun uygarlığının değişebileceğini fakat kültürünün değişemeyeceğini ifade etmekle birlikte, 1923 yılında yazdığı “Türkçülüğün Esasları” kitabında kültür ve medeniyeti eşanlamlı kullanmıştır. Genelde kültür ve medeniyeti birbirinden ayıran Gökalp kültürün ulusal olduğunu, medeniyetin bir milletten başka bir millete geçebileceğini savunmuştur. Ancak hars olarak isimlendirdiği kültürün ise başka bir ulusa geçemeyeceğini vurgulamıştır. Gökalp’e göre; Uygarlık, fikirler ürünüdür ve uluslar arası alanda değişikliklere uğrar, kültür ise, kendiliğinden oluşan bir gerçektir. Yalnız o topluma aittir.

Nietzeche kültürü; “geçmişten yararlanıp onu yeniden değerlendirmek (geçmişe tutsak olmadan) çağı yaşayabilmek için geçmişi hayat içinde kullanmak ve olmuş olanlardan yeniden tarih yapmak gerekmektedir.” şeklinde tanımlamıştır.

Taylor kültürü, uygarlıkla eş anlamlı kullanmıştır. Taylor’a göre kültür ya da uygarlık, “insanın, bir toplumun üyesi olarak edindiği bilgi, inanç, sanat, ahlak, gelenek ve görenek ile her türlü beceri ve alışkanlıklarını içeren karmaşık bir bütündür.”

Kanaatimce, bu konuda en iyi tanımlama Prof. Dr. Sayın Şerafettin Turan tarafından yapılmıştır. Sayın Turan’a göre kültür, “bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her türlü dil, duygu, düşünce, inanç, sanat ve yaşam öğelerinin tümüdür.”

Ø Çoğu kez eş anlamlı olarak kullanılan bu kavramlar hakkında farklı yaklaşımları ve düşünceleri şöyle özetlemek mümkündür;

Ø Bazı düşünürler kültür ve uygarlık ayrımı yapmamışlardır. Atatürk bu görüşü savunur.

Ø Diğer bir görüşe göre; uygarlığı kültürden daha geniş anlamlı kabul ederler.

Ø Daha farklı bir diğer görüş ise; kültürü uygarlıklardan daha kapsamlı görenlerdir. Bu görüşü benimseyenler uygarlığı, kültürün son evresi olarak görürler.

Ulusal kültür; sınıf kültürü ve bölgesel kültür gibi alt kültürlerden oluşur. Kültürlerin uyumundan ulusal kültür doğar. Ulusal kültüre canlılık veren renk veren yöresel kültürlerdir.

Burada önemli husus, ulusal ile yerel arasındaki değer yargılarındaki farklılıktır. Önemli olan ulusal kültürdeki çeşitliliği kavga ve çatışmaya dönüştürmemektedir.

Kültürler uzun bir zaman süreci içerisinde değişikliğe uğrar. Bu değişiklik bazen serbest kültürel değişim, bazen de zorunlu kültürel değişim şeklinde olabilir.

Kültür olgusunun öğelerinin bilinmesi konunuzun izahı için zorunlu olduğu kanaatindeyim. Bu öğeler; dil, yazı, din, bilim, giyim kuşam, sanat, sahne sanatları ve seyirlik oyunlar, şehir hayatını etkileyen toplumsal ve kültürel kurumlar, yaşayış biçimidir.

2. TÜRK VE TÜRKİYE KÜLTÜRÜ KAVRAMLARI;

Türk Kültürü ile Türkiye Kültürü bazı farklılıklar gösterir. Yunan, Japon, İngiliz ve Fransızlar kendi toprakları üzerinde kültürlerini geliştirmişlerdir. Ancak Türk tarihini belirli bir coğrafya ile sınırlandırmak olanağı yoktur. Türklerin egemen oldukları ülkelerin tümünü kapsar. Bu nedenle, Türk tarihi Türkiye denen coğrafya ile sınırlı değildir. Bu nedenle; Türk ve Türkiye tarihleri farklılıklar gösterir. Türk kültürü; Orta Asya, Çin, Hindistan, İslam kültüründen etkilenirken; Türkiye kültüründe; özgün Türk kültürü, İslam, Anadolu ve Batı kültürünün etkisi görülür.

4. TARİHSEL SÜREÇ İÇİNDE TÜRK KÜLTÜRÜ

XIV. Yüzyıl İslam aleminde İmamı Gazali’nin öğretisi genel anlamda egemen olmakla birlikte, bu egemenlik kesin olmamıştır.

Osmanlı devletinin kurulup gelişmesinde iki türlü din adamının etkisi olmuştur. Bunlardan biri hocalar ki bunlar Gazali’nin öğretisini benimseyenlerdir. Diğeri ise; mutasavvıflar, şehler, hatta Yunus Emre’nin dinsel eleştirisinin etkisi altında kalanlardır.

Fatih döneminde bilime yönelme, XVI. yy. sonlarında yerini yine bağnaz düşünceye terk eder. Akli bilimlerin yerine nakli bilimler alır. Bu yüzden gerçekleşen kültürel çöküş bütün diğer çöküşlerin temeli sayılmalıdır. Fatih ve Kanuni döneminde medreselerde okutulan hikmet (matematik, fizik, felsefe, sosyoloji) dersleri daha sonraki dönemde kaldırılmış, yerine fıkıh dersleri konulmuştur XVI. yy. sonlarında medreselerde okutulan felsefe derslerinin kaldırılması bu çöküşü daha da hızlandırmıştır.

Diğer taraftan 1450 yıllarında batıda yayılmaya başlayan basım evinin Fatih, Kanuni dahil, III. Ahmet’e kadar on altı padişah basım konusuna uzak durulmuştur. Dolayısıyla kültür de yayılamayıp dar bir çerçeve içinde kalmıştır. Kuşkusuz bu durum ülkemizin geri bırakılması sonucunu doğurmuştur.

Osmanlıda ilk basımevi Yahudiler tarafından 1493 yılında, Ermeniler tarafından 1567’de Rumlar tarafından 1627’de açılmıştır. Türk ve Müslümanların ilk matbaası 1727’de açılır. 1742’de kapatılır. 1784’te tekrar açılır. Toplumun bilgisiz ve kültürsüz kalmasının nedenini tekrar hatırlatmakta fayda gördüğüm için bu bilgileri aktarmak ihtiyacı hissettim.

5.ATATÜRK’ÜN KÜLTÜR İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ

Modern Türkiye’nin yaratıcısı ve Anadolu’da ki çağdaş uyanışın öncüsü büyük ATATÜK’ün konu ile ilgili en güzel sözü kuşkusuz; “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür”. Özdeyişi ile ifadesini bulmuştur. Malumlarınız olduğu üzere; yolunu aklın ışığı ile aydınlananlar çağdaş uygarlığa yönelebilir.

Osmanlının çöküşünün üç ana sebebi;

Ø Aydınlanamama

Ø Uluslaşamama

Ø Sanayileşememedir.

Atatürk’ün batı uygarlığından istifade etme ihtiyacını hissetmesinin temelinde, Osmanlı Devletinin yarım kalan önlemlerden kurtulamayan tutumu yatmaktadır.

Atatürk’e göre; ülkeler çeşitli, fakat uygarlık birdir. “Ülkelerin yükselmesi için bu uygarlığa katılması gerekmektedir. Kültür ise; bir ulusun töreler, sanat v.b. kendi öz değerleridir. Uygarlıklar, teknik gibi toplumdan topluma taşınabilen maddi değerlerdir. Atatürk’ün ısrarla vurgulamak istediği uygarlığın buluşlarının, fennin hareketlerinin dünyayı değiştirdiği bir dönemde geçmişte yaşamak suretiyle, ulusal varlığımızı korumak olanağı yoktur. Esasen kültür öğeleri de zamanla değişen bazı ırki, fıtri haslet ve karakterleri ifade eder. Bu nedenle uygarlığı kültürden (Harstan) ayıramayız.”

Atatürk devrimlerinin başlama yılı Hilafet ve Şeriye Vekâletinin kaldırıldığı

1924 yılıdır. Devrimleri şekillendirecek ve geliştirecek yeni insanı yetiştirmek Atatürk’ün öncelikli düşüncesiydi. Sapanın kılıca galip geleceğini her fırsatta ifade eden Atatürk; devrimlerine, kültüre verdiği önem ve değer ile göstermiştir.

Atatürk’ün önemli problemlerinden biri de ‘’Ulusal kültür dilinin olmamasıydı.’’ Çünkü karma bir dil ciddi bir sorun oluşturmaktaydı.

Atatürk dil devriminin nedenini şu sözlerle açıklamıştır; “Ulusal duygu ile dil arasında bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu bilinçle işlensin”

Ülkesini ve yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. (Atatürk 1930)

Kesin olarak bilinmelidir ki; Türk ulusunun dili ve ulusal benliği bütün yaşayışında egemen ve temel olacaktır. ( Atatürk 1933)

Atatürk’ün son nefesini verirken bile; Dilimizi, öz dilimizi kurtarınız dediğini biliyoruz.

Atatürk’e göre ‘’Avrupa nasıl eski Yunanca dan İliyada’yı ve Eflatun’u okutuyorsa biz de eski Türk-Sümer Gılgameş Destanını, öz Türkçe Kutadgu Bilik’i okutmalıyız. Çünkü bunların özü Eti Türkleridir.’’

Ulusal bilincin gelişmesinde dilin yanında tarihin de büyük yeri vardır. Atatürk’ün bu konuda ki görüşleri günümüze ışık tutacak özellikler taşıyor.

“Ulus denince; dil, kültür, tarihsel ve siyasal yazgı bakımından ortaklığı ve birliği olan bir insan topluluğu anlaşılır.”

“Tarih, ulusun yeteneğinin ve neleri başarabileceğinin kılavuzudur.’’

“Cemaatteki insanları birbirine bağlayan bağ ile ulusal bilince sahip insanları birbirine bağlayan bağlar farklıdır.’’

Atatürk devrimleri dil ve tarihin dışında tüm güzel sanatları da etkilemiş, kendi amacı doğrultusuna yöneltmiş onlara yeni bir dünya görüşü ve yaşam tarzı kazandırmıştır.

Atatürk ve kültürden konu edilince O’nun çok özel ve başarılı bir uygulaması olan Köy Enstitü’lerinden bahsetmemek mümkün değildir.

1940’ ta yaşama geçirilen Köy Enstitü’leri ile köylere de okuma-yazma teknikleri, marangozluk, sağlık, müzik, spor gibi birçok alanda yol gösterecek ve bu alanlarda bilgi birikimi sahibi öğretmenlerin görevlendirilmesi hedeflendi.

Her öğrencinin yılda 25 kitabı okuma zorunluluğun olduğu enstitülerde, isteğe bağlı olarak öğrencilere donanımlı müzik öğretmenleri tarafından keman, mandolin, akordeon, bağlama ve saz dersleri de verilirdi. Ülkenin en ücra köşeleri olan köylerde “Yerel önder aydınlar” yetiştirilmesi amaçlanan Köy Enstitüleri 14 yıllık aydınlanma savaşının ardından bilinçli bir politika izlenerek 1954 yılında kapatıldı.

Köy Enstitülerini yıkanlar, nitelikli eğitimin tüm ülkeye yayılmasını engelleyerek yalnız toplumu her bakımdan geri bırakılmakla kalmadılar Türkçe’nin ortak dil olarak kullanımını da engellemiş oldular.

6.KÜRESELLEŞME OLGUSU

21. Yüzyılın son çeyreğinde dünya çapında yeni bir ekonomik düzen ortaya çıktı. Bu yenidünya düzeninin üç temel unsuru olduğunu görüyoruz.

Ø Üretken olması rekabet gücünün olması ve bilgiye dayalı olması itibarı ile enformasyonel,

Ø Üretimin, tüketimin ve dolaşımın küresel bir ölçekte örgütlenmesi itibarıyla küresel,

Ø Ayrıca ağ örgütlenmesine dayalı olması,

Bilindiği üzere; bu ekonomik yapılanmada; sermaye piyasaları küresel olarak birbirine bağımlıdır. Bu kapitalist ekonomi düzeninde sermaye tarihte ilk kez bu boyutlarda örgütlenmiştir.

Ancak küreselleşme, Dünyada var olan ticari bloklar arasında gerilim yaratmıştır.

Üretim ve dağıtımın giderek küresel temelde örgütlenmesi emeğin de küresel anlamda örgütlenmesini kaçınılmaz hale getirecektir.

Bilindiği üzere bugün dünyada 200 milyon insan göçmen durumundadır ve bunun 1/3’ü Avrupa’dadır. Ancak Avrupa’da dışarıdan gelenlere karşı ciddi bir isteksizlik ve reaksiyon oluşmuş, hatta bu durum milliyetçiliğin ötesinde ırkçılığın güçlenmesine sebep olmuştur.

Küreselleşmenin kaçınılmaz olduğu düşüncesi haberleşme ve iletişim açısından bakıldığında doğru olabilir. Ancak ekonomik açıdan bakıldığında küreselleşmenin, kapitalizmin ve emperyalizmin son aşaması olduğunu kabul etmek mecburiyetindeyiz. Amaç; çok uluslu şirketlere ve onların arkasındaki güçlere ekonomik ve siyasi egemenlik sağlamaktır. Büyük şirketler dünya pazarlarına egemen olarak kar marjlarını yükseltmektedirler.

Yeni yayınlanan Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisine göre küreselleşmenin ana ekseni serbest ticaret ve demokrasidir.

Serbest ticaretin ne anlam ifade ettiğine yeteri kadar temas ettiğimi düşünüyorum. Demokrasiden ne anlamamız lazım geldiğine, Amerika’nın dünyada ki uygulamalarından görüyoruz.

Sonuç olarak kürselleşme olgusu ile gelişen; fikir özgürlüğü ve onun uygulamaları sonunda, ırkçılık ve dini değerlerin yükseldiğini görüyoruz. Ancak fikir özgürlüğü ve temel haklarının sınırlarının netleşmemesi pratikte ciddi problemler yaratmıştır. (Kanaatimce fikir özgürlüğünün sınırları empati kültürünün gelişmesidir.) Bunun sonucu olarak biz ve öteki anlayışı küresel anlamda ciddi sorunlar yaratmaya başlamıştır.

Bunun en belirgin örneği; içi boşalan Hıristiyanlık değerleri karşısında çeşitli yöntemlerle ezilen islam dünyasındaki fanatik Müslümanlık değerlerinin yükselmesidir. Acaba bu durum batı dünyasının ekonomik bir çıkar etrafında birleşmesini sağlamak amacına mı yönelikti? Çünkü hatırlanacağı üzere, haçlı seferleri de belli ölçüde ekonomik sebeplere dayanıyordu.

21. yüzyılın kısa tarihi Dünya Düzdür isimli kitabında Thomas FRİDMAN; ‘’Amerikan yaşam biçiminin ve liberalizmin tüm dünyada geçerli en iyi sistem olduğunu, küreselleşme ile bu sistemi yaygınlaştırarak, ABD’nin diğer kapitalist ülkelerden daha zengin olmasını” vurgulamıştır.

Az gelişmiş ülkelerde emperyalizmle işbirliği yapan küçük azınlıkların memnun, geniş toplum kesiminin ise daha yoksullaşmakta, sömürülmekte, bunların yarattığı artık değer ile zengin daha zengin fakir daha fakir olmaktadır. Küreselleşme barış değil güçlü ülkelerin çıkarları uğruna savaş ve yoksulluk getirmiştir ve getirmektedir.

Bu nedenle; günümüzde küresel eşitsizliğin kabul edilemez olduğunu ve ciddi anlamda eleştiri konusu olabileceğini gözden uzak tutmamalıyız. Bu sebepten küresel sosyal adalet konularında çözüm üretmek mecburiyetindeyiz.

Küreselleşmenin hegomonik güçlerin ekonomik ihtiyaçlarını karşıladığını, yukarıda ifade etmeye çalıştım. Ancak ekonominin yanı sıra, eğer küreselleşme devam edecekse insan unsurunun ve hukuk sisteminin de mutlaka küreselleşmesi gerekmektedir. Esasen problemin burada başladığını düşünüyorum. Daha açık bir ifade ile yeni bir kolonileşme dönemi yaşıyoruz. İşgal yerine küreselleşme projesi sunuluyor hedef ülkelere.

Yukarıda ifade ettiğim gibi, kapitalizmin son aşaması olan küreselleşme olgusu adına tek ideoloji dayatmanın sonuçlarının ağır bedelini ekonomileri gelişmemiş ülkeler ödüyor. Bu kötü gidişin karşısında daha güçlü bir sosyal demokrasi hareketi getirebilmek mecburiyetindedir ezilen ve sömürülen ülkeler.

Büyük güçlerin refah paylarını arttırabilmek amacı ile; geliştirdikleri küreselleşme ve onun uygulama alanı özelleştirme; ilk defa 1969 yılında Peter Drucker tarafından ‘’tekrar özelleştirme’’ şeklinde kullanılmıştır.

Bu ihtiyaç tahmin edileceği gibi sermayeden kaynaklanmış, Washington uzlaşması (WU) ile kendisine yeni faaliyet ve kar alanı açma imkanı bulmuştur. Washington uzlaşmasının en önemli sonucu; devleti ekonomiden çekmek ve kamu faaliyetini özelleştirmek olmuştur.

Bütün bu gelişmelere rağmen Avrupa’nın kendi içinde siyasi ve ekonomik birliğini yeterince sağlayamadığını görüyoruz.

Nitekim, Avrupa Reform Merkezi bir manifesto yayınladı.(Nisan 2006) Bu manifestoda, Avrupa’da ciddi bir güvensizlik ve istikrarsızlığın olduğunu görüyoruz. Manifestoda, gizli anayasa, esnek entegrasyon, kuruluşların saltanatı gibi birçok konuya temas edilmektedir.

Avrupa’nın eski yapısına geri dönmesi entegrasyondan vazgeçmesi gerektiği vurgulanmaktadır. (Bu şartlar altında Türkiye’nin üyeliğinin ne kadar gerçekçi olduğunu takdirlerinize sunmak isterim, hatta Bulgaristan ve Romanya’nın durumları bile münakaşa edilebilmektedir.)

7. KÜRESELLEŞMENİN KÜLTÜREL DEĞERLERİMİZE ETKİSİ VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

Samuel Handihgton ‘’Biz Kimiz’’ isimli kitabında konu ile ilgili olarak ‘’Küreselleşme, çok kültürlülük ve göçler alt milliyetçilik ve karşı milliyetçilik Amerikan bilincini yıprattı, etnik kimlik, ırki kimlik ve cinsiyet kimliği ön plana geçti ve Amerika’nın dil ve kültürüne yönelik bir çok soru işaretini gündeme getirdi. Ulusal tarih eğitimi yerini etnik tarih ve ırki tarih eğitimine bıraktı. Amerikalıların ortak değerlerine verdikleri önem, çeşitliliğe gösterilen ilginin gerisinde kaldı. Ulusal bütünlük ve ulusal kimlik duygusu erozyona uğradı. Ulusal çıkarlar ulusal kimlikten doğar. Çıkarlarımızın ne olduğuna karar vermeden önce kim olduğumuzu bilmek zorundayız. Demokrasi gelişmeden önce batı toplumlarından kimlik genelde dinsel bir temele dayanıyordu. Ancak bu günkü hakim düşünce yurttaşlık anlayışıdır. Bizde de böyle düşünülmelidir.’’

Alt kimliklerden ve çok kültürlülükten yakınan, bunun ulusal kimliğe ve ulusal bilincin oluşmasına zarar verdiğini iddia edenlerin ülkemizdeki alt kimlik ve çok kültürlülüğe yaptıkları vurgu ciddi bir çelişki değil midir?

İçinde bulunduğuz bilgi çağında toplumsal davranışlarda yaratıcı düşüncenin önemi her geçen gün bir az daha fazla kabul görmektedir. Diğer taraftan yaşadığımız modern çağda din olgusunun toplum ve devletle ilişkisinin sınırlarının çizilmesi de büyük bir önem taşımaktadır. Bu sınırın iyi çizilmediği ve ilişkilerin dengeli olarak belirlenmediği, durumlarda toplumsal yapıda huzursuzluklar baş göstermektedir. Burada sorun dinin doğru veya yanlışlığının ortaya çıkarılması konusu değildir. Asıl sorun, dinsel öğretilerin toplumsal yapıda ve günümüzün modern devlet yapısı içerisindeki yerinin çok açık bir şekilde belirlenmesidir.

Esasen din her zaman var olan düzeni meşrulaştırmak için kullanılan en önemli ideolojik araç olmuştur. Bunu en çok fark edenler büyük filozoflardır. (Aristoteles ve platon gibi) Yeniçağda bunu en iyi Machiarelli fark etmiştir. Mesela Machiarelli dini hiç sevmediği halde dinin mutlaka hükümdar tarafından kullanılmasını ister. Machiarelli “insanlığı yönetmek için hem zor gücüyle, hem de din gücüyle korkutmaya ihtiyaç vardır” diye düşünür. Napolyon’un da hayatının çeşitli dönemlerin de dini, amaçları istikametinde kullandığını görüyoruz.

Türkiye’de de durum farklı değildir. Bir yandan İslamcı fundamantalizm, öte yandan laik devlet yapısı, arasında ciddi bir mücadele devam etmektedir.

Batıya baktığımızda; Türkiye’nin laiklik konusundaki temel görüşlerini algılama ve anlama yeteneğinden mahrum olduğunu görüyoruz. Batıya göre evrensel diye tanımlanan değerler aslında batının malıdır ve öyle kalmalıdır. Batı uygarlığının kazanımları, siyasi ve demokratik haklar Müslümanlarla paylaşılmamalıdır. Batı değerleri, batı ilkeleri, batının laik yasaları, batının malı kalmalıdır. Doğu bu değerlerle gelişemez ve bu değerleri paylaşamaz. Demokrasi ve özgürlükler konusunda da Türkiye için kabul edilen ölçüler batı demokrasi kriterleri değil İslami demokrasi kriterleridir.

Laiklik, şeffaflık, basın özgürlüğü, hukuk devleti gibi kavramlar batı için köklü siyasi dinamiklere sahip uzun geçmişi olan içi dolu kavramlardır. Türkiye için ise bu kavramların içi boştur. Bunların içini doldurmak batının isteğine terk edilmelidir.

Prof. Dr. Faruk Şen yönetiminde “Türkiye Araştırmalar Merkezi”nin yaptığı bir kamuoyu yoklaması hem Almanya da ki Türkler, hem Türkiye- Almanya ve dolayısı ile Türkiye-AB ilişkiler açısından önem taşıyan özellikler ihtiva etmektedir.

Araştırmaya göre Almanların %47’si İslam kültürünün batı ile uzlaşmadığını, %24’ü terörle İslamın bağlantılı olduğunu, %58’i ise kültürel farklılıklar yüzünden iki tarafın çatışacağını, % 55’ ide Almanya da din gerginliğinin çıkacağını düşünüyor.

Almanların %40’ı kültürler arası bir çatışmanın kaçınılmaz olduğu kanısında. Benzeri araştırmaları Hollanda’da, Fransa’da ve Belçika’da yapılırsa ortaya buna yakın sonuçlar çıkacaktır.

Kültür uyuşmazlığına bir diğer örnekte Hannover’de bir sünnet düğününde yaşanmıştır. Sünnet düğününde yirmi kadar araç, elde bayraklarla trafiğe çıkılıyor. Konvoy sürekli korna çalarak havaya kuru sıkı ateş ederek ilerliyor. Alman polisi müdahale edince polisle çatışıyorlar. 7 polis yaralanıyor. 6 Türk tutuklanıyor.

Küreselleşmenin kültürel değerlerimiz ile olan ilişkisine kısaca temas ettikten sonra, toplumsal değişim üzerinde durmak istiyorum.

Bugün insanları kararlarında kişisel tercihin ağırlık kazandığını görüyoruz. Kuşkusuz bu tercih özgür irade fikrini ortaya çıkarıyor. Bu düşünce sistematiği içinde toplumdaki insani tercihlerin çoklu tercih, esasına göre şekillenmesi dikkatlerimizi çekecek özellikler taşıyor. İnsanların bazıları seküler, bazıları dindar bir yaşam tarzını benimsiyorlar. İslami alanda giderek katı bir muhafazakarlaşma yaşanırken, laik kesimde ise ulusal bağımsızlık, milliyetçilik fikirleri güç kazanıyor.

Türkiye’de yaşanan bu değişimin dikkatle izlenmesi ve Anayasa ile hudutları belirlenmiş Cumhuriyetimizin temel değerlerini zorlayacak bir yapıya dönüşmemesi hayati önem taşımaktadır.

Esasen son Yüzyıl içinde Türkiye’de iki temel kavramın tartışıldığını görüyoruz, bunlardan biri milliyetçilik (sömürgeciliğe karşı gelişmemiş, Osmanlıdan Ulus-Devlete geçiş sürecinde başlamıştır.) Diğeri de Muhafazakarlıktır (Geçmişle irtibatı koparmadan, modern Dünya ile bütünleşmedir.)

Diğer taraftan Türkiye’nin sosyal değişiminde iki temel parametreden söz edilebilir biri Eğitim diğeri Demokratikleşmedir. Esasen bu değerler gelenek ile gelecek arasındaki bağın kurulması ve güçlenmesini sağlar.

Bu nedenle bugünkü toplumsal değişimi anlamadan yarının değişimini anlayamayız ve geleceği hayal edemeyiz.

Türkiye’de yaşandığını düşündüğümüz bu değişimde en çok direnç gösteren olgu kuşkusuz zihniyettir. Çünkü zihniyet, insanın değerleri kendine mal etmesi demektir, bu da süreçle ilgili bir konudur.

Zihniyet değişiminde ölçü, insanın kendisine eleştirel bir şekilde bakmasıdır. Bu anlamda toplumda az da olsa bir değişimin yaşandığını kabul etmek mecburiyetindeyiz.

Aslında söz konusu bu değişim yalnız Türkiye ile sınırlandırılamaz. Dünyada da ciddi bir değişim yaşanıyor. Çünkü kültürel farklılıklar bu değişimi körüklüyor.

Küreselleşme ve Türkiye’nin iç dinamiklerindeki değişiklikler ile, kültürel öğelerimizdeki farklılaşma genel hatları ile değerlendirmek gerekirse, özetle şunları söyleyebiliriz.

Bilindiği gibi; dilimiz ulusallığı sağlayan en önemli etkendir. Ancak bu gün yaşanan dildeki kirlenme ve yozlaşma tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştır.

Kuşkusuz yazı üslubumuzda dildeki bozulmadan menfi anlamda etkilenmiş bulunmaktadır.

Esasen dilde ve yazıdaki bu bozulmanın önlenmesinde medyanın çok özel ve anlamlı bir yeri olacağını da belirtmek isterim.

Bu bölümde temas etmek istediğim son konu Dünyadaki hakim kültürün, diğer ülkelerin kültürlerini ciddi anlamda etkilediği hususudur. Örneğin yarım asırlık dönem içinde Amerikan sinemasının ülkemizdeki etkilerini, insanların dilinden, giyinişinden, yaşam ve yemek kültürlerine kadar, ne kadar etkilendiğini üzülerek yaşadık.

8.SONUÇ

Atatürk; batının bir çağa sızdırdığı Rönesans ve aydınlanmayı on yılda başarmıştır. Bilimin ve güzel sanatların gelişmesi ve halkın günlük yaşamında bir ölçüde yer alabilmesi Atatürk’ün kültür politikalarının muhteşem bir ürünüdür. Donmuş kalıplar içinde kalan insanlarımız bu sayede dinamik bir evreye girmişler, ancak bu olumlu gelişme 1950’li yıllardan sonra din eksenli politik alan ile hedefine ulaşamamış, toplumumuz geri bıraktırılmıştır.

Atatürk batı uygarlığı konusunda, ulusalcı, gerçekçi bir yaklaşımla çağdaşlaşmayı hedef göstermiş, ancak hiçbir zaman emperyalizmin emellerine hizmet edilmesini istememiş, bunu tüm yaşamı boyunca reddetmişti.

Bu vesile ile; Cumhuriyet’in aydınlanma döneminde bilim adamları ve sanatçılarımızın Anadolu kültürünü yaşatmak için yaptıkları araştırma ve çalışmaları saygı ve şükranla anıyoruz.

Tarihsel ve toplumsal bir kalıt olan kültürü; yeni kuşaklara ancak dil ile anlatabiliriz. Dil ulusallığı sağlayan ana etkenlerden biridir. Ancak dilimizin bu gün içinde bulunduğu kötü durum ile gerek ulusallık gerekse tarih bilincinin giderek zayıflamasını görmekten ciddi endişe duyuyoruz.

Cumhuriyet dönemi kültür hayatımızda çok özel bir görev yapan Köy Enstitüleri, halk evleri ve halk odalarıyla kültür ve sanatın toplumsallaşması mümkün olmuştur. Ancak 1950 yıllarında sonra aydınlanmanın umut ışıkları söndürülmüş ve halkımız tekrar taassup ve cehaletin acımasız kollarına terk edilmiştir.

Yüzyıllar boyunca büyük devletler ve uygarlıklar kuran halkımızın derin kavrayış, sağduyu ve fedakarlık duyguları, bu kötü ve umutsuz görünen durum ve koşullar içinde bile uygun bir çıkış yolu bulacağından hiç şüphemiz yoktur. Çünkü Anadolu davetli, davetsiz herkese kucak açmış, çok özel bir coğrafyadır. Geçmişte yaptığı sentezi bu günde yapacaktır.

Çünkü kültür; toplumun olgunlaşmasını ve kendi içinde tutarlı olmasını sağlar.

KÜRESELLEŞME VE KÜLTÜR

PANEL KONULARI

TASLAK

1 NCİ OTURUM

KONULAR KONUŞMACILAR

1-KÜLTÜR VE UYGARLIK İLİŞKİSİ Sn.Prof.Dr. Sina AKŞİN

- Uygarlık Ve Kültür tanımları

- Kültürün özellikleri

2- KÜLTÜR OLGUSUNUN ÖGELERİ

· Dil ve yazı

· Siyasi gelenekler ve ekonomik alışkanlıklar

· Din

· Bilim

· Sanat Sn.Turgut ÖZAKMAN

· Giyim Kuşam

· Sahne Sanatları Ve Seyirli Oyunlar

· Şehir Hayatını Etkileyen Toplumsal Ve Kültürel Kurumlar

· Yaşayış Biçimi (Toplumsal değerler)

3-TÜRK KÜLTÜRÜNÜN TARİHSEL SÜREÇ Sn.Prof.Dr. Ergun AYBARS

4-ATATÜRK’ÜN KÜLTÜR İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ

· Kültür tanımı

· Türk kültürü betimi

· Sosyo-Politik reformları

2 NCİ OTURUM

Sn.Prof.Erol MANİSALI

Oturum Başkanı:Sn.Yakut IRMAK ÖZDEN

1-KÜRESELLEŞME OLGUSU

· Öğeleri

· Başlangıçtan bu güne emperyalizmin evreler

· Kolonizm

· Ekonomik emperyalizm çözüm önerileri

2- KÜRESELLEŞMENİN KÜLTÜREL DEĞERLERİMİZE ETKİSİ VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

· Kültürel Etkileşim Sn.Banu AVAR

· Medya

DEĞERLİ HOCAM

Sizin verdiğiniz notlar ile bana verdiğiniz kitaptan edindiğim bilgileri birleştirerek taslak bir Panel Planı hazırlamaya çalıştım. (Altı çizili olanlar sizin notunuzdan yararlandığım hususlardır.)

Bu Panel programı üzerindeki nihai görüşlerinizle birlikte, konuları takdim ettireceğimiz değerli hocalarımızın kimler olacağı hususundaki görüşlerinizi öğrenmek istiyorum.

Mayıs ayı başında İstanbul’da olacağım istediğiniz yerde ve zamanda görüşmek temennisi ile saygılar sunarım.

AYTAÇ YALMAN

25 Nisan 2006

0 533 380 01 01

KÜRESELLEŞME VE KÜLTÜR

1. GİRİŞ

2. KÜLTÜR VE UYGARLIK İLİŞKİLERİ

3. TÜRK VE TÜRKİYE KÜLTÜRÜ KAVRAMLARI

4. TARİHSEL SÜREÇ İÇİNDE TÜRK KÜLTÜRÜ

5. ATATÜRK’ÜN KÜLTÜR İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ

6. KÜRESELLEŞME OLGUSU

7. KÜRESELLEŞMENİN KÜLTÜREL DEĞERLERİMİZE ETKİSİ VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

8. SONUÇ

NOT:

Değerli Hocam,

Sizden aldığım kitapları okurken tuttuğum notları mevcut bilgilerimle birleştirerek taslak bir yazı hazırladım. Yazının içinde başta maddi hata olmak üzere değiştirilmesini istediğiniz fikir veya ilave edilmesinde fayda gördüğünüz hususlar varsa lütfen gerekli düzeltmeleri yaparsanız çok memnun olurum.

En kısa zamanda tekrar bu konuları görüşme temennisi ile saygılar sunarım.

AYTAÇ YALMAN

25 Nisan 2006

KÜRESELLEŞME VE KÜLTÜR

1-GİRİŞ

Küreselleşme ve çok kültürlülük anlayışının giderek güç kazandığı bu dönemde ulusal bütünlük ve ulusak kimlik duygusu erozyona uğramakta, ulusal değerlerimiz kaybedilmektedir.

Küreselleşme ile ortaya çıkan yeni kölelik düzeni, dünyada var olan hukuki, ahlaki, kültürel v.b. gibi değerleri yıkmış veya hegomonik güçlerin isteklerine göre yeniden şekillendirmeye başlanmıştır. Bu nedenle; insanlık çok ciddi bir umutsuzluk içine sürüklenmektedir.

Gelişen bu yeni düzen içinde, ülkemizdeki kültürel değerlerin bu değişimden nasıl etkilendiğini incelemek amacı ile, kültür ve uygarlık ilişkileri, kültürün özellik ve öğeleri, Türk kültürü ve kültürümüzün tarihsel gelişimi, Atatürk’ün konuya ilişkin görüşleri, küreselleşmenin dünya ölçeğinde ve ülkemizde yarattığı toplumsal değişimi irdelemeye ve bu konudaki tespitlerimizi toplumun duyarlı kesimlerinin dikkatine sunmaya çalıştık.

3. KÜLTÜR VE UYGARLIK İLİŞKİSİ

Yüzlerce tanımı yapılan kültür ile uygarlık (medeniyet) arasındaki ilişkinin hudutlarını bugün bile net bir şekilde çizmenin mümkün olmadığını görüyoruz.

Bu konuda fikirleri ve görüşlerini ifadeye değer bulduğumuz bazı düşünürlerin konuya ilişkin tespitlerini açıklamakta fayda görüyorum.

Değerli sosyologumuz Ziya Gökalp, Ulusal değerler diye nitelenen kültürün uygarlıktan ayrı olduğunu ve değişmesine olanak bulunmadığını, bir ulusun uygarlığının değişebileceğini fakat kültürünün değişemeyeceğini ifade etmekle birlikte, 1923 yılında yazdığı “Türkçülüğün Esasları” kitabında kültür ve medeniyeti eşanlamlı kullanmıştır. Genelde kültür ve medeniyeti birbirinden ayıran Gökalp kültürün ulusal olduğunu, medeniyetin bir milletten başka bir millete geçebileceğini savunmuştur. Ancak hars olarak isimlendirdiği kültürün ise başka bir ulusa geçemeyeceğini vurgulamıştır. Gökalp’e göre; Uygarlık, fikirler ürünüdür ve uluslar arası alanda değişikliklere uğrar, kültür ise, kendiliğinden oluşan bir gerçektir. Yalnız o topluma aittir.

Nietzeche kültürü; “geçmişten yararlanıp onu yeniden değerlendirmek (geçmişe tutsak olmadan) çağı yaşayabilmek için geçmişi hayat içinde kullanmak ve olmuş olanlardan yeniden tarih yapmak gerekmektedir.” şeklinde tanımlamıştır.

Taylor kültürü, uygarlıkla eş anlamlı kullanmıştır. Taylor’a göre kültür ya da uygarlık, “insanın, bir toplumun üyesi olarak edindiği bilgi, inanç, sanat, ahlak, gelenek ve görenek ile her türlü beceri ve alışkanlıklarını içeren karmaşık bir bütündür.”

Kanaatimce, bu konuda en iyi tanımlama Prof. Dr. Sayın Şerafettin Turan tarafından yapılmıştır. Sayın Turan’a göre kültür, “bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her türlü dil, duygu, düşünce, inanç, sanat ve yaşam öğelerinin tümüdür.”

Ø Çoğu kez eş anlamlı olarak kullanılan bu kavramlar hakkında farklı yaklaşımları ve düşünceleri şöyle özetlemek mümkündür;

Ø Bazı düşünürler kültür ve uygarlık ayrımı yapmamışlardır. Atatürk bu görüşü savunur.

Ø Diğer bir görüşe göre; uygarlığı kültürden daha geniş anlamlı kabul ederler.

Ø Daha farklı bir diğer görüş ise; kültürü uygarlıklardan daha kapsamlı görenlerdir. Bu görüşü benimseyenler uygarlığı, kültürün son evresi olarak görürler.

Ulusal kültür; sınıf kültürü ve bölgesel kültür gibi alt kültürlerden oluşur. Kültürlerin uyumundan ulusal kültür doğar. Ulusal kültüre canlılık veren renk veren yöresel kültürlerdir.

Burada önemli husus, ulusal ile yerel arasındaki değer yargılarındaki farklılıktır. Önemli olan ulusal kültürdeki çeşitliliği kavga ve çatışmaya dönüştürmemektedir.

Kültürler uzun bir zaman süreci içerisinde değişikliğe uğrar. Bu değişiklik bazen serbest kültürel değişim, bazen de zorunlu kültürel değişim şeklinde olabilir.

Kültür olgusunun öğelerinin bilinmesi konunuzun izahı için zorunlu olduğu kanaatindeyim. Bu öğeler; dil, yazı, din, bilim, giyim kuşam, sanat, sahne sanatları ve seyirlik oyunlar, şehir hayatını etkileyen toplumsal ve kültürel kurumlar, yaşayış biçimidir.

4. TÜRK VE TÜRKİYE KÜLTÜRÜ KAVRAMLARI;

Türk Kültürü ile Türkiye Kültürü bazı farklılıklar gösterir. Yunan, Japon, İngiliz ve Fransızlar kendi toprakları üzerinde kültürlerini geliştirmişlerdir. Ancak Türk tarihini belirli bir coğrafya ile sınırlandırmak olanağı yoktur. Türklerin egemen oldukları ülkelerin tümünü kapsar. Bu nedenle, Türk tarihi Türkiye denen coğrafya ile sınırlı değildir. Bu nedenle; Türk ve Türkiye tarihleri farklılıklar gösterir. Türk kültürü; Orta Asya, Çin, Hindistan, İslam kültüründen etkilenirken; Türkiye kültüründe; özgün Türk kültürü, İslam, Anadolu ve Batı kültürünün etkisi görülür.

4. TARİHSEL SÜREÇ İÇİNDE TÜRK KÜLTÜRÜ

XIV. Yüzyıl İslam aleminde İmamı Gazali’nin öğretisi genel anlamda egemen olmakla birlikte, bu egemenlik kesin olmamıştır.

Osmanlı devletinin kurulup gelişmesinde iki türlü din adamının etkisi olmuştur. Bunlardan biri hocalar ki bunlar Gazali’nin öğretisini benimseyenlerdir. Diğeri ise; mutasavvıflar, şehler, hatta Yunus Emre’nin dinsel eleştirisinin etkisi altında kalanlardır.

Fatih döneminde bilime yönelme, XVI. yy. sonlarında yerini yine bağnaz düşünceye terk eder. Akli bilimlerin yerine nakli bilimler alır. Bu yüzden gerçekleşen kültürel çöküş bütün diğer çöküşlerin temeli sayılmalıdır. Fatih ve Kanuni döneminde medreselerde okutulan hikmet (matematik, fizik, felsefe, sosyoloji) dersleri daha sonraki dönemde kaldırılmış, yerine fıkıh dersleri konulmuştur XVI. yy. sonlarında medreselerde okutulan felsefe derslerinin kaldırılması bu çöküşü daha da hızlandırmıştır.

Diğer taraftan 1450 yıllarında batıda yayılmaya başlayan basım evinin Fatih, Kanuni dahil, III. Ahmet’e kadar on altı padişah basım konusuna uzak durulmuştur. Dolayısıyla kültür de yayılamayıp dar bir çerçeve içinde kalmıştır. Kuşkusuz bu durum ülkemizin geri bırakılması sonucunu doğurmuştur.

Osmanlıda ilk basımevi Yahudiler tarafından 1493 yılında, Ermeniler tarafından 1567’de Rumlar tarafından 1627’de açılmıştır. Türk ve Müslümanların ilk matbaası 1727’de açılır. 1742’de kapatılır. 1784’te tekrar açılır. Toplumun bilgisiz ve kültürsüz kalmasının nedenini tekrar hatırlatmakta fayda gördüğüm için bu bilgileri aktarmak ihtiyacı hissettim.

5.ATATÜRK’ÜN KÜLTÜR İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ

Modern Türkiye’nin yaratıcısı ve Anadolu’da ki çağdaş uyanışın öncüsü büyük ATATÜK’ün konu ile ilgili en güzel sözü kuşkusuz; “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür”. Özdeyişi ile ifadesini bulmuştur. Malumlarınız olduğu üzere; yolunu aklın ışığı ile aydınlananlar çağdaş uygarlığa yönelebilir.

Osmanlının çöküşünün üç ana sebebi;

Ø Aydınlanamama

Ø Uluslaşamama

Ø Sanayileşememedir.

Atatürk’ün batı uygarlığından istifade etme ihtiyacını hissetmesinin temelinde, Osmanlı Devletinin yarım kalan önlemlerden kurtulamayan tutumu yatmaktadır.

Atatürk’e göre; ülkeler çeşitli, fakat uygarlık birdir. “Ülkelerin yükselmesi için bu uygarlığa katılması gerekmektedir. Kültür ise; bir ulusun töreler, sanat v.b. kendi öz değerleridir. Uygarlıklar, teknik gibi toplumdan topluma taşınabilen maddi değerlerdir. Atatürk’ün ısrarla vurgulamak istediği uygarlığın buluşlarının, fennin hareketlerinin dünyayı değiştirdiği bir dönemde geçmişte yaşamak suretiyle, ulusal varlığımızı korumak olanağı yoktur. Esasen kültür öğeleri de zamanla değişen bazı ırki, fıtri haslet ve karakterleri ifade eder. Bu nedenle uygarlığı kültürden (Harstan) ayıramayız.”

Atatürk devrimlerinin başlama yılı Hilafet ve Şeriye Vekâletinin kaldırıldığı

1924 yılıdır. Devrimleri şekillendirecek ve geliştirecek yeni insanı yetiştirmek Atatürk’ün öncelikli düşüncesiydi. Sapanın kılıca galip geleceğini her fırsatta ifade eden Atatürk; devrimlerine, kültüre verdiği önem ve değer ile göstermiştir.

Atatürk’ün önemli problemlerinden biri de ‘’Ulusal kültür dilinin olmamasıydı.’’ Çünkü karma bir dil ciddi bir sorun oluşturmaktaydı.

Atatürk dil devriminin nedenini şu sözlerle açıklamıştır; “Ulusal duygu ile dil arasında bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu bilinçle işlensin”

Ülkesini ve yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. (Atatürk 1930)

Kesin olarak bilinmelidir ki; Türk ulusunun dili ve ulusal benliği bütün yaşayışında egemen ve temel olacaktır. ( Atatürk 1933)

Atatürk’ün son nefesini verirken bile; Dilimizi, öz dilimizi kurtarınız dediğini biliyoruz.

Atatürk’e göre ‘’Avrupa nasıl eski Yunanca dan İliyada’yı ve Eflatun’u okutuyorsa biz de eski Türk-Sümer Gılgameş Destanını, öz Türkçe Kutadgu Bilik’i okutmalıyız. Çünkü bunların özü Eti Türkleridir.’’

Ulusal bilincin gelişmesinde dilin yanında tarihin de büyük yeri vardır. Atatürk’ün bu konuda ki görüşleri günümüze ışık tutacak özellikler taşıyor.

“Ulus denince; dil, kültür, tarihsel ve siyasal yazgı bakımından ortaklığı ve birliği olan bir insan topluluğu anlaşılır.”

“Tarih, ulusun yeteneğinin ve neleri başarabileceğinin kılavuzudur.’’

“Cemaatteki insanları birbirine bağlayan bağ ile ulusal bilince sahip insanları birbirine bağlayan bağlar farklıdır.’’

Atatürk devrimleri dil ve tarihin dışında tüm güzel sanatları da etkilemiş, kendi amacı doğrultusuna yöneltmiş onlara yeni bir dünya görüşü ve yaşam tarzı kazandırmıştır.

Atatürk ve kültürden konu edilince O’nun çok özel ve başarılı bir uygulaması olan Köy Enstitü’lerinden bahsetmemek mümkün değildir.

1940’ ta yaşama geçirilen Köy Enstitü’leri ile köylere de okuma-yazma teknikleri, marangozluk, sağlık, müzik, spor gibi birçok alanda yol gösterecek ve bu alanlarda bilgi birikimi sahibi öğretmenlerin görevlendirilmesi hedeflendi.

Her öğrencinin yılda 25 kitabı okuma zorunluluğun olduğu enstitülerde, isteğe bağlı olarak öğrencilere donanımlı müzik öğretmenleri tarafından keman, mandolin, akordeon, bağlama ve saz dersleri de verilirdi. Ülkenin en ücra köşeleri olan köylerde “Yerel önder aydınlar” yetiştirilmesi amaçlanan Köy Enstitüleri 14 yıllık aydınlanma savaşının ardından bilinçli bir politika izlenerek 1954 yılında kapatıldı.

Köy Enstitülerini yıkanlar, nitelikli eğitimin tüm ülkeye yayılmasını engelleyerek yalnız toplumu her bakımdan geri bırakılmakla kalmadılar Türkçe’nin ortak dil olarak kullanımını da engellemiş oldular.

6.KÜRESELLEŞME OLGUSU

21. Yüzyılın son çeyreğinde dünya çapında yeni bir ekonomik düzen ortaya çıktı. Bu yenidünya düzeninin üç temel unsuru olduğunu görüyoruz.

Ø Üretken olması rekabet gücünün olması ve bilgiye dayalı olması itibarı ile enformasyonel,

Ø Üretimin, tüketimin ve dolaşımın küresel bir ölçekte örgütlenmesi itibarıyla küresel,

Ø Ayrıca ağ örgütlenmesine dayalı olması,

Bilindiği üzere; bu ekonomik yapılanmada; sermaye piyasaları küresel olarak birbirine bağımlıdır. Bu kapitalist ekonomi düzeninde sermaye tarihte ilk kez bu boyutlarda örgütlenmiştir.

Ancak küreselleşme, Dünyada var olan ticari bloklar arasında gerilim yaratmıştır.

Üretim ve dağıtımın giderek küresel temelde örgütlenmesi emeğin de küresel anlamda örgütlenmesini kaçınılmaz hale getirecektir.

Bilindiği üzere bugün dünyada 200 milyon insan göçmen durumundadır ve bunun 1/3’ü Avrupa’dadır. Ancak Avrupa’da dışarıdan gelenlere karşı ciddi bir isteksizlik ve reaksiyon oluşmuş, hatta bu durum milliyetçiliğin ötesinde ırkçılığın güçlenmesine sebep olmuştur.

Küreselleşmenin kaçınılmaz olduğu düşüncesi haberleşme ve iletişim açısından bakıldığında doğru olabilir. Ancak ekonomik açıdan bakıldığında küreselleşmenin, kapitalizmin ve emperyalizmin son aşaması olduğunu kabul etmek mecburiyetindeyiz. Amaç; çok uluslu şirketlere ve onların arkasındaki güçlere ekonomik ve siyasi egemenlik sağlamaktır. Büyük şirketler dünya pazarlarına egemen olarak kar marjlarını yükseltmektedirler.

Yeni yayınlanan Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisine göre küreselleşmenin ana ekseni serbest ticaret ve demokrasidir.

Serbest ticaretin ne anlam ifade ettiğine yeteri kadar temas ettiğimi düşünüyorum. Demokrasiden ne anlamamız lazım geldiğine, Amerika’nın dünyada ki uygulamalarından görüyoruz.

Sonuç olarak kürselleşme olgusu ile gelişen; fikir özgürlüğü ve onun uygulamaları sonunda, ırkçılık ve dini değerlerin yükseldiğini görüyoruz. Ancak fikir özgürlüğü ve temel haklarının sınırlarının netleşmemesi pratikte ciddi problemler yaratmıştır. (Kanaatimce fikir özgürlüğünün sınırları empati kültürünün gelişmesidir.) Bunun sonucu olarak biz ve öteki anlayışı küresel anlamda ciddi sorunlar yaratmaya başlamıştır.

Bunun en belirgin örneği; içi boşalan Hıristiyanlık değerleri karşısında çeşitli yöntemlerle ezilen islam dünyasındaki fanatik Müslümanlık değerlerinin yükselmesidir. Acaba bu durum batı dünyasının ekonomik bir çıkar etrafında birleşmesini sağlamak amacına mı yönelikti? Çünkü hatırlanacağı üzere, haçlı seferleri de belli ölçüde ekonomik sebeplere dayanıyordu.

21. yüzyılın kısa tarihi Dünya Düzdür isimli kitabında Thomas FRİDMAN; ‘’Amerikan yaşam biçiminin ve liberalizmin tüm dünyada geçerli en iyi sistem olduğunu, küreselleşme ile bu sistemi yaygınlaştırarak, ABD’nin diğer kapitalist ülkelerden daha zengin olmasını” vurgulamıştır.

Az gelişmiş ülkelerde emperyalizmle işbirliği yapan küçük azınlıkların memnun, geniş toplum kesiminin ise daha yoksullaşmakta, sömürülmekte, bunların yarattığı artık değer ile zengin daha zengin fakir daha fakir olmaktadır. Küreselleşme barış değil güçlü ülkelerin çıkarları uğruna savaş ve yoksulluk getirmiştir ve getirmektedir.

Bu nedenle; günümüzde küresel eşitsizliğin kabul edilemez olduğunu ve ciddi anlamda eleştiri konusu olabileceğini gözden uzak tutmamalıyız. Bu sebepten küresel sosyal adalet konularında çözüm üretmek mecburiyetindeyiz.

Küreselleşmenin hegomonik güçlerin ekonomik ihtiyaçlarını karşıladığını, yukarıda ifade etmeye çalıştım. Ancak ekonominin yanı sıra, eğer küreselleşme devam edecekse insan unsurunun ve hukuk sisteminin de mutlaka küreselleşmesi gerekmektedir. Esasen problemin burada başladığını düşünüyorum. Daha açık bir ifade ile yeni bir kolonileşme dönemi yaşıyoruz. İşgal yerine küreselleşme projesi sunuluyor hedef ülkelere.

Yukarıda ifade ettiğim gibi, kapitalizmin son aşaması olan küreselleşme olgusu adına tek ideoloji dayatmanın sonuçlarının ağır bedelini ekonomileri gelişmemiş ülkeler ödüyor. Bu kötü gidişin karşısında daha güçlü bir sosyal demokrasi hareketi getirebilmek mecburiyetindedir ezilen ve sömürülen ülkeler.

Büyük güçlerin refah paylarını arttırabilmek amacı ile; geliştirdikleri küreselleşme ve onun uygulama alanı özelleştirme; ilk defa 1969 yılında Peter Drucker tarafından ‘’tekrar özelleştirme’’ şeklinde kullanılmıştır.

Bu ihtiyaç tahmin edileceği gibi sermayeden kaynaklanmış, Washington uzlaşması (WU) ile kendisine yeni faaliyet ve kar alanı açma imkanı bulmuştur. Washington uzlaşmasının en önemli sonucu; devleti ekonomiden çekmek ve kamu faaliyetini özelleştirmek olmuştur.

Bütün bu gelişmelere rağmen Avrupa’nın kendi içinde siyasi ve ekonomik birliğini yeterince sağlayamadığını görüyoruz.

Nitekim, Avrupa Reform Merkezi bir manifesto yayınladı.(Nisan 2006) Bu manifestoda, Avrupa’da ciddi bir güvensizlik ve istikrarsızlığın olduğunu görüyoruz. Manifestoda, gizli anayasa, esnek entegrasyon, kuruluşların saltanatı gibi birçok konuya temas edilmektedir.

Avrupa’nın eski yapısına geri dönmesi entegrasyondan vazgeçmesi gerektiği vurgulanmaktadır. (Bu şartlar altında Türkiye’nin üyeliğinin ne kadar gerçekçi olduğunu takdirlerinize sunmak isterim, hatta Bulgaristan ve Romanya’nın durumları bile münakaşa edilebilmektedir.)

7. KÜRESELLEŞMENİN KÜLTÜREL DEĞERLERİMİZE ETKİSİ VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

Samuel Handihgton ‘’Biz Kimiz’’ isimli kitabında konu ile ilgili olarak ‘’Küreselleşme, çok kültürlülük ve göçler alt milliyetçilik ve karşı milliyetçilik Amerikan bilincini yıprattı, etnik kimlik, ırki kimlik ve cinsiyet kimliği ön plana geçti ve Amerika’nın dil ve kültürüne yönelik bir çok soru işaretini gündeme getirdi. Ulusal tarih eğitimi yerini etnik tarih ve ırki tarih eğitimine bıraktı. Amerikalıların ortak değerlerine verdikleri önem, çeşitliliğe gösterilen ilginin gerisinde kaldı. Ulusal bütünlük ve ulusal kimlik duygusu erozyona uğradı. Ulusal çıkarlar ulusal kimlikten doğar. Çıkarlarımızın ne olduğuna karar vermeden önce kim olduğumuzu bilmek zorundayız. Demokrasi gelişmeden önce batı toplumlarından kimlik genelde dinsel bir temele dayanıyordu. Ancak bu günkü hakim düşünce yurttaşlık anlayışıdır. Bizde de böyle düşünülmelidir.’’

Alt kimliklerden ve çok kültürlülükten yakınan, bunun ulusal kimliğe ve ulusal bilincin oluşmasına zarar verdiğini iddia edenlerin ülkemizdeki alt kimlik ve çok kültürlülüğe yaptıkları vurgu ciddi bir çelişki değil midir?

İçinde bulunduğuz bilgi çağında toplumsal davranışlarda yaratıcı düşüncenin önemi her geçen gün bir az daha fazla kabul görmektedir. Diğer taraftan yaşadığımız modern çağda din olgusunun toplum ve devletle ilişkisinin sınırlarının çizilmesi de büyük bir önem taşımaktadır. Bu sınırın iyi çizilmediği ve ilişkilerin dengeli olarak belirlenmediği, durumlarda toplumsal yapıda huzursuzluklar baş göstermektedir. Burada sorun dinin doğru veya yanlışlığının ortaya çıkarılması konusu değildir. Asıl sorun, dinsel öğretilerin toplumsal yapıda ve günümüzün modern devlet yapısı içerisindeki yerinin çok açık bir şekilde belirlenmesidir.

Esasen din her zaman var olan düzeni meşrulaştırmak için kullanılan en önemli ideolojik araç olmuştur. Bunu en çok fark edenler büyük filozoflardır. (Aristoteles ve platon gibi) Yeniçağda bunu en iyi Machiarelli fark etmiştir. Mesela Machiarelli dini hiç sevmediği halde dinin mutlaka hükümdar tarafından kullanılmasını ister. Machiarelli “insanlığı yönetmek için hem zor gücüyle, hem de din gücüyle korkutmaya ihtiyaç vardır” diye düşünür. Napolyon’un da hayatının çeşitli dönemlerin de dini, amaçları istikametinde kullandığını görüyoruz.

Türkiye’de de durum farklı değildir. Bir yandan İslamcı fundamantalizm, öte yandan laik devlet yapısı, arasında ciddi bir mücadele devam etmektedir.

Batıya baktığımızda; Türkiye’nin laiklik konusundaki temel görüşlerini algılama ve anlama yeteneğinden mahrum olduğunu görüyoruz. Batıya göre evrensel diye tanımlanan değerler aslında batının malıdır ve öyle kalmalıdır. Batı uygarlığının kazanımları, siyasi ve demokratik haklar Müslümanlarla paylaşılmamalıdır. Batı değerleri, batı ilkeleri, batının laik yasaları, batının malı kalmalıdır. Doğu bu değerlerle gelişemez ve bu değerleri paylaşamaz. Demokrasi ve özgürlükler konusunda da Türkiye için kabul edilen ölçüler batı demokrasi kriterleri değil İslami demokrasi kriterleridir.

Laiklik, şeffaflık, basın özgürlüğü, hukuk devleti gibi kavramlar batı için köklü siyasi dinamiklere sahip uzun geçmişi olan içi dolu kavramlardır. Türkiye için ise bu kavramların içi boştur. Bunların içini doldurmak batının isteğine terk edilmelidir.

Prof. Dr. Faruk Şen yönetiminde “Türkiye Araştırmalar Merkezi”nin yaptığı bir kamuoyu yoklaması hem Almanya da ki Türkler, hem Türkiye- Almanya ve dolayısı ile Türkiye-AB ilişkiler açısından önem taşıyan özellikler ihtiva etmektedir.

Araştırmaya göre Almanların %47’si İslam kültürünün batı ile uzlaşmadığını, %24’ü terörle İslamın bağlantılı olduğunu, %58’i ise kültürel farklılıklar yüzünden iki tarafın çatışacağını, % 55’ ide Almanya da din gerginliğinin çıkacağını düşünüyor.

Almanların %40’ı kültürler arası bir çatışmanın kaçınılmaz olduğu kanısında. Benzeri araştırmaları Hollanda’da, Fransa’da ve Belçika’da yapılırsa ortaya buna yakın sonuçlar çıkacaktır.

Kültür uyuşmazlığına bir diğer örnekte Hannover’de bir sünnet düğününde yaşanmıştır. Sünnet düğününde yirmi kadar araç, elde bayraklarla trafiğe çıkılıyor. Konvoy sürekli korna çalarak havaya kuru sıkı ateş ederek ilerliyor. Alman polisi müdahale edince polisle çatışıyorlar. 7 polis yaralanıyor. 6 Türk tutuklanıyor.

Küreselleşmenin kültürel değerlerimiz ile olan ilişkisine kısaca temas ettikten sonra, toplumsal değişim üzerinde durmak istiyorum.

Bugün insanları kararlarında kişisel tercihin ağırlık kazandığını görüyoruz. Kuşkusuz bu tercih özgür irade fikrini ortaya çıkarıyor. Bu düşünce sistematiği içinde toplumdaki insani tercihlerin çoklu tercih, esasına göre şekillenmesi dikkatlerimizi çekecek özellikler taşıyor. İnsanların bazıları seküler, bazıları dindar bir yaşam tarzını benimsiyorlar. İslami alanda giderek katı bir muhafazakarlaşma yaşanırken, laik kesimde ise ulusal bağımsızlık, milliyetçilik fikirleri güç kazanıyor.

Türkiye’de yaşanan bu değişimin dikkatle izlenmesi ve Anayasa ile hudutları belirlenmiş Cumhuriyetimizin temel değerlerini zorlayacak bir yapıya dönüşmemesi hayati önem taşımaktadır.

Esasen son Yüzyıl içinde Türkiye’de iki temel kavramın tartışıldığını görüyoruz, bunlardan biri milliyetçilik (sömürgeciliğe karşı gelişmemiş, Osmanlıdan Ulus-Devlete geçiş sürecinde başlamıştır.) Diğeri de Muhafazakarlıktır (Geçmişle irtibatı koparmadan, modern Dünya ile bütünleşmedir.)

Diğer taraftan Türkiye’nin sosyal değişiminde iki temel parametreden söz edilebilir biri Eğitim diğeri Demokratikleşmedir. Esasen bu değerler gelenek ile gelecek arasındaki bağın kurulması ve güçlenmesini sağlar.

Bu nedenle bugünkü toplumsal değişimi anlamadan yarının değişimini anlayamayız ve geleceği hayal edemeyiz.

Türkiye’de yaşandığını düşündüğümüz bu değişimde en çok direnç gösteren olgu kuşkusuz zihniyettir. Çünkü zihniyet, insanın değerleri kendine mal etmesi demektir, bu da süreçle ilgili bir konudur.

Zihniyet değişiminde ölçü, insanın kendisine eleştirel bir şekilde bakmasıdır. Bu anlamda toplumda az da olsa bir değişimin yaşandığını kabul etmek mecburiyetindeyiz.

Aslında söz konusu bu değişim yalnız Türkiye ile sınırlandırılamaz. Dünyada da ciddi bir değişim yaşanıyor. Çünkü kültürel farklılıklar bu değişimi körüklüyor.

Küreselleşme ve Türkiye’nin iç dinamiklerindeki değişiklikler ile, kültürel öğelerimizdeki farklılaşma genel hatları ile değerlendirmek gerekirse, özetle şunları söyleyebiliriz.

Bilindiği gibi; dilimiz ulusallığı sağlayan en önemli etkendir. Ancak bu gün yaşanan dildeki kirlenme ve yozlaşma tahammül edilemez boyutlara ulaşmıştır.

Kuşkusuz yazı üslubumuzda dildeki bozulmadan menfi anlamda etkilenmiş bulunmaktadır.

Esasen dilde ve yazıdaki bu bozulmanın önlenmesinde medyanın çok özel ve anlamlı bir yeri olacağını da belirtmek isterim.

Bu bölümde temas etmek istediğim son konu Dünyadaki hakim kültürün, diğer ülkelerin kültürlerini ciddi anlamda etkilediği hususudur. Örneğin yarım asırlık dönem içinde Amerikan sinemasının ülkemizdeki etkilerini, insanların dilinden, giyinişinden, yaşam ve yemek kültürlerine kadar, ne kadar etkilendiğini üzülerek yaşadık.

8.SONUÇ

Atatürk; batının bir çağa sızdırdığı Rönesans ve aydınlanmayı on yılda başarmıştır. Bilimin ve güzel sanatların gelişmesi ve halkın günlük yaşamında bir ölçüde yer alabilmesi Atatürk’ün kültür politikalarının muhteşem bir ürünüdür. Donmuş kalıplar içinde kalan insanlarımız bu sayede dinamik bir evreye girmişler, ancak bu olumlu gelişme 1950’li yıllardan sonra din eksenli politik alan ile hedefine ulaşamamış, toplumumuz geri bıraktırılmıştır.

Atatürk batı uygarlığı konusunda, ulusalcı, gerçekçi bir yaklaşımla çağdaşlaşmayı hedef göstermiş, ancak hiçbir zaman emperyalizmin emellerine hizmet edilmesini istememiş, bunu tüm yaşamı boyunca reddetmişti.

Bu vesile ile; Cumhuriyet’in aydınlanma döneminde bilim adamları ve sanatçılarımızın Anadolu kültürünü yaşatmak için yaptıkları araştırma ve çalışmaları saygı ve şükranla anıyoruz.

Tarihsel ve toplumsal bir kalıt olan kültürü; yeni kuşaklara ancak dil ile anlatabiliriz. Dil ulusallığı sağlayan ana etkenlerden biridir. Ancak dilimizin bu gün içinde bulunduğu kötü durum ile gerek ulusallık gerekse tarih bilincinin giderek zayıflamasını görmekten ciddi endişe duyuyoruz.

Cumhuriyet dönemi kültür hayatımızda çok özel bir görev yapan Köy Enstitüleri, halk evleri ve halk odalarıyla kültür ve sanatın toplumsallaşması mümkün olmuştur. Ancak 1950 yıllarında sonra aydınlanmanın umut ışıkları söndürülmüş ve halkımız tekrar taassup ve cehaletin acımasız kollarına terk edilmiştir.

Yüzyıllar boyunca büyük devletler ve uygarlıklar kuran halkımızın derin kavrayış, sağduyu ve fedakarlık duyguları, bu kötü ve umutsuz görünen durum ve koşullar içinde bile uygun bir çıkış yolu bulacağından hiç şüphemiz yoktur. Çünkü Anadolu davetli, davetsiz herkese kucak açmış, çok özel bir coğrafyadır. Geçmişte yaptığı sentezi bu günde yapacaktır.

Çünkü kültür; toplumun olgunlaşmasını ve kendi içinde tutarlı olmasını sağlar.