8 Haziran 2007 Cuma

AB SÜRECİNDE GÜVENLİK


1. DÜNYA GÜVENLİK SİYASETİ İLE İLGİLİ SON GELİŞMELER:

1990'ların başlarında, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ile, Demir Perdeyi temsil eden Berlin duvarının yıkılması, iki Almanya'nın birleşmesi, Varşova Paktının çökmesi ve Sovyetler Birliği ile Yugoslavya'nın dağılması, Avrupa'daki dengeleri ve dinamikleri değiştirmiş, büyük çaplı bir harp tehdidinin ortadan kalkması, bir süreden beri devam etmekte olan siyasi, ekonomik, askeri ve sosyal yapılanmaların hızlanmasına yol açmış, AB ile ilgili çalışma, inisiyatif ve gelişmeler bir anda büyük bir ivme kazanmıştır.

Bu nedenle, içinde bulunduğumuz dönem Avrupa'nın yeni bir yapıya kavuşturulmasına yönelik faaliyetler ve ülkemizin bu yeni yapılanmadaki yerinin belirlenmesi ile ilgili gelişmeler bakımından önem arzetmektedir.

Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan barış, güvenlik ve istikrarın tüm ülkelerce eşit olarak paylaşılmadığı muhakkaktır. Özellikle tehdidin ortadan kalktığı Merkezi Avrupa ülkeleri, Silahlı Kuvvetleri’nde ve savunma harcamalarında büyük çaplı indirimler yapmışlar, zaten gelişmiş durumdaki ekonomilerine, eğitime, sosyal güvenliğe, kısacası halkın huzur ve refahına daha fazla kaynak ayırma imkanına kavuşmuşlardır. Türkiye'nin durumuna ileride ayrıca değinilecektir. Ancak özellikle terörün, hudut ötesi ve uluslararası boyutunun tahmin edilemeyecek derecede artması, eskisinden farklı güvenlik mülahaza ve endişelerini ortaya çıkarmış, refahın paylaşımındaki farklılık, yeni tehdidin gelişmiş ülkelerin iç huzurlarını ve sosyal düzenlerini tehdit edecek boyutta göç, silah, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı şeklinde ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Birçok yeni oluşumu etkileyen ve askeri, ekonomik, siyasi ve sosyal boyutları ile çok geniş bir alana yayılmış olan güvenlik konusunun, bu nedenle biraz daha irdelenmesinde yarar görmekteyim.

Buraya kadar çizdiğim genel çerçeve içinde, sarf edilen tüm çabalara rağmen güvenlik ve istikrarın tam olarak sağlanamadığı görülmekte, NATO ve Avrupa Birliği, günümüz tehditlerine karşı koymada en önemli iki aktör olarak ortaya çıkmaktadır. Bu kapsamda, her iki örgüt arasında her alanda rekabet ve tekrarlara mani olarak, karşılıklı işbirliği sağlanması da önem kazanmaktadır.

NATO kurulduğu 1949 yılından bu yana üye ülkelerin kollektif savunmasını sağlamakta, müttefiklerin güvenlik çıkarlarını ilgilendiren konularda vazgeçilmez bir kuruluş olmaya devam etmektedir. Washington Anlaşmasının 5 nci maddesindeki kollektif savunma anlayışına uygun olarak, Soğuk Savaş döneminde NATO'nun temel görevi, yeterli askeri kuvvetlere ve modern muharebelerin gerektirdiği imkan ve kabiliyetlere sahip olarak, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkelerinden gelebilecek herhangi bir saldırıya karşı, üyelerini ve bu üyelerin topraklarından oluşan NATO bölgesini koruyabilmekti. Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte NATO, güvenlik mimarisindeki kapsamlı değişimler karşısında, hem Avrupa'daki bölgesel ve etnik çatışmalardan kaynaklanan istikrarsızlık, hemde Avrupa Atlantik bölgesinin ötesinden yayılan tehditlerle mücadele etmek zorunda kalmış ve bu maksatla ilave yükümlülükler üstlenmiştir. Burada en belirgin gelişme, yukarıda belirtildiği gibi sadece kendi bölgesini savunmak yani kendi toprakları içinde askeri harekat yapma mantığı ve ihtiyacı ile teşkil edilmiş kuvvet ve komuta yapılarına sahip olan NATO'nun, şimdi dünyanın herhangi bir yerindeki krizlere, bölgesel ve genel uluslararası barış ve istikrarı tehdit eder bir boyuta ulaşmadan, yerinde müdahale etme imkan ve kabiliyetine sahip olma ihtiyacının ortaya çıkmış olmasıdır.

NATO'nun; krizlerin ortaya çıkmasını, silahlı bir çatışmaya dönüşmesini ve düşmanlıkları önleme kapsamında alacağı tedbirleri içeren Kriz Yönetimi ile; siyasi ve askeri yöntemler kullanarak barışı sağlamak ve muhafaza etmek maksadıyla yapılan Barışı Destekleme Harekatı'ndaki yeni rolü, 1990'ların ortalarından itibaren daha da önem kazanmıştır. NATO'nun değişiminin önemli boyutlarından birisi, Avrupa-Atlantik Bölgesi ve ötesinde barışa destek ve kriz yönetimi operasyonlarını üstlenme yönündeki kararıdır. NATO'nun ilk olarak 1995 yılında taahhüt altına girdiği Balkanlardaki istikrarsızlık ve çatışmalar,üyelerin güvenliği ve Avrupa'nın tümünün barış ve istikrarı açısından doğrudan bir sorun teşkil etmiştir. Daha sonra ittifak, Afganistan'da barışı korumayı taahhüt ederek geleneksel sorumluluk alanının dışındaki güvenlik sorunlarını da ele almaya hazır olduğunu göstermiştir.

1999 yılında kabul edilen NATO Stratejik Konsepti[1] ile, ittifakın karşı karşıya olduğu güvenlik sorunları ve bunlarla mücadele yöntemleri ortaya konulmuştur. Bu belgede, güvenliğe yönelik tehditler "çok boyutlu ve genelde önceden tahmin edilmesi güç" olarak nitelenmiş, kitle imha silahları

ve fırlatma vasıtalarının yarattığı tehdit üzerinde durulmuştur. Belgede ayrıca, ittifakın güvenlik çıkarlarının terörizm, sabotaj ve örgütlü suçlar ile hayati öneme sahip kaynakların akışının kesintiye uğratılması eylemlerini içeren daha geniş çaplı tehditlerden de zarar görebileceği açıkça ifade edilmiştir. Bu konseptte; kriz yönetimi ittifakın temel güvenlik görevlerinden birisi olarak tanımlanmakta, NATO Anlaşmasının 5 nci maddesinde belirtilen kolektif savunma görevine ilave olarak, NATO'nun 5 nci madde dışı harekat olarak nitelendirilen Kriz Mukabele Harekatını da icraya hazır olması hususu belirtilmektedir. Bu konseptin yayımlanmasından ve 11 Eylül 2001 saldırısından sonra, terörizmin oluşturduğu tehditler ve başarısız devletlerden kaynaklanan riskler de artmıştır.

NATO, bir toplu savunma kalkanı olmaktan çıkarak adeta bir güvenlik yöneticisine dönüşmüştür. İttifak, hızla değişen yeni güvenlik ortamında güvenliğin temini ve güçlendirilmesinde etkin biçimde görev yapabilmek için yeni görevler, yeni üyeler, yeni yetenekler, yeni ortaklıklar ve yeni araçlarla, gündemini tüm boyutlarıyla etkileyen sürekli bir değişim döngüsü (transformasyon) içerisine girmiştir. Gerek NATO ve gerekse dış dünya, hayal edilemeyecek şekilde bir evrim geçirmiştir. Bugünkü NATO, soğuk savaş sırasında 40 yıl Batı Avrupa'yı koruyan veya 1990'larda Avrupa'daki soğuk savaş sonrası dönüşüme şahit olan NATO'dan çok daha farklıdır. Bugünkü NATO üyesi ülkelerin % 40'ının bir zamanlar NATO için tehdit kabul edilen Varşova Paktı üyelerinden meydana gelmesi sanırım, yaşanan gelişmeyi ve evrimi çarpıcı bir şekilde açıklamaya yeterli olacaktır.

NATO, daha önce de açıklandığı şekilde, coğrafi sınırlarla tanımlanan bir ittifak olmaktan çıkarak, güvenliğe yönelik tehditlerin sınır tanımayan ve önceden tahmin edilemeyen özellikte bulunduğunu kabul eden ve nerede veyahut ne zaman meydana gelirse gelsin söz konusu tehditlere cevap vermeye hazır bir ittifak halini almıştır. Bunun nedeni, krizleri yerinde bastırmak, yayılmasını önlemek, barış ve istikrarı sağlamaktır. Bu maksatla, sorumluluk sahası dışında (out-of-area) kriz yönetimi ve barışı destekleme harekatı gibi yeni görevler önem kazanmıştır. Bu kapsamda NATO, 2004 yılı Aralık ayına kadar Bosna-Hersek'te SFOR harekatını üstlenmiş, Ağustos 2003 ayından beri Afganistan'da İSAF harekatını icra etmekte, 1999 yılından beri ise Kosova'da KFOR harekatına devam etmektedir. NATO ayrıca, İstanbul zirvesinde alınan karar çerçevesinde, Irak Güvenlik Kuvvetlerine eğitim verme faaliyetlerine başlayarak bu ülkede de önemli bir rol üstlenmiştir.

Bu bağlamda, değişen güvenlik ortamında Türkiye'ye yönelik tehditler de farklı bir şekil almıştır. Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 75'inin yaşadığı, dünya kara kitlesinin yüzde 37'sini kapsayan; dünya ekonomisinin yüzde 60 hasılasının üretildiği; dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinin yüzde 75'inin bulunduğu Avrasya'nın en kritik bölgesinde bulunan Türkiye, böylesine kritik bir coğrafyada yaşamanın hem ödülünü ve hem de bedelini yaşamış tarihi bir mirasa sahiptir. Bulunduğu coğrafya, 21 inci yüzyılda Türkiye'ye yeni risk ve fırsatları da beraber getirmektedir.

Türkiye, üç önemli kriz alanına yakın bir konumda bulunmaktadır. Balkanlar'daki düzensizlik, Kafkaslarda yaşanan güç mücadelesi ile Irak'taki durum, bu bölgelerdeki krizlerden Türkiye'nin etkilenmesini kaçınılmaz kılmaktadır.

Tüm dünyada olduğu gibi, Terörizm ve Kitle imha silahları,Türkiye için de önemli birer tehdit kaynağıdır. Bölgemizde Kitle imha silahlarına sahip olma çalışmaları içinde olduğu değerlendirilen ülkeler bulunmaktadır. Türkiye'ye diğer ülkelerden yasa dışı göç, silah, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı ile bölgemiz civarındaki organize suç örgütlerinin varlığı ülkemize risk olma özelliğini sürdürmektedir.

Özellikle Kafkaslardaki zengin petrol ve doğal gaz yataklarının batıya taşınmasında boru hatlarının henüz devreye girmemesi nedeniyle yaşanan gemi trafiğinin sebep olduğu deniz kirliliği ile, Avrupa'dan Tuna yoluyla taşınan sanayi artıkları denizlerimizin kirlenmesine, doğal hayatın yok olmasına neden olmaya devam etmektedir. Bahse konu kirlenmeler de ülkemiz açısından risk olma özelliğini sürdürmektedir.

Soğuk Savaş sonrasında Avrupada yaşanan barış ve istikrar ortamının tüm ülkeler tarafından eşit bir şekilde paylaşılamadığı yukarıda belirtilmiştir. Etrafındaki tüm istikrarsızlık ve belirsizlikler ile ülkemiz üzerinde oynanan bitmez tükenmez oyunlar nedeniyle, Türkiye ancak güçlü olduğu takdirde varlığını devam ettirmesinin mümkün olduğu bir coğrafyada bulunmaktadır.

2. NATO-ABD-AB İLİŞKİLERİNDE SON GELİŞMELER

Bush’un yeniden seçilmesine müteakip ABD’nin, transatlantik güçlendirilmesini benimsenmesi istikametinde gayret sarfetmekte olduğu görülmektedir. Bunda ABD’nin mevcut meselelerle tek başına başa çıkamayacağını anlaması veya tek başına uğraşmak istememesinin önemli rol oynadığı açıktır. Diğer ülke ve kuruluşlar ile müşterek hareket etmekle aynı zamanda kendisine duyulan tepkiyi azaltmak istiyor olmasıda mümkündür. Bu çerçevede, 22 şubat 2005 tarihinde icra edilen NATO ve ABD-AB zirvelerinde, özellikle Geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP) bölgesinde barışın tesisi ve bu ülkelerde demokratik gelişimin sağlanması, bu maksatla siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda gerekli reformların yapılması konularında ABD, AB ve NATO tarafından yapılabilecek çalışmalara ivme kazandırılması üzerinde durulmuştur.

AB ile ABD arasında görüş ayrılıkları yaşansa da, birçok alanda ortak çıkarlar söz konusudur. AB ve ABD’nin tehdit değerlendirmeleri de pek farklı olmayıp, sadece olaylara yaklaşım ve uygulanan yöntemler farklılık arzetmektedir. 2002 yılında yayımlanan ABD Milli Güvenlik Stratejisi ve 2003 yılında açıklanan AB Güvenlik Stratejisi, Terörizm, KİS ve Başarısız Devletleri en önemli tehditler olarak ifade etmektedir. Bu bağlamda, Irak’ta istikrarın sağlanması,İsrail ve Filistin’de barış içinde yaşayan iki ayrı devlet teşkili, kitle imha silahlarının yaygınlaşmasının önlenmesi, bölgede iyi yöntemlerin teşkili, terörizm ile mücadele, ekonomik ve sosyal koşulların iyileştirilmesi, AB ve ABD arasında işbirliği yapılabilecek alanlar olarak gösterilmektedir.

AB; Avrupa Güvenlik Stratejisi, 1995 yılında teşkil edilen Barselona Süreci ve Genişletilmiş Avrupa Politikası kapsamında hazırladığı Eylem Planlarını yürürlüğe koymuş, Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri ile işbirliğini arttırmış, İsrail – Filistin sorununa yönelik siyasetini etkin hale getirmiş, Suriye’nin Lübnan’daki birliklerini çekmesini resmen talep etmiş ve İran’ın Kitle İmha Silahlarına sahip olmasını önlemeye yönelik politikasına ivme kazandırmıştır.

GOKAP bölgesinde ABD’nin AB’den çok daha fazla olumsuz bir görüntüsü vardır. Dolayısıyla ABD, bu bölgeye yönelik politikalarını uygularken AB ile daha fazla işbirliğine ihtiyaç duymaktadır. ABD’nin Avrupa ülkeleri ile, başta Irak ve Afganistan olmak üzere GOKAP bölgesindeki ortak çıkarları nedeniyle, önümüzdeki dönemde daha fazla işbirliği içerisine girebileceği ve AB’nin bu bölgeye yönelik faaliyetlerini arttıracağı kıymetlendirilmektedir.

Artıca İstanbul zirvesinde NATO, Akdeniz Diyaloğu ile daha gelişmiş bir işbirliği tesisine karar vermiş, Orta Doğu’ya yönelik İstanbul İşbirliği Girişimi ile Körfez İşbirliği Ülkeleri başta olmak üzere, bölgedeki diğer ülkelerle kapsamlı bir işbirliği başlatmış, Kafkaslar ve Orta Asya üzerinden sıklet merkezi tesisini kararlaştırmıştır. Bu arada NATO Genel Sekreteri, eğer taraflar ister ve BM kararı olur ise, NATO’nun İsrail-Filistin barış sürecine katkıda bulunmaya hazır olduğunu ifade etmiştir. Akdeniz Diyaloğu ve İstanbul İşbirliği Girişimi’nin, NATO’nun Orta Doğu barış sürecine gelecekte aktif bir şekilde angaje olabilmesi için uygun bir zemin teşkil edebileceği düşünülmektedir.

3.AVRUPA BİRLİĞİ İLE İLGİLİ GENEL HUSUSLAR:

a. Giriş

Avrupa Birliği kuruluş amacı itibariyle; evrensel nitelikte olup, insan onurunu, özgürlüğünü, eşitliğini ve tesanüdünü temel değerler olarak benimsemiştir.

Avrupa Birliğinde demokrasi ve hukuk devleti temel ilkelerdir. Türkiye Cumhuriyeti olarak yarım yüzyıldır demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından biri olan laik devlet yapısını, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunuyoruz.

Önce bir alt yapı oluşturması amacı ile, Avrupa’daki kurumsal yapılanma, bu arada da güvenlik mimarisi hakkındaki bilgilerinizi tazelemek istiyorum.

Avrupa Birliği, birleşik bir Avrupa inşa etmek amacıyla İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan genel Avrupa bütünleşmesi sürecinin ulaşılan son noktasıdır. Birleşik bir Avrupa oluşturma süreci, 09 Mayıs 1950'de, Fransa'nın resmen ilk Avrupa Federasyonu'nu kurmayı öngören teklifi (Robert Schuman teklifi) ile başlamış ve 18 Nisan 1951 tarihinde altı ülke arasında (Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg) imzalanan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu'nun kurulmasına ilişkin Paris Antlaşmasıyla Avrupa Birliği'nin temeli atılmıştır. Demir-çelik pazarlarının birleştirilmesiyle elde edilen başarı, diğer alanlarda da entegrasyon fikrini doğurmuştur. Bunun sonucunda Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) 25 Mart 1957 tarihinde imzalanan Roma Antlaşması ile kurulmuştur.

01 Temmuz 1967'de Birleşme (Füzyon) Antlaşması'nın yürürlüğe girmesiyle AET'nin yürütme organları, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu'nun yürütme organlarını da içine alarak Avrupa Topluluğu adını almıştır. Avrupa Topluluğu'nun, Avrupa Birliği'ne dönüşümü ise 1991 tarihli Maastricht Antlaşmasıyla olmuştur.

AB'nin üye sayısı, 1973 yılında İngiltere, Danimarka ve İrlanda'nın katılımı ile 9'a, 1981 yılında Yunanistan'ın katılımı ile 10'a, 1986 yılında Portekiz ve İspanya'nın katılım ile 12'ye, 1995 yılında Avusturya, Finlandiya ve İsveç'in katılım ile 15'e ve 2004 yılında Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Polonya, Letonya, Litvanya, Estonya, Malta ve GKRY'nin katılması ile de 25'e ulaşmıştır. 2007 yılında Bulgaristan ve Romanya'nın üyeliği kesinleşmiş olup, Hırvatistan 17 Mart 2005, Türkiye ise 3 Ekim 2005 tarihinde AB'ne katılım müzakerelerine başlayacaktır. Şu andaki 25 AB üyesi ülkenin 19'u aynı zamanda NATO üyesidir.

Avrupa'da kurulan önemli örgütlerden birisi olan Batı Avrupa Birliği (BAB) de, Avrupa'nın mimarisinde bir mihenk taşı özelliği arz etmektedir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, 17 Mart 1948 tarihli Brüksel Anlaşması ile kurulan BAB'nin ilk üyeleri Belçika, Fransa, Hollanda, Lüksemburg ve İngiltere'dir. Savunma Ağırlıklı bir teşkilat olarak kurulan BAB'nin o dönemdeki kuruluş amacı, öncelikle Almanya'nın yeniden silahlanarak Avrupa'yı tehdit etmesini önlemektir Sovyet tehdidinin ön plana çıkması sonucu kuruluştaki amaç değiştirilerek, 23 Ekim 1954 tarihinde imzalanan Paris Anlaşması (değiştirilmiş Brüksel Anlaşması) ile Almanya ve İtalya da Birliğe katılmışlardır.

Avrupa Birliği'ni oluşturan 9-10 Aralık 1991 tarihli Maastricht Anlaşması ve ardından 19 Haziran 1992 tarihli Petersberg Deklarasyonu ile BAB'nin yeni şekli ortaya çıkmıştır. Buna göre BAB'nin, Atlantik İttifakı’nın Avrupa ayağını güçlendirecek bir vasıta olmak üzere geliştirilmesi, bu maksatla Ortak Avrupa Savunma Politikası'nın ifadesi olarak operasyonel yönünün genişletilmesi için somut uygulamaları üstlenmesi öngörülmüştür. Maastricht bildirisi ile BAB'nin operasyonel rolünün geliştirilmesi için gereken çalışmalar belirlenmiş olup, bu kapsamda NATO ile; Lojistik, Ulaştırma, Eğitim, Stratejik Gözlem konularında görüş alışverişinde bulunulmaya başlanmıştır.

19 Haziran 1992 Petersberg Bildirisi ile, BAB ülkelerinin kuvvetlerine verilecek görevler İnsani Yardım ve Tahliye Harekatı, Barışı Koruma Harekatı ve diğer Kriz Yönetim Görevleri olarak belirlenmiştir. 20 Kasım 1992 tarihli Roma Bakanlar Konseyi toplantısında BAB'nin genişlemesi kabul edilmiştir.

15 Mayıs 1995 tarihli Lizbon Bakanlar Konseyi kararıyla Türkiye, Norveç ve İzlanda ortaklık sözleşmesini imzalayarak BAB'ne Ortak Üye, Yunanistan ise AB üyesi olması nedeniyle tam üye olmuşlardır. Avusturya, İsveç, Finlandiya, İrlanda ve Danimarka gözlemci ülke statüsü ile BAB'nde yerlerini almışlardır.NATO'ya üye olmalarını müteakip 23 Mart 1999 tarihinde Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan da BAB'ne ortak üye olarak katılmışlardır.

1999 yılı içerisinde gerçekleşen AB Köln ve Helsinki Zirvelerinde; AB'nin otonom harekat icra edebilme yeteneğine kavuşması doğrultusunda alınan kararlardan sonra, AB bünyesinde Politik-Askeri yapıların oluşturulması çalışmaları başlamıştır. Bu kapsamda, öncelikle Mart 2000'de Geçici Siyasi ve Güvenlik Komitesi ile Geçici Askeri Komite faaliyete geçmiş, Haziran 2001 tarihinden itibaren de, BAB Askeri Karargahı söndürülerek fonksiyonları AB Askeri Kh. tarafından üstlenilmiştir. Bunun sonucu olarak, AB Avrupa kıtasındaki en önemli ve etkili örgüt olma özelliğine kavuşmuştur.

Avrupa Birliği, bir yandan kendi güvenlik yapılanmasını tamamlamaya çabalarken, diğer yandan uluslararası barış ve istikrara katkıda bulunmaya çalışmakta, bu suretle de kendi başına bir güvenlik aktörü olma niyetini benimsemektedir. AB, kendi ilgi sahasında ortaya çıkabilecek her türlü krize müdahale etmeye yönelik imkan ve kabiliyetini geliştirme çabası içerisine girmiş, bu bağlamda 60.000 kişiden oluşacak bir kuvveti teşkil etme Temel Hedefini belirlemiştir. Bu maksatla, kendi terörizm koordinatörünü, savunma ajansını ve kriz bölgelerine gecikmeksizin gönderebileceği hızlı reaksiyon kuvvetlerini teşkil etmeye başlamıştır. Bu kapsamda AB, BM veya diğer uluslararası organizasyonlar ile koordineli harekatta, Sivil Kriz Yönetimi alanındaki yeteneklerini geliştirmek maksadıyla, 16-17 Aralık 2004 zirvesinde "AB Sivil Temel Hedefi 2008" belgesini kabul etmiştir. AB, Sivil Yönetim Merkezi yeteneklerini, BM, AGİT ve diğer uluslararası organizasyonlardan uzman personelin de desteği ile en kısa zamanda geliştirmeyi ve bu konuda her yönüyle uzmanlaşmış bir örgüt haline gelmeyi hedeflemektedir.

Bu çerçevede AB, Mart 2003 tarihinde NATO'dan Makedonya'daki harekatı, 2 Aralık 2004 tarihinde de Bosna-Hersek'teki SFOR harekatını devralmış ve ALTHEA harekatına başlamış, Kongo'da bağımsız AB harekatı icra etmiştir. AB ayrıca, kendisine yönelik tehditleri kontrol altına alabilmek maksadıyla da, K.Afrika ülkeleri başta olmak üzere Orta Doğu bölgesine yönelik politikasını daha da güçlendirmiş, İran ve İsrail-Filistin konularında pro-aktif bir politika izlemeye başlamıştır. AB komşu bölgesinde yer alan ülkelerle Müşterek Eylem Planlarını uygulamaya koymuş, ayrıca Çin ve Rusya ile olan ekonomik ilişkilerini artırmayı planlamaktadır.

Bu arada Türkiye, yeni güvenlik ortamı ve NATO'daki transformasyonu da dikkate alarak, silahlı kuvvetlerinin yapısında önemli değişiklikler başlatmıştır. Türkiye, NATO'nun sorumluluk sahası içinde ve dışında görevlendirdiği ana karargah olan 6 adet Yüksek Hazırlık Seviyeli Karargahı (HRF)'ndan birisi olan 3 ncü Kor.K.lığını (NRDC-T) kurarak NATO'ya tahsis etmiş, NATO Yeni Komuta Yapısının bir unsuru olan Hava Unsur Komutanlığını İzmir'de faaliyete geçirmiş, Barış İçin Ortaklık Eğitim Merkezi, Taktik Hava Mükemmeliyet Merkezi ve Terörizme Karşı Savunma Mükemmeliyet Merkezi olmak üzere 3 adet merkez kurarak NATO'nun hizmetine sunmuş, NATO'nun transformasyonun en önemli unsurlarından birisi olan NATO Mukabele Kuvveti (NRF)'nin 15 Ekim 2003-1 Temmuz 2004 tarihleri arasında yaklaşık 9 ay süre ile Kara Unsur Komutanlığını üstlenmiştir. İçinde bulunduğumuz dönemde de bu kuvvete kara, hava ve deniz birlikleri ile önemli katkılarda bulunmaktadır. Ayrıca, NATO'ya yönelik tehditlerle mücadele için, 26 NATO ülkesinden sadece Türkiye'den sabit birlik tahsisi talep edilmektedir. Bu anlamda Türkiye, hem kolektif savunma ve hem de NATO sorumluluk sahası dışındaki güvenliğe sabit ve intikal edebilir kuvvetlerle güvenliğe önemli katkılarda bulunmaktadır.

Türkiye, NATO ve AB'ye sınırların korunması ve dünyanın muhtelif bölgelerinde özellikle kriz yönetimi görevlerinin icrasında önemli katkılar sağlamaktadır. Bu bağlamda Türkiye, Balkanlar harekat alanına ilave olarak Şubat-Ağustos 2005 tarihlerinde 6 ay süre ile NATO sorumluluk sahası dışındaki Afganistan'da ISAF-VII harekatı ve Kabil Havaalanının işletilmesi sorumluluğu görevlerini de üstlenmiştir. Böylece Türkiye, 3 yıl içerisinde ikinci kez Afganistan'da görev almış olacaktır.

Türkiye, AB'nin tek başına geliştirmeye çalıştığı imkan ve kabiliyetlere de katılmaya önem vermektedir. Bu kapsamda, AB'nin Bosna-Hersek ALTHEA harekatı ve AB Polis Misyonu (EUPM) ile Makedonya'daki AB polis misyonu (PROXIMA)'na katkıda bulunmakta, Avrupa Savunma Ajansı ile ülkemiz arasında kurulması öngörülen idari ilişkiler bağlamında "idari düzenlemeler" belgesinin görüşmelerini sürdürmekte, yeni teşkili öngörülen AB Muharebe Gruplarına katılma niyetini beyan etmektedir.

b. Avrupa Birliği - Türkiye İlişkileri

Türk Silahlı Kuvvetlerinin, modern yapısı, komuta ve kontrol imkan ve kabiliyetleri ve günümüz askeri operasyonlarının gerektirdiği tüm özellik ve yeteneklere sahip olması, Avrupa güvenliğine yapabileceği önemli katkıları açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Türkiye'nin AB'ne tam üye olması, hem AB ve hem de Türkiye için önemli avantajlar sağlayacaktır.

Genel olarak, büyük ittifak ve uluslararası kuruluşlara üye olmak ülkelerin prestijini, kredibilitesini ve kendisine karşı duyulan güveni arttırır. Uluslararası kuruluşlar bir nevi üyelerinin kefilidirler.

Türkiye’nin ise kendine has pek çok özellikleri olduğu ve bunların AB'ye birer katma değer sağlayacağı şüphesizdir.

Türkiye, Avrupa güvenliğine çok önemli katkılar yapabilme imkan ve kabiliyetine ilaveten siyasi, ekonomik ve sosyal bakımlardan da sağlayabileceği önemli katkıların dikkate alınması gerekir.

Türkiye, Avrupa için stratejik önemdeki Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerine erişim sağlayan yollar üzerinde yer almaktadır. Bu kapsamda, Asya'ya havadan ve karadan transit geçiş ile Rusya ve Ukrayna'ya deniz ulaştırması imkanı sağlamaktadır. Türkiye'nin komşuları tarafından, Avrupa'nın temel enerji ihtiyaçları karşılamaktadır. Önemli su kaynaklarına sahip Türkiye, ekonomik ve demografik olarak da önemli bir ülkedir. Türkiye, Dünyanın 21 inci büyük ekonomisine sahip olup, AB üyesi olduğunda nüfus olarak AB'nin en büyük ülkesi olacaktır.

Demokratik ve laik bir ülke; bir güç merkezi ve denge unsuru olarak, bölgedeki istikrar için Türkiye'nin önemi büyüktür. Batı ile bütünleşmesi, birçok ekonomik ve bölgesel teşkilatlara üyeliği ile Türkiye, Avrupa ve komşu bölgesinin güvenliğine de önemli bir katkıda bulunacak, büyük askeri gücü ile AB Güvenlik ve Savunma Politikasına önemli katkılarda bulunma potansiyeline sahiptir. Bu aynı zamanda, AB'nin, Yakın Çevre Politikası olarak da ifade edilebilecek olan, Genişletilmiş Avrupa veya Avrupa Komşuları Projesi ile de uyum içinde olacaktır. Güvenlik ve istikrarın tesisi açısından, değişik ülke silahlı kuvvetlerinin birbirleri ile yakınlaşmasının sağlayacağı faydalar aşikardır. Bölgedeki tüm ülkelerle tarihi ve kültürel bağları olan Türkiye’nin silahlı kuvvetlerinin batı ile doğu arasındaki irtibatın tesisi ve bunların bir araya getirilmesinde oynayabileceği mükemmel rol izahtan varestedir.

Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşme süreci, " Medeniyetler Çatışması" tezlerini boşa çıkaracak, doğu ile batı arasındaki kültür farkının Avrupa değerleri ile uyum içerisinde olabileceğini , barış ve istikrarın tesisine bir engel teşkil etmeyeceğini gösterecektir. Aynı şekilde, AB'nin güney ve güneydoğu komşu ülkelerine yönelik politikalarının yeniden dengelemesine katkıda bulunacaktır. Refah seviyesi yüksek ve AB iç pazarına entegre olmuş bir Türkiye, sadece siyasi istikrar kaynağı değil, aynı zamanda endüstri, alt yapı ve enerji alanlarındaki artan yatırım fırsatlarına sahip dinamik bir tüketici pazarı olacaktır. Ayrıca, Türkiye'nin üyeliği organize suçlar, insan ve uyuşturucu kaçakçılığı ile terörizm gibi ortak tehditlerle işbirliğinde AB'ne önemli avantajlar sağlayacaktır.

Öte yandan Türkiye AB üyesi olmakla, önemli kazanımlar elde edecektir. AB üyeliği ile sahip olacağı ticaret, yatırım ve yüksek üretim kapasitesi, AB iç pazarı ile rekabeti sağlayarak Türkiye'nin büyümesine önemli katkıda bulunacaktır. Türkiye, bugünkü güvenlik ortamında önemli bir teşkilat olan NATO'dan sonra AB'de de söz sahibi olacaktır. Ayrıca, sahip olduğu tecrübe ve AB'nin komşu bölgesindeki ülkelerle tesis ettiği ikili ilişkiler nedeni ile AB'nin Kafkaslar, Orta Doğu, Orta Asya ve Rusya'ya yönelik politikalarının belirlenmesinde önemli bir etkisi olacaktır. Mevcut uygulama değişmediği takdirde, bütün AB kurumlarında sahip olacağı üye sayısı nedeniyle de, alınacak kararlarda da belirleyici bir rol üstlenecektir.

Bu arada, AB'nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) ile Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (ASGP), AB kapsamında üzerinde durulması gereken önemli konulardan birisidir.

1980'li yılların sonundan itibaren, SSCB'nin dağılması, Merkezi ve Doğu Avrupa'da yaşanan köklü değişiklikler, Almanya'nın yeniden birleşmesi, Balkanlar'daki çatışmalar, Orta Doğu ve Körfez'deki olumsuz gelişmeler, AB'ne, tüm üyeleri tarafından uygulanacak bir Ortak Dış ve Güvenlik Politikası oluşturması için elverişli zemini hazırlamıştır. Tek Pazar'ın gerçekleştirilmesi ile ekonomik, ticari ve siyasi anlamda güçlenen Avrupa Birliği, bu gücünü uluslararası ilişkilere yansıtma gereğini de duymaya başlamıştır.

1991 yılında Batı Avrupa Birliği (BAB), Maastricht Deklarasyonu ile kabul edilen Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK)’nin, BAB'ın NATO'nun Avrupa ayağı ve Avrupa Birliği'nin savunma bileşeni olarak görev yapmasını öngörmüştür.

NATO'nun 1994 Brüksel ve 1996 Berlin kararları ile AGSK’nin NATO içinde geliştirilmesine karar verilmiş ve bütün Avrupalı müttefiklerin, NATO imkanlarının kullanıldığı, BAB tarafından yönetilecek bir harekatın bütün aşamalarına tam üye hakları ile katılımı kabul edilmiştir. Avrupa Birliği de,NATO'nun bir bütün olarak katılmayacağı operasyonların AB öncülüğünde icra edilmesine ilişkin yaklaşımlar üzerinde durmaya başlamıştır. AB, bu düşünceyle, kendi öncülüğünde gerçekleştirilecek kriz yönetimi operasyonları bakımından AB'nin yeteneklerinin geliştirilmesini amaçlayan yeni bir politikayı, yani Avrupa Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP)'nı oluşturmayı hedeflemiştir. Esasen Maastricht ve Amsterdam Antlaşmaları, AB'nin bu doğrultudaki hedeflerini net bir biçimde ortaya koymuştur.

2000 yılında yapılan Nice Zirvesi kararları ile AGSP'na ilişkin temel AB organları kurulmuş ve görev alanları saptanmıştır. Bu zirvede, Helsinki Zirvesi ile saptanan AB Temel Hedefi vasıtasıyla askeri yeteneklerin, ayrıca kriz yönetiminin sivil yönlerine dair AB yeteneklerinin nasıl geliştirileceğinin ana hatları belirlenmiş, Batı Avrupa Birliği (BAB)'nin kriz yönetimine ilişkin fonksiyonlarının ne şekilde AB tarafından üstlenileceği karara bağlanmıştır. Ayrıca, AB üyesi olmayan Avrupalı Müttefikler ve diğer aday ülkelerin AGSP'na katılımı ve anılan ülkelerle danışmaların ana parametreleri ve NATO-AB danışma ve işbirliği daimi düzenlemeleri esasları bu zirvede belirlenmiştir. Türkiye'nin AGSP kapsamındaki faaliyetlere katılımı ve NATO-AB stratejik işbirliğinin başlatılması Nice Uygulama Belgesi'nin kabulü ile olmuştur.

NATO içinde oluşturulan Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK), İttifakın Avrupa ayağının güçlendirilmesi amacıyla geliştirilmiş ve ittifakın Soğuk Savaş sonrası dönüşümünün temel unsurlarından birini oluşturmuştur. AGSK vasıtasıyla NATO ile BAB arasında, temelde BAB’nin NATO imkan ve yetenekleriyle NATO'ya sıkı şekilde bağlanmasını sağlayan yakın bir işbirliği oluşturulmuştur. Ancak NATO Washington Zirvesi'nin gerçekleştirildiği 1999 yılına gelindiğinde, 1997'de imzalanan AB Amsterdam Antlaşması ile Ortak Dış ve Güvenlik Politikası'nın zamanla ortak savunmanın oluşturulmasına imkan verecek şekilde geliştirilmesi ve 1998 yılında Fransa ve İngiltere arasında gerçekleştirilen St. Malo Zirvesi'yle Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'nın temellerinin atılması kararları alınmıştır. Böylece, NATO-BAB işbirliği çerçevesinde İttifak'a bağlı olarak geliştirilmeye çalışılan Avrupa Güvenlik ve Savunma ayağının temeli AB'ye doğru kaymaya başlamıştır.

NATO, Washington Zirvesi kararıyla AB içindeki söz konusu gelişmeleri memnuniyetle karşıladığını belirtmiş, NATO'nun müdahil olmadığı durumlarda AB'nin otonom askeri harekat gerçekleştirme kararlılığını not ettiğini, bu durumda NATO ve AB'nin NATO-BAB ilişkisi temelinde işbirliği mekanizması geliştirmesi gerektiğini, yine BAB’deki danışma düzenlemeleri çerçevesinde, AB öncülüğündeki operasyonlara AB üyesi olmayan Avrupalı Müttefiklerin katılımının sağlanmasının önem taşıdığını ve bu bağlamda Berlin kararlarının daha da geliştirilmesi gerektiğini kaydetmiştir. Böylece AB üyesi olmayan Avrupalı Müttefiklerin AGSP’na katılımı ile bundan böyle Berlin olarak adlandırılan düzenlemeler arasında bir bağlantı kurularak, bu denklem çerçevesinde AB'nin, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasını geliştirme çabalarına destek olunmuştur.

Türkiye, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliğinin geliştirilmesi sürecine başından beri ilke itibariyle destek olmuş, NATO ve BAB’deki çalışmalara da bu anlayışla katılmıştır. Bu çerçevede, politikamızın temelini, AB'ne üye olmayan Avrupalı NATO müttefiklerinin AB içindeki yeni AGSP yapı ve mekanizmalarına katılımını mümkün kılacak kurumsal çerçevenin tesisi ve ayrıca NATO-BAB düzenlemelerinin kurulmakta olan NATO-AB düzenlemelerine temel teşkil etmesi oluşturmuştur.

NATO Washington Zirvesi kararları beklentilerimizin karşılanması bakımından hassas bir denge temin etmiştir. Bununla birlikte, AGSP’na ilişkin olarak AB Köln, Helsinki, Feira ve özellikle Nice Zirvesi sonuçları, oluşturulmakta olan bahse konu yapı ve mekanizmalara katılımımız bağlamında beklentilerimizi karşılamaktan uzak kalmıştır.

AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası ile Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası, AB Anayasası'nda ayrıntılı olarak açıklanmakta ve bu konuda üye ülkelerin takip edeceği siyaset ortaya konulmaktadır. AB ayrıca, Türkiye'ye ilişkin hazırladığı ilerleme raporlarında, Türkiye'nin AB'nin bu konudaki politikasına uyum durumu ve sağladığı katkıları da belirtmektedir.

12 Ocak 2005 tarihinde Avrupa Parlamentosu'nda kabul edilen ve üye ülkeler tarafından onaylanma sürecinde olan AB Anayasası'nda[2] AB Ortak Dış ve Güvenlik Politikasına ilişkin yer alan hususlar, üye ülkeleri bu konuda ortak bir anlayışa sahip olmaya zorlamakta, ancak hareket serbestisi de sağlamaktadır.

AB Anayasası'nın 39.1 maddesindeki "AB, üye devletler arasında müşterek siyasi danışmaya, genel çıkar konusu olan hususların belirlenmesine ve üye devletlerin faaliyetlerinin daima artan bir biçimde aynı noktaya doğru yönelmesini sağlamaya dayanan, ortak bir dış politika ve güvenlik politikası güder." ifadesi ile, konuya ilişkin esaslar vurgulanmaktadır.

40.1 maddesindeki "Ortak güvenlik ve savunma politikası, ortak dış politika ile güvenlik politikasının bölünmez bir parçasıdır. Ortak güvenlik ve savunma politikası, Birlik’e sivil ve askeri varlıkları sevk etmek için operasyonel güç sağlar. Birlik, BM Anlaşması ilkelerine uygun olarak barışı sağlamak, çatışmaları önlemek ve uluslararası güvenliği güçlendirmek amacıyla, bunları Birlik dışındaki görevlerde kullanabilir. Bu görevlerin yerine getirilmesi, üye devletlerin sağladıkları güçler tarafından üstlenilir." ifadeleri ile, ülkelerin bu maksatla askeri güçlerini tahsis etmeleri hususu belirtilmektedir.

40.2 maddesindeki "Ortak güvenlik ve savunma politikası, Birlik'in ortak savunma politikasının aşamalı olarak tasarlanmasını içerir. Oy birliğiyle hareket eden Avrupa Konseyi bu doğrultuda karar aldığında bu durum, ortak bir savunmanın ortaya çıkmasına yol açar. Bu durumda Avrupa Konseyi, üye devletlere kendi anayasal kurallarına uygun olarak bu tür bir kararın kabul edilmesine dair tavsiyede bulunur. Birlik’in bu maddeye ilişkin politikası, bazı üye devletlerin güvenlik ve savunma politikalarının özel niteliğini ihlal etmez, ortak savunmalarının Kuzey Atlantik Paktı dahilinde Kuzey Atlantik Teşkilatında tanındığını kabul eden bazı üye devletlerin yükümlülüklerine uyar ve bu çerçevede ortak güvenlik ve savunma politikası ile uyumludur." ifadeleri, üye ülkelere uygulayacakları politikalarda bir nevi esneklik sağlamaktadır.

Madde III-195.2 maddesindeki "Üye devletler ortak dış politikası ve güvenlik politikasını etkin bir biçimde ve şartsız olarak sadakat ve karşılıklı dayanışma ruhu içinde desteklerler. Üye devletler, karşılıklı siyasi dayanışmalarını artırmak ve geliştirmek için birlikte çalışırlar. Birlik'in çıkarlarına ters düşecek veya uluslararası ilişkilerde birleştirici bir güç olarak etkinliğini zayıflatacak herhangi bir faaliyetten kaçınırlar." ifadeleri ile üye ülkeler arasında karşılıklı dayanışmanın önemi vurgulanmaktadır.

Bu noktada belki bir hususun altının çizilmesinde fayda vardır. Bir ittifak içinde üye ülkeler,her konuda tamamen bağımsız hareket etme hakkını, imkan ve kabiliyetini muhafaza ederek sadece ortak bir amaç için gayret birliği yaparlar.

AB'de durum farklıdır. AB bir entegrasyon yani birleşme ve bütünleşmedir. Hükümranlık haklarının bazılarından fedakarlık ederek ortak bir noktada buluşmayı kabul etmek gerekmektedir. Hudutların kaldırılması, ortak para sistemine geçilmesi, ekonominin, yasamanın (Avrupa Parlamentosu), hukukun, dış politikanın,vb birleştirilmesi hatta yenen ekmeğe,içilen suya standart getirilmesi demek AB.

AB Anayasası'nın 2007 yılına kadar üye ülke meclîslerinde onaylanması ile birlikte AB'nin, uluslararası alanda hukuki bir kişilik kazanacağı, Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası kapsamında yeterli sivil, askeri ve ekonomik vasıtalarla uluslararası ilişkilerde daha etkin bir konuma geleceği değerlendirilmektedir. Bu bağlamda, en son Irak krizinde görülen bölünmüş AB izleniminin ortadan kalkmasında AB Anayasası'nın önemli bir etken olması beklenmektedir.

Ayrıca, Anayasa'da OGSP bağlamında yer alan hükümler, AB'nin bütünleşmesinde ODGP ve AGSP’den daha ileri aşamalara geçildiğini ortaya koymaktadır. Anayasa'da "kolektif" yerine "ortak" savunmadan bahsedilmesinin, yaratılan hükümlülüğün Kuzey Atlantik Anlaşmasının 5 nci maddesi taahhüdüne benzer olmadığını ve katılımın isteğe bağlı nitelik taşıdığını ortaya koymak olduğu, bununla birlikte, söz konusu "ortak savunmanın" ileride müşterek bir yükümlülük yaratmaya yönelik olduğu kıymetlendirilmektedir. Bu bağlamda, Anayasa'da, bir yandan sayısı 19 olan "belirli üye devletlerin" NATO ile mevcut ilişkilerine zarar getirmeyeceğine dair hükümlere yer verilmekte, diğer yandan da Birlik içi ortak savunma mekanizmalarının temelleri atılmaktadır.

AB Anayasası'nın öngördüğü önemli özelliklerden biri de, özellikle güvenlik ve savunma kapsamındaki bazı kararların "yapılandırılmış işbirliği" ve "dayanışma" gibi hükümlere dayanarak, AB içinde tam bir konsensüs sağlanmadan bazı üyelerin kendi aralarında ortak dayanışmaya gitmesi yolunun açılmış olmasıdır. Böylece, ortaya çıkacak bir krize ilk müdahale hakkının NATO'ya ait olması ilkesinin aşındırabileceği ihtimali ortaya çıkmakta ve gerektiğinde isteyen AB üyelerinin kendi aralarında işbirliği yaparak, AB şemsiyesi altında, AB harekatı icra etme imkanı yaratılmaya çalışılmaktadır.

c. Avrupa Birliği İçin Türkiye’nin Önemi

Konuya Avrupa Birliği değerlendirme raporundan ilgili bölümleri aktararak girmek yararlı olacaktır.

“Türkiye’nin Avrupa Birliğine katkısı, hem AB, hem Türkiye açısından zorlu bir süreç olabilecektir. Ancak bu süreç iyi yönetilirse, her iki taraf içinde önemli fırsatlar sunabilecektir.

Türkiye’nin AB ‘ye katılımı kültürel ve dini özellikler ile birlikte nüfusu, büyüklüğü, coğrafi konumu, ekonomik, güvenlik ve askeri potansiyelinin birleşik etkisinden dolayı önceki görüşmelerden farklı olabilecektir. Bu etkenler, Türkiye’ye bölgesel ve uluslararası istikrara katkıda bulunma kapasitesi verir. Türkiye’nin komşuları ile mevcut siyasi ve ekonomik bağları dikkate alınırsa, bu bölgelere yönelik AB politikaları ile beklentiler de aynı zamanda artacaktır.

Türkiye’nin olası katılımının zamanın belirsizliği, genel olarak uluslararası ve özellikle Türkiye’nin yakın çevresindeki gelişmelerin kestirilemezliği, önümüzdeki 10-15 yıl içinde AB’nin nasıl şekilleneceği sorusu ve nihayetinde aynı zaman diliminde Türkiye’nin evrimi ve iç dönüşümünün mecrası, nüfusunun büyüklüğü, ekonomik hacmi ve istikrarsızlık, uluslararası gerilimler, iç çatışmalar, azınlık meseleleri ve çatışan ekonomik ve enerji çıkarlarıyla dolu bir bölgedeki coğrafi konumu Türkiye’yi de dahil edecek bir AB genişlemesinin daha önceki gelişmelerden farklı kılmaktadır.”

Yukarıdaki analizden şu unsurlar ortaya çıkmaktadır;

Türkiye, AB üyeliği ile istikrarsızlık kaynağı potansiyeli olan Akdeniz, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya gibi komşu bölgelerde dış politikayı etkileyecek stratejik olarak önemli bir ülkedir.

Türkiye’nin AB üyesi devletler ile yukarıda adı geçen bölgelerde birçok açıdan örtüşen, fakat bazı hallerde farklılık arz eden önemli çıkarları vardır.

Türkiye ekonomik modernizasyonunu, sosyo-ekonomik gelişimini ve bölgeye entegrasyonunu sürdürdüğü takdirde bölgede önemli bir istikrar unsuru olabilecektir.

AB üyesi olarak Türkiye’nin birçok ulusaşırı konuda (enerji, su kaynakları, sınır yönetimi, terörle mücadele) önemi olacaktır.

Büyük askeri harcamaları ve insan gücüyle Türkiye AB’nin güvenlik ve savunma politikalarına kayda değer katkı yapabilecek maddi kapasiteye sahiptir.

Uluslararası konularda Türkiye genel olarak tutumunu AB’nin ortak dış ve güvenlik politikasıyla uyumlaştırmakla birlikte bazı hassas konularda (insan hakları , Ortadoğu) durum farklıdır.

Türkiye’nin AB entegrasyon sürecine başarıyla katılması, İslam Dünyası inançlarının AB değerleriyle bağdaşmayacağı tezini boşa çıkarabilir.

Bununla birlikte, Türk Dış Politikasının gelecekteki gelişimi Türkiye’nin özellikle ordunun, dinin ve sivil toplumun rolü alanlarında iç gelişmelerinden önemli ölçüde etkilenecektir.

Nüfus Potansiyeli itibariyle AB’nin en büyük üyesi olabilecek Türkiye, dış politikada önemli etkiye sahip olabilecek, bununla birlikte üyelikten ve Avrupa kurumlarında ortak karar alma sürecinden ileri gelen kısıtlamalara tabi olacaktır.

Dış ilişkilerde AB’nin rolü konusunda Türkiye’nin katılımı beraberinde hem avantajlar hem zorluklar getirecektir. Türkiye’nin katılımı çatışmalara meyilli Ortadoğu bölgesine istikrar gelmesine katkıda bulunabilecek, bununla birlikte AB’yi bölgenin zorlu siyasi ve güvenlik sorunlarının daha çok içine çekebilecektir. Türkiye’nin üyeliği AB’nin küresel ve bölgesel ağırlığını arttırabilecek, bununla birlikte özellikle oy birliği gerektiren alanlarda karar almayı karmaşıklaştırabilecektir. Özetle, Türkiye bölgede istikrarı ve AB’nin ağırlığını geliştirecek bir faktör olabilecek, fakat aynı zamanda üyeliği dış politika alanında fırsatların yanında zorluklar da yaratabilecektir.

Yukarıda açıklanan değerlendirmelerin ışığında; büyük risk bölgelerinin ortasında istikrar unsuru olmaya çalışan Türkiye; AB’nin Akdeniz politikası açısından son derece önemli bir ülkedir.

Türkiye’nin AB üyeliği, farklı kültürler arasında uyum sağlama özlemini taşıyan dinamiklerin tarihin akışıyla buluştuğunu simgeleyecek ve Avrupa’nın manevi dokusunu zenginleştirecektir. AB'nin bir Hristiyan Kulübü olmadığı, kültürel çeşitlilikten güç aldığı, hoşgörülü bir topluluk olduğu vurgulanacaktır.

Türkiye'nin; siyasi, askeri ve ekonomik ağırlığı, jeopolitik konumu, enerji kaynaklarına ve ulaşım hatlarına yakınlığı, Türki Cumhuriyetler ve İslam Ülkeleriyle ilişkileri AB'ye somut ve özgün katkılar sağlayacak, Avrupa'nın evriminde önemli bir rol oynayacaktır.

Türkiye'nin üyeliği, AB'nin güvenliğini artıracaktır. AB uzun süredir ortak bir ordu kurmak için çaba sarf etmektedir. Türkiye, NATO üyesi 23 Avrupalı ülkenin toplam ordularının yüzde 27'sine tek başına sahip ve bütçesinde askeri harcamalara en büyük oranı ayıran ülke durumundadır. Bosna-Hersek, Somali, Kosova ve Afganistan'da uluslararası operasyonlarda yer almış olması nedeniyle bu konuda önemli tecrübeleri bulunan bir ülkedir. Dolayısıyla Türkiye'nin katılımı, AB'nin küresel aktör olma becerisini ortak savunma alanında da olumlu etkileyecek, diğer bir ifadeyle, Türkiye'nin üyeliği Birliğe yeni birtakım sorunlar getirilebileceği düşünülse bile, başarılı olunması halinde Türkiye’siz asla erişilemeyecek önemli fırsatlar sunacaktır.

AB Ortak Savunma ve Güvenlik Politika Yüksek Temsilcisi Javier Solona’da,Türkiye'nin büyük stratejik öneme sahip bölgede hayati bir oyuncu olduğunu belirtmiştir. Solona, "Türkiye'nin AB'ye üyeliği bölge istikrarına katkı sağlamanın yanı sıra, AB'nin dünyanın bu bölgesine erişimini de güçlendirecektir." demekle bu konunun AB açısından önemini vurgulamıştır.

Bugün AB için en önemli tehditlerden birisi olan yasadışı göç Türkiye'ye yakın ülkelerden kaynaklanmaktadır. AB üyeliğiyle Türkiye, bu göçün önlenmesinde diğer Avrupa ülkeleri için kalkan niteliğine sahip önemli bir ülke olacaktır.

AB, siyasi olarak ABD'nin 10 bin kilometre uzaktan gelip müdahalede bulunduğu bölgede, bir yönüyle sınır komşusu olacaktır. Bu AB'nin bölgede siyasi ağırlığını artıracağı gibi, AB'ye bölgesel bir aktör olmaktan çıkıp, küresel bir aktör olma potansiyeli kazandıracaktır. AB, Türkiye'nin üyeliğiyle dünyanın en zengin petrol ve doğalgaz rezervlerine erişimi mümkün olacaktır.

AB'nin güvenlik çıkarları enerji, ulaştırma ve sınır kontrollerini içermektedir.Özellikle enerji konusunda Türkiye'nin oynayacağı rol tartışmasız çok önemli olacaktır. AB bu sayede dünyanın enerji bakımından en zengin bölgeleriyle komşu olacaktır. Böylelikle hem AB enerji arzını koruyabilecek, hem de bu bölgelerin enerji ürünlerine yeni pazarlar sağlayabilecektir. Türkiye'nin üyeliği ayrıca, AB ve güney komşuları arasında karayolu, demiryolu, hava, deniz ve boru hattı bağlantılarını ciddi biçimde güçlendirecektir.

Türkiye'nin üyeliği, AB'yi Ortadoğu ve Kafkaslara komşu haline getirecek, AB'nin, etki alanını genişletmeyi ve yakın çevresinde istikrar alanı oluşturmayı hedefleyen Avrupa Komşuluk Politikasını uygulaması kolaylaşacaktır.

AB'nin mevcut 25 ve müteakiben Türkiye hariç 28 üyelik demografik sosyo-kültürel gücüyle stratejik bir güç olarak Dünya Güvenlik Politikalarında önümüzdeki 20 yıl içinde yer alabilmesinin pek de makul bir beklenti olamayacağı aşikardır. Çünkü Dünya Güvenlik Politikalarının temel parametresi olan enerji kaynakları nitelik ve nicelik olarak muhtemelen 2020'lerde değişecek ve Karbon kökenli enerji kaynaklarının önemi elle tutulur bir şekilde azalma sürecine girecektir. Yeni enerji kaynakları üzerinde oluşacak güvenlik politikaları stratejik askeri güce sahip olmayı her zaman olduğu gibi gerekli kılacaktır.

AB, son olarak aldığı 10 Doğu Avrupa ülkesiyle, 2004 yılında ABD'yi geride bırakarak dünyanın en büyük ekonomik gücü haline gelmiştir. Romanya, Bulgaristan ve Hırvatistan'ın üyeliğiyle daha da güçlenecektir. Ancak süper güç olabilmesi için Türkiye'nin üyeliğine ihtiyacı olduğunu dini ve sosyo-kültürel kaygılardan uzak Avrupalı politikacılar da teslim etmektedirler.

15 üyeli iken, ABD'nin milli gelirinin 831 milyar dolar gerisinde kalan AB, 2004 yılında içine aldığı 10 üye ile ABD'yi 116 milyar dolar geçmiştir.

AB, Türkiye'nin içinde bulunduğu 4 adayı içine aldığında ABD'yi 856 milyar dolar geride bırakacaktır. AB, tam üye adayı Türkiye, Romanya, Bulgaristan ve Hırvatistan'ı hemen üye alması durumunda, yüzölçümü 5 milyon Km2'yi (5 milyon 168 bin), nüfusu 550 milyonu (559,2 milyon) aşacak, GSMH 12 trilyon dolara yaklaşacaktır (11 trilyon 770 milyar dolar).

Adaylar içinde AB verilerini tek başına en fazla etkileyen ülke Türkiye'dir. Türkiye, hemen şimdi üye olsa AB'nin nüfusunu % 15,6, milli gelirini % 4,3, yüzölçümünü ise % 19,4 artıracak, ortalama gelirini ise % 9,8 düşürecektir. Bulgaristan ve Hırvatistan'ın AB'ye etkileri kayda değer olmaz iken, Romanya'nın etkisi de Türkiye'nin üçte birinde kalacaktır.

Türkiye'nin üyeliği, geniş alana yayılan yüzölçümü, kültürel yapısı, jeopolitik konumu ve yer altı kaynaklarıyla, Avrupa Birliği açısından atılmış büyük bir adım olacaktır. Özellikle Türkiye'nin Müslüman kültürüne dayanan toplumsal yapısı, gücü ve uluslararası standartlarda etkinliğini her zaman kanıtlamış olan TSK ve henüz günlük alanda kullanımı mümkün olmasa da büyük olasılıkla 2020'lerin stratejik enerji ham madde kaynakları arasında sayılacak Bor gibi madenleri AB'nin stratejik bir güç olarak ortaya çıkmasını sağlayacaktır.

Ayrıca, eğer Türkiye'nin AB üyeliği başarılı olursa, laiklik ve demokrasi için müslüman ülkelere ve bu çerçevede özellikle Ortadoğu'ya güzel bir örnek teşkil edecektir.

AB'nin en önemli kazancı ise; Türkiye'nin katılımıyla birlikte gelecekte belki de en büyük tehdit olan Medeniyetler Çatışması ihtimaline karşı ön alması ve Batı ile İslam Medeniyetleri arasında köprü olma imkanına kavuşacak olmasıdır. Özellikle 11 Eylül sonrasında ABD'nin küresel boyutta izlediği politikalar nedeniyle teoriden pratiğe dönüşen "Medeniyetler Çatışması" gerçekten de günümüzün en önemli tehdididir. Bu durumu gören ve buna karşı tedbir geliştirmek isteyen gerek Avrupa entelijansiyası, gerekse de Avrupalı devlet adamları Türkiye'nin üyeliğini, bu yönde atılacak önemli bir adım, Medeniyetler Çatışmasının önemli bir antitezi olarak görmektedirler. Eğer iki medeniyet arasında çok yönlü köprüler kurulacaksa şüphesiz Türkiye; tarihi birikimi, kültürel kimliği ile bu köprüleri kurabilecek en uygun ve iki medeniyet tarafından da kendisine yakın bulunan tek ülkedir. Türkiye'yi içine almakla Avrupa, uzlaşmaz zannedilen iki dînin, iki kültürün, iki medeniyetin AB ortak değerleri gibi evrensel değerler çerçevesinde bir araya gelebileceğini de göstermiş olacaktır. 17 Aralık öncesi ve sonrasında Batı ve İslam dünyasında dile getirilen görüşler bu beklentilerin gerçekçi olduğunu doğrular mahiyettedir. Örneğin; Fransız Le Figaro gazetesiyle söyleşi yapan İranlı sosyolog Ehsan Narahi Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik perspektifinin, İran'da ve diğer müslüman ülkelerde nasıl etki yaratabileceğine dair soruyu şu şekilde yanıtlamaktadır: "Temeli Hıristiyan olan bir Avrupa'nın Müslüman bir ülkeyle evlenmesi, haçlı seferlerinin mirasına artık son verildiğine, İslam ve Hıristiyanlığın birlikte yaşayabileceklerine işaret eder. Türkiye, İran üzerinde her zaman çağdaşlık etkisi yaratmıştır. Fransızların, bilmedikleri için önyargıları olduğunu düşünüyorum, ama on yıl sonra, Türklerin yaşamının Avrupalıların yaşamından çok farklı olmadığını anlayacaklardır"

Avrupa Topluluğu kurulduğu andan itibaren, üye devletler arasında ve dış dünyayla güçlü ekonomik bağlar oluşturmuş, 1990'lardan itibaren tek pazarın ve tek paranın yaratılması yoluyla başka hiçbir yerde örneği görülmeyen bir ekonomik bütünleşme düzeyine erişmiştir. Ancak Avrupa'nın inşası sürecinde neredeyse kırk yıl boyunca, "ortak dış politika ve güvenlik" üzerinde pek durulmamıştır. Güvenlik daha çok NATO'ya ve dolayısıyla da ABD'ye havale edilmiştir.

Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyası ülkelerin farklı politikalar üretmelerine imkan tanımadığından, ortak politika konusunda bir çaba sarf etmeye de ihtiyaç hissedilmemiş ve 2 nci Dünya Savaşının yaraları sarılırken ekonomik ve toplumsal kalkınma öncelik almıştır.

1989'da Varşova Paktı'nın çözülmeye başlaması ile birlikte AB, "Ortak Dış Politika" hedefini, Antlaşmaya dahil ettikleri Maastricht'te değiştirmiştir. Antlaşmanın 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe girmesinden bu yana, Avrupa Birliği, uluslararası sahnede aktif olmaya başlamıştır.

AB ve onun üye devletleri, bugün, uluslararası kalkınma yardımına yönelik fonların yarıdan çoğunu ve dünyadaki insanî yardımın % 50'den fazlasını sağlamaktadır.

Ortadoğu'ya dünya yardımının üçte birini (bunun % 50'si Filistin toprakları için), Rusya'ya ve eski Sovyetler Birliği'nden doğan Cumhuriyetlere yapılan yardımların neredeyse % 60'ını ve Bosna-Hersek'teki yeniden inşa çalışmasının % 40'ını finanse etmektedir. Bütün bunlara rağmen iş ,güvenliğe ve askeri gücün kullanılmasına geldiğinde AB, ekonomik ve siyasi büyüklüğünden beklenmeyecek ölçüde bir yetersizlik içinde kalmıştır.

Bunun sebebi, Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Soğuk Savaş'ın bitmesiyle, Avrupa'ya büyük ölçekli bir saldırı tehlikesinin ortadan kalkması ve Avrupa ülkelerinin silahlı kuvvetlerinde ve savunma harcamalarında önemli indirimlere gitmiş olmalarıdır. Ancak, 1990 sonrasındaki olaylar AB'nin askeri açıdan da bir stratejik güç olması gerektiğini ortaya koymuştur.

Bu gelişmeler sonunda AB, kendi güvenliğini sağlamak için bir takım girişimleri başlatmıştır. Avrupa Güvenlik ve Savunma Planı bu girişimlerin en önemlisidir. Anılan konuda bugüne kadar çok önemli bir başarının elde edildiğini söylemek güçtür. NATO'nun sahip olduğu sadece Komuta-Kontrol sistemlerinin değeri 400-500 milyar dolardır.

Terörle mücadeledeki tecrübesi, disiplini, eğitimi ve harbe hazırlık seviyesiyle dünyanın en iyi ordularından biri ve NATO'nun ABD'den sonra en büyük ordusu olan TSK, Türkiye'nin AB'ye girmesiyle Avrupa Birliğinin askeri gücünün çok önemli bir unsuru olacaktır. Bu durum, Stratejik Dünya oyuncusu olabilmesi için AB açısından en az maliyetli ve en etkin yol olacaktır.

Türkiye'yi ve TSK'yı yanına alan AB, "Dünyanın kalpgâhına hakim olan dünyaya hakim olur Stratejik Öngörüsü" çerçevesinde; ABD ile rekabet halinde Orta Doğu ve Orta Asya'da Çin ve Rusya'ya karşı yürüttüğü nüfuz mücadelesinde, hem durum üstünlüğü hem de güç üstünlüğü bakımından önemli bir avantaj elde etmiş olacaktır.

Türkiye'nin AB için önemi AB Komisyonu’nun 6 Ekim 2004 tarihli raporuyla da tescil edilmiştir. Bu raporda Türkiye'nin önemi özetle şöyle vurgulanmaktadır:

"Türkiye, AB açısından stratejik önemi haiz bölgesel bir kavşak noktasında yer almaktadır. Balkanlar, Orta Asya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz toprakları, Asya ile kara ve hava ulaşımı, Rusya ve Ukrayna ile deniz ulaşımı için transit bir konumda bulunmaktadır. Kayda değer su kaynaklarına sahip olan Türkiye'nin komşuları, Avrupa için hayati enerji arzı sağlamaktadır. Ekonomi ve nüfus açısından, Türkiye önemli bir aktördür, büyüklük olarak dünyanın 21 inci ekonomisidir ve AB üyesi olarak nüfus açısından en büyük üye devlet olacaktır. İşler bir demokrasiye sahip laik bir müslüman ülke olarak, bölgede bir istikrar unsurdur. Batı ittifakıyla olan bütünleşmesi ve birçok ekonomik ve bölgesel kuruluşa üyeliği vasıtasıyla, Avrupa'nın ve komşu bölgelerin güvenliğine katkı sağlamaktadır.’’

AB üyesi Türkiye, güçlü tarihsel, kültürel ve ekonomik bağlarını kullanarak Orta Asya'nın istikrar kazanmasına yardımcı olabilir, demokratik değerlerin gelişmesini teşvik edebilir.

AB'nin güvenlik çıkarları enerji, ulaşım ve sınır yönetimini kapsamaktadır. Türkiye, dünyanın enerji açısından en zengin bölgelerine sınırdaş olması nedeniyle, genişlemiş AB'nin enerji arzının güvenliği konusunda önemli işlevi olabilecektir. Türkiye'nin katılımı, AB'nin bahse konu enerji kaynaklarına erişimini ve bu kaynakların AB tek pazarına güvenli bir şekilde taşınmasını teminat altına alabilecektir. Türkiye'nin katılımı, AB'nin olası tedarik kanallarını çeşitlendirerek hem Rusya ve Ortadoğu, hem de Hazar çevresindeki ülkelerden alternatif ihraç güzergahları sunacaktır. Boğazlar ve Kuzey Irak-Ceyhan boru hattına ek olarak, Bakü Ceyhan boru hattının tamamlanmasıyla birlikte Türkiye'nin önemli bir petrol transit ülkesi konumunun pekişmesi beklenmektedir. Doğalgaz konusunda ise, Türkiye genişlemiş AB ile hem Hazar hem de Orta Doğu üreticileri arasında önemi gittikçe artan bir transit ülke konumunda olacaktır."

Güvenlik konusunun bir başka veçhesi olan terörle mücadele alanında, Türkiye'nin katılımı halihazırda var olan işbirliğini daha da geliştirecektir. Son yıllarda Türkiye aşırı sol ve köktendinci İslamcı gruplardan kaynaklanan birçok terör eyleminin hedefi olmuştur. 11 Eylül 2001 saldırılarından bu yana, Türkiye terörle mücadelede birçok AB girişimine katılmıştır. Büyük askeri harcamaları ve insan gücüyle Türkiye, AB güvenlik ve savunmasına ciddi katkı yapabilecek kapasitededir. Türkiye'nin 2004 yılındaki GSYH'sının % 2,59'u olan askeri harcamaları, tüm NATO ülkeleri arasında oransal olarak en yüksek olanlar arasındadır.

Bütün bu avantajlara rağmen, Avrupa Birliği Türkiye'ye neden sıcak bakmamakta ve üyelik için diğer ülkelerden istemediği şeyleri istemektedir? Bunun birinci sebebi duygusaldır. Türkiye değişik dine ve kültüre sahip bir ülkedir. Avrupa Birliğine üye ülke halklarının büyük bir bölümü, birliği, hristiyan kulübü olarak görmektedirler. Bu husus AB Anayasasının hazırlanması esnasında önemli tartışmalara neden olmuştur.İkinci sebep tarihseldir. Avrupa topraklarının önemli bir bölümü Osmanlı İmparatorluğu tarafından işgal edilmiş ve sayısız savaşlar yapılmıştır. Üçüncü sebep Türkiye 2020'li yıllarda AB'nin en kalabalık ülkesi olarak karar mekanizmalarında etkili olacaktır.Dördüncü sebep ekenomiktir. Ekonomisi bugün için halen gelişme sürecinde, işsizlik oranı üye ülkelere oranla yüksek, tarımda çalışan nüfus oranı ise AB ülkelerinin çok üstündedir. Beşinci sebep Türkiye'nin Dünya'nın kriz bölgelerine yakınlığı ve AB'nin istemeyerek bu krizlerin içine çekilme olasılığıdır.

Türkiye'nin üyeliği bu nedenlerle, avantaj ve dezavantajlar arasında, resmen müzakerelere başlama kararı almış olsa bile, AB'nin kafasını karıştırmaktadır.

ç. Türkiye İçin Avrupa Birliğinin Önemi

Avrupa Birliği Türkiye için bir çağdaşlaşma projesidir. Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyetine gösterdiği "Çağdaş Uygarlık Seviyesinin Üzerine Çıkmak" hedefine ulaşmak için en önemli araçtır. Burada vurgulanması gereken husus, AB'nin bir amaç değil, çağdaşlaşma, demokratikleşme ve refaha ulaşma hedefini elde etmede kullanılabilecek araçlardan biri olduğudur. Bugün için görünürdeki en uygun araçtır, ama tek araç değildir. Türkiye, esasen Osmanlı İmparatorluğunun son 150 yılında yüzünü batıya çevirmiştir. Bu bağlamda Avrupa ile entegrasyon, Cumhuriyet döneminde hız kazanmış ve spordan hukuka, siyasi yapılanmadan eğitime, laiklikten insan hakları ve demokrasi anlayışına kadar hemen hemen her konuda modern Türkiye Cumhuriyeti Avrupa normlarını benimsemiş, Avrupa sistemlerinin içerisinde yer almıştır.

Bugüne kadar Avrupa Birliğine üye olan bütün ülkeler hem ekonomik yönden çok hızlı kalkınmışlar, hem de insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasinin gelişmesi ve siyasi istikrara kavuşma konularında pozitif yönde önemli mesafeler almışlardır. Türkiye de Avrupa Birliğine girerek herşeyden önce ekonomik olarak güçlenmeyi, bireysel hak ve özgürlükleri Avrupa standartlarına çıkartmayı, laik ve demokratik yapısını pekiştirmeyi, işsizliği azaltmayı, çağdaş eğitim sistemine kavuşmayı, bireylerin refah seviyelerini yükseltmeyi, hukukun üstünlüğünü hakim kılmayı, siyasi iktidarların yönetimde keyfi tutumları yerine Avrupa normlarını esas almalarını ve siyasi ahlakın gelişmesini hedeflemektedir.

Konuya güvenlik açısından bakıldığında, AB üyesi Türkiye'nin, milli bütünlüğünü muhafaza etmesi kaydıyla, stratejik önemi, çevre ülkeler üzerindeki ağırlığı ve etkinliği artacaktır. Bu husus, Türkiye'nin komşularıyla olan problemlerini, Yunanistan hariç, çözme ihtimalini güçlendirebilecektir. Yunanistan'la olan Kıbrıs ve Ege Denizi sorunları ise, müzakere sürecinde Yunanistan'ın üye olmasının sağlayacağı avantajla, aleyhimize bir seyir takip edebilecektir.

Öte yandan, Avrupa Birliği 20 yıl önce üye ülkelere sağladığı ekonomik avantajları bugün artık sağlayamamaktadır. Üye sayısının artması ve özellikle fakir Doğu Avrupa ülkelerinin üye olması, Avrupa Birliğinin yeni üyelerine yaptığı ekonomik yardımı azaltmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye üye olsa bile ekonomik pastadan alacağı pay, serbest dolaşım hakkının uzunca bir süre veya hiç verilmeyeceği de dikkate alındığında, geçmişte üye olan ülkelerin aldıklarına nazaran çok daha az olacaktır.

Diğer taraftan tüm üye ülkeler için olduğu gibi, Türkiye de AB'ye üye olduğunda ulusal egemenliğinden bir ölçüde taviz vermek zorunda kalacaktır.

4.AVRUPA BİRLİĞİNİN TÜRKİYE’YE YAKLAŞIMI :

Türkiye’nin AB üyeliğinin sağlayacağı avantaj ve dezavantajlardan dolayı AB’nin Türkiye’ye yaklaşımını “ne seninle, ne sensiz” olarak tanımlamak mümkündür. Bu yaklaşımı daha iyi anlamak için Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Birliği’nin bugüne kadar Türkiye ile ilgili aldığı kararları incelemek yeterli olacaktır. Bu çalışmanın konusu itibariyle burada sadece güvenlik ve silahlı kuvvetlerle ilgili olanlara yer verilecektir.

d. Avrupa Parlemontusu’nun TSK ve güvenlik ile ilgili almış olduğu kararlar :

(1) Azınlıkların durumuna ilişkin olarak ;

22.12.1993 tarihli kararı ;

“Türk devletinin bütünlüğü, yanlızca Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakkıyla, gelenek ve göreneklerinin varlığını sürdürmesiyle, fakat aynı zamanda uygun düzeylerde idari özerklikle de uyumlu olabilmelidir."

24.10.1996 Tarihli Kararı;

"Avrupa Parlamentosu, Dünya'nın her tarafındaki milyonlarca Ortodoks Hıristiyan için, Konstantinopolis'teki (İstanbul yerine bu isim kullanılmıştır.) Patrikhanenin, önemini göz önünde bulundurarak, Türk yetkililerin Ekümenik Patrikhanenin tam olarak korunması konusundaki yükümlülüklerin farkında olarak, Ekümenik Patrikhanenin ve diğer dinsel yerlerin, binaların korunması yönünde, gerekli önlemleri alması için, Türk yetkililerine çağrıda bulunur.

Avrupa Parlamentosu, Patrikhaneye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulunun derhal yeniden açılması çağrısında bulunur"

13.11.2001 Tarihli Kararı;

"Hristiyan Kiliseleri, özellikle mülkiyetle ilgili olarak, zorluklarla karşı karşıya bulunmaya devam etmektedir. Heybeliada'daki Ortodoks Ruhban Okulu'nun 1971 yılında kapatılması konusunda bir ilerleme bildirilememiştir. Çeşitli Kiliselerin yasal statülerinin tanınmamış olması, dini personelin Türkiye'ye erişebilmesi de dahil olmak üzere, bazı kısıtlamalar yaratmaktadır."

15.12.2004 Tarihli Kararı;

"Avrupa Parlamentosu, Türk makamlarına daha önce de başvurmuş olmasına rağmen, Heybeliada Ruhban Okulu halen açılmamıştır.

Hükümetin özel dil merkezlerinde Türkçe dışındaki ana dillerde (Kürtçe, Çerkezce, Ermenice vs.) eğitim verilmesine, medya programları yayınlanmasına, diğer dillerde yayın yapan istasyonlar açılmasına ve işletilmesine izin veren hukuki değişiklikleri yapmış olmasını memnuniyetle karşılamakta ve Hükümeti azınlık dillerinde yayın yapılması ve eğitim verilmesi konusunda kalan tüm kısıtlamaları kaldırmaya davet etmektedir.

Türkiye'yi, söz konusu yasal değişikleri genişletmeye ve bunları Müslüman olmayan azınlıklara (Rumlar, Ermeniler, Museviler, Süryaniler) ilişkin eğitim ve yayında uygulaması yönünde kuvvetle teşvik etmektedir.

Seçim sisteminin %10 barajının azaltılması suretiyle yeniden düzenlenmesi ve bu sayede TBMM'de siyasi güçlerin, ağırlıklı olarak Kürt nüfusun hakim olduğu siyasi partiler dahil, daha geniş temsil olanağı bulmasını sağlama yönündeki çağrısını tekrar etmektedir."

(2) Sözde Kürdistan'ın kurulması faaliyetlerine ilişkin olarak;

17.09.1992 Tarihli Kararı;

"Türk güvenlik güçleri, 1992 yılında 205 kişiyi yargılamadan idam etmiştir.Türkiye'nin güneydoğusunda sürmekte olan OHAL derhal kaldırılmalı; Türkiye'deki Kürt sorunu ile ilgili olarak bir uluslararası konferans düzenlenmelidir."

22.12.1993 Tarihli Kararı;

"Türk Devletinin bütünlüğü, yalnızca Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakkıyla, gelenek ve göreneklerinin varlığını sürdürmesiyle, fakat aynı zamanda uygun düzeylerde idari özerklikle de uyumlu olabilmelidir."

18.01.1996 Tarihli Kararı

"AP, Türk yetkililerden Türkiye'de bulunan tüm Kürtlerin haklarını tanımasını ister."

19.06.1996 Tarihli Kararı;

"AP, TSK'nin sürdürdüğü Askeri Operasyonlardan ve Kürdistan'daki (Güneydoğu Anadolu Bölgemiz) anlaşmazlığa barışçıl bir çözüm bulma yollarını aramayı reddetmesinden büyük kaygı duyar."

20.06.1996 Tarihli Kararı;

"AP, çıkmazı aşmak ve sorunun barışçıl biçimde siyasi bir çözüme doğru gidebilmesi için, ülkenin güneydoğusundaki askeri operasyonları durdurması ve tüm Kürt örgütlerle görüşmelere başlaması için Türk Hükümetine çağrıda bulunur."

19.09.1996 Tarihli Kararı;

"AP, Türkiye'nin Kuzey Irak'ta bir güvenlik bölgesi yaratma niyetini mümkün olan en sert terimlerle reddeder ve bu girişimi uluslararası hukuk ihlali olarak değerlendirir. Türkiye'yi bu plandan vazgeçmeye ikna etmesi için, AB Konseyi'ne çağrıda bulunur."

17.09.1998 Tarihli Kararı;

"AP, Türkiye'nin Kuzey Irak işgalini lanetler ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının milletlerarası sınırların ihlal edilmesini haklı kılmadığını düşünür"

Bu kararda Kürt kimliği yasal olarak tanınarak, PKK'nın ateşkes çağrısına uyulması istenmekte ve Türk Ordusunun, Kuzey Irak'a girmesi işgal olarak tanınarak lanetlenmektedir.

AP Genişleme Grubu'nun 10.02.2000 Tarihinde hazırladığı Türkiye ve Avrupa Birliği İle İlişkiler' raporunda aynen;

"AB kurumları, Türk Hükümetinden Kürt halkına uyguladığı baskılara siyasi bir çözüm bulmasını ister. AP, 15 Ocak 1998 tarihli kararıyla, bu sorunun çözümü için uluslararası düzeyde girişimde bulunması için AB'ye çağrıda bulunmuş, Konsey'e ve üye devletlere Kürtlere karşı insan hakları ihlalleri sorununu BM İnsan Hakları Komisyonunda gündeme getirmeleri çağrısını yapmıştır. Türkiye'nin AB'ye üyeliği için Kopenhag Kriterlerini yerine getirecekse, Kürt sorununun çözümüne kavuşturulmasının hayati önemde olduğunu vurgular."

15.12.2000 Tarihli Kararı;

"AP, Türk yetkililere, Kürt toplumunun siyasi temsilcileriyle, özellikle de ülkelerinin güneydoğusundaki kentlerin belediye başkanlarıyla diyaloga girmeleri çağrısında bulunur."

15.12.2004 Tarihli Kararı;

"Kürtlerin, Türk toplumunun önemli bir parçasını temsil ettiği ve bu nedenle haklarının tümüyle tanınması gerektiği,

Türk ve Kürt siyasi güçlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, dini örgütlerin ve Türkiye'nin ileri gelen kişilerinin müzakerelerin başlamasının Türkiye'deki reform sürecini derinleştireceği ve hız kazandıracağını umduğunu ve AB ile katılım müzakerelerinin başlatılmasını yürekten desteklediğini,

Tüm ilgili tarafları ülkenin güneydoğusundaki düşmanlıklara bir an önce son vermeye, Türk Hükümeti'ni silah kullanmayı bırakmış olan Kürt güçleriyle uzlaşma sağlamak üzere daha etkin adımlar atmaya davet eder.

AP, DEHAP davası ve partinin feshi tehlikesine ilişkin endişelerini dile getirir; ifade özgürlüğüne ve DEHAP benzeri demokratik siyasi partileri kurma hakkına saygı göstermeleri konusunda Türk yetkililerine çağrıda bulunur."

(3)Yunanistan'ın topraklarının AB'nin koruması altında olması hususlarına ilişkin olarak;

15.02.1996 Tarihli Kararı;

"Türkiye'nin AB'nin bir üye devleti olan Yunanistan'ın egemenlik haklarını tehlikeli bir biçimde ihlal etmesinden ve Ege'deki askeri gerginliğin artmasından ciddi biçimde kaygı duymaktadır. Yunanistan'ın sınırlarının, aynı zamanda AB'nin dış sınırlarının parçası olduğunu vurgular.

AP, Doğu Ege'de Kardak Adası ile ilgili olarak Türkiye'nin proaktif askeri operasyonundan kaygı duymaktadır. Kardak Adası; 1923 yılındaki Lozan Antlaşması, 1932 yılında İtalya ve Türkiye arasındaki protokol ve 1947 Paris Antlaşmasına göre, Oniki Adalar grubuna dahildir ve 1960'lı yıllardaki Türk Haritalar, bilinen bu adaları, Yunan toprağı olarak göstermektedir."

17.09.1998 Tarihli Karar;

"AP, Türkiye'den Ege'deki özellikle Kardak Adasına ve Kıt'a sahanlığının sınırlarının belirlenmesine ilişkin olarak farklılıkların giderilmesi çalışmasında uluslararası hukuk ilkelerine saygı gösterilmesini ister."

(4) Kıbrıs'ın Hukuki statüsünün belirlenmesine ilişkin olarak;

18.01.1996 Tarihli Kararı;

"Türkiye'nin Kıbrıs konusunda Gümrük Birliğinin hükümlerine uymasını ister; Komisyonun ve Konsey'in Kıbrıs'ın bölünmesini sona erdirmeyi teşvik edecek gerekli adımları atmasını ister ve onlardan, bu soruna bir çözüm bulabilmede yardımcı olmak üzere bir arabulucuyu aday göstermelerini ister."

19.09.1996 Tarihli Kararı;

"AP Türk Hükümetinden, özellikle işgalci askeri güçlerin geri çekilmesi ve Kıbrıs sorununa adil ve uygulanabilir bir çözüm bulması çağrısında bulunan BM kararını kabul etmesini ve uygulamasını ister. Kıbrıs Hükümeti ile Kıbrıs Türk Toplumunun yönetimine de Kıbrıs sorununa BM Güvenlik Konseyi kararına uygun barışçıl bir çözüm aramaya devam etmeleri çağrısını yapar."

17.09.1998 Tarihli Kararı;

"AP, Türkiye'ye Adanın askersizleştirilmesini sağlamak amacıyla Kıbrıs'tan askeri güçleri çekmesi konusunda pratik adımlar atması çağrısında bulunur."

06.10.1999.Tarihli Kararı;

"AP, Türk yetkililerin Kıbrıs konusunda ilgili BM kararının kabulü ve uygulaması temelinde ve AB'ye katılması konusundaki görüşmelerin kesintisiz bir biçimde sürdürülmesinde bağımsız olarak siyasi bir çözüm bulunmasında bir kez daha aktif bir biçimde katkıda bulunmasını ister."

AP Genişleme grubunun 10.02.2000 tarihinde hazırladığı Türkiye ve AB ile ilişkiler raporunda;

"Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının %37'sini, yasa dışı bir biçimde işgal etmektedir. Genişleme süreci 31 Mart 1998 tarihinde başlamıştır ve 10 Kasım tarihleri arasında Kıbrıs'ın da bulunduğu ilk ülke grubu ile katılma görüşmeleri başlamıştır. Üyelik, Adanın tümünü kapsamalı ve Adayı bölen anlaşmazlığa barışçıl bir çözümün bulunması sürecini hızlandırmaktadır."

25.10.2001 Tarihli Kararı;

"AP, Kıbrıs sorununa kapsamlı ve tatmin edici bir çözüm aramada süren tıkanıklık, sürmekte olan çabaları zayıflayarak genişleme sürecini ciddi bir biçimde aksatacak niteliktedir."

15.12.2004 Tarihli Kararı;

"Türkiye, Loizidou davasında mülkiyet hakkının iadesi ve Kıbrıs Türkiye davasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının yerine getirilmesi gibi bazı önemli AlHM kararlarını henüz uygulamamıştır.

Kıbrıs sorununa ilişkin olarak, uluslararası toplumun, Türkiye'nin Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tanımamasına ilişkin kaygıları sürmekte ve 30.000 Türk askeri Kuzey Kıbrıs'ta konuşlanmaya devam etmektedir.

Özellikle savunma haklarını güçlendiren ceza usulüne ilişkin reformu memnuniyetle karşılamakta; ancak, "temel ulusal çıkarlara tehdit" oluşturduğu iddia edilen eylemleri cezalandıran Yeni Türk Ceza Kanunu'nun 305. maddesi ile özellikle Kıbrıs ve Ermenistan ile ilgili konularda ifade özgürlüğünü hedef alan gerekçeli metnin, 1950 İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Sözleşmesi ile uyuşmadığını düşünmekte ve bu nedenle yürürlükten kaldırılmasını talep etmektedir.

Kıbrıs Rum toplumunun demokratik iradesine saygı göstermekle birlikte Kıbrıs sorununda bir çözüme ulaşılamamasını üzüntü ile karşılamakta ve Kıbrıs sorununun Annan Planı ve AB'nın dayandığı ilkeler çerçevesinde hakkaniyete dayalı bir çözüme ulaştırılması yönündeki yapıcı yaklaşımını devam ettirmesi ve ilgili BM kararlarına uygun olarak ve kuvvetlerini belirli bir takvim çerçevesinde bir an önce geri çekmesi için Türk makamlarına çağrıda bulunmaktadır; böyle bir geri çekilmenin bölgedeki gerilimin daha da azaltılması, taraflar arasında diyalogun yeniden başlatılması ve kalıcı bir çözüme ulaşılması için gerekli bir adım olduğuna inanmaktadır; Türk makamlarının dikkatini müzakerelerin esasen bir tarafta Türkiye'nin diğer tarafta 25 AB üyesi ülkenin bulunduğu hükümetler arası bir müzakere olduğuna; Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bu üye ülkelerden birisi olduğuna; müzakerelerin açılmasının, açıkça Kıbrıs'ın Türkiye tarafından tanındığı anlamına geldiğine dikkat çekmektedir."

(5) Ermeni iddialarına ilişkin olarak;

15.11.2000 Tarihli Kararı;

"AP, 1980'li yıllardan beri 1915 -1917 olaylarını BM' in 09 Aralık 1948 tarihli kararındaki 'Soykırım' olarak ilan ettiği ve Türk Hükümetinin bunu kabul etmesini istediği; Türkiye'nin bu olguyu reddetmesinin AB üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklar."

15.12.2004 Tarihli Kararı;

"Türkiye-Ermenistan sınırının Türk makamlar tarafından henüz açılmamış olması nedeniyle Ermenistan ile iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi fırsatı kaçırılmıştır.

Doğu Anadolu'da Kars yakınında Ani'deki tahrip edilmiş Ermeni kiliselerinin tekrar hacıların ziyaretine açılması, Türk tarihçi Halil Berktay tarafından soykırım konusuna dair önemli bir çalışma yürütülmesi, Ermenistan ile devlet ilişkilerinin tekrar kurulması ileriye dönük hayati adımlar teşkil etmekle birlikte, bu sürecin mantıki sonucunun, Türkiye-Ermenistan sınırının tekrar açılması olması gerektiğidir.

Parlamento'nun Türkiye'nin adaylık statüsü ile ilgili önceki (18 Haziran 1987'den 1 Nisan 2004'e kadar) kararlarında da ifade edildiği gibi, Ermenilere karşı yapılan soykırımı tanıyarak Ermeni halkıyla uzlaşma sürecini teşvik etmesi yönünde Türkiye'ye çağrıda bulunmaktadır.

Geçmiş trajik deneyimlerin açık bir şekilde üstesinden gelinmesi amacıyla, muhtemelen bağımsız uzmanlardan oluşan çift taraflı bir komite tarafından desteklenecek bir uzlaşma sürecinin Türk ve Ermeni hükümetlerince sürdürülmesi gerektiğine inanmakta ve Türk hükümetinden en kısa zamanda Ermenistan ile sınırların tekrar açılmasını talep etmektedir.

Komisyon ve Konsey'e, Türk makamlarından Avrupa Parlamentosu tarafından 1987 ve 2004 yıllan arasında kabul edilen kararlar uyarınca 1915'te Ermenilere karşı işlenen soykırım tarihi gerçeğini resmi olarak tanımasını ve Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırı yakın bir tarihte açmasını talep etmesi yönünde çağrıda bulunmaktadır."

b. İlerleme Raporlarında Silahlı Kuvvetler ve Güvenlik Konularında Yer Alan Hususlar:

(1) 1998 yılı İlerleme Raporu;

(a) Giriş

"Siyasi açıdan değerlendirme, kamu otoritelerinin işleyişinde bazı düzensizlikler olduğunu, insan hakları ihlallerinin sürdüğünü ve azınlıkların tabi olduğu muamelede önemli eksiklikler bulunduğunu göstermektedir. Ordu üzerinde sivil denetim olmayışı endişe konusudur. Millî Güvenlik Kurulu kanalıyla ordunun politik yaşamda oynadığı büyük rol, bunu yansıtmaktadır. Türkiye'nin güneydoğusundaki duruma askerî olmayan, sivil bir çözüm bulunmalıdır, zira ülkede gözlenen medenî ve siyasî hak ihlallerinin pek çoğu şu veya bu şekilde bu konuyla bağlantılıdır. Komisyon, Türk hükümetinin ülkedeki insan hakları ihlallerine karşı mücadele etmede kararlılığını kabul eder, fakat bunun şimdiye kadar pratikte önemli herhangi bir sonucu olmamıştır. Türkiye'nin 1995'te içine girdiği demokratik reform süreci devam etmelidir.

Bu sorunların çözülmesine ek olarak, Türkiye, muhtelif komşu ülkelerle tüm anlaşmazlıkların uluslararası hukuka uygun olarak barışçı yollardan çözüme bağlanmasına yapıcı bir katkıda bulunmalıdır."

(b) MGK

"Millî Güvenlik Kurulu kanalıyla askeriye siyasi yaşamın pek çok alanında önemli bir etki sahibi olmaya devam etmektedir. Millî Güvenlik Kurulu, siyasi yaşamda büyük bir rol oynamayı sürdürmektedir. Olağanüstü mahkemeler sistemi devam ederken, Devlet Güvenlik Mahkemelerinde askeri hakimin yerine bir sivil hakim getirilmesi yargının bağımsızlığı açısından kesin bir iyileşmeyi temsil etmektedir."

(c) İnsan Hakları ve Azınlıkların Korunması

Türkiye'de insan haklarının durumu, Avrupa Konseyi tarafından 1996'da açılmış olan izleme prosedürleri altındadır. Raportörler tarafından Eylül 1998'de yapılan bir Türkiye ziyareti dikkate alınarak, "Türkiye'nin yükümlülüklerini ve taahhütlerini yerine getirmesi" üzerine bir bilgi raporu Ocak 1999'da yayınlanmıştır.

Bilgi raporu, ülkedeki mevcut durumun bir analizini içermekte ve şu alanlarda yoğunlaşmaktadır: "İşkence ve kötü muamele uygulamaları, hukuk devleti, ifade özgürlüğü, hapisteki eski DEP milletvekilleri, anayasal reform ve Kürt kökenli Türk vatandaşlarının haklarına saygı. Raportörler, durumun iyileştirilmesi için Türk makamlarına tavsiyelerde de bulunmaktadırlar."

"Din özgürlüğü bakımından, Lozan Antlaşması ile tanınan dinsel azınlıklar ve diğer dinsel azınlıklar arasında bir muamele farklılığı hâlâ mevcuttur."

(ç) Azınlık Hakları ve Azınlıkların Korunması

"Öcalan'ın yargılanması bağlamında bazı üye devletlerce ifade edilen ümitlerin aksine, Kürt sorunu konusunda bir ilerleme kaydedilmemiştir. Bu ümitler, Öcalan'ın ve diğer bazı önemli PKK mensuplarının tutuklanmasıyla terörizmin kontrol altına alınmasının kolaylaşacağı ve Güneydoğu'nun sorunlarına sivil bir çözüm bulma şansının artacağı beklentisine dayanıyordu. Son Düzenli Rapor'da belirtildiği gibi, bir sivil çözüm kapsamında, Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla, o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir. Örneğin, Kürt dilinde TV yayınlarına, görünüşte siyasî olmayan programlar için hoşgörü gösterilirken, resmî olarak hâlâ müsaade edilmemektedir. "

(d) Kıbrıs

"1996 yılında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Kuzey Kıbrıs'taki emlakına erişim imkanından mahrum edilmiş olan bir Kıbrıslı Rum kadının (Bayan Loizidou) davasında Türkiye aleyhine bir karar almıştır. Temmuz 1998'de aldığı ikinci bir kararla, Mahkeme, davacı lehine parasal tazminata hükmetmiş ve tazminatı ödemesi için Türkiye'ye Ekim 1998'e kadar süre tanımıştır. Türkiye bugüne kadar, söz konusu arazinin Türkiye'de değil KKTC'de bulunduğu gerekçesiyle, Mahkeme'nin kararına uymamıştır. Nisan 1999'da, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin Başkanı, Türkiye'nin Mahkeme tarafından belirlenen tazminatı ödemekle yükümlü olduğunu hatırlatmıştır. "

(e) Göç/Sınır Kontrolleri

"Sınırlar ile ilgili olarak, deniz sınırları İçişleri Bakanlığı'na bağlı olan sahil muhafazanın sorumluluğu altındadır; kara kuvvetleri (Millî Savunma Bakanlığı) ve jandarma (İçişleri Bakanlığı) ise kara sınırlarının korunmasıyla görevlidir. Gelecekte, koordinasyonu ve verimliliği arttırmak için, sınır kontrolleriyle görevli farklı birimlerin tek bir Sınır Muhafaza teşkilatı içinde birleştirilmesi düşünülebilir."

(f) Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası

"Aralık 1997'deki Lüksemburg Avrupa Konseyi sonrasında, Türkiye, Ege'deki sınır anlaşmazlığı, Kıbrıs ve demokratikleşme süreci gibi hassas konularda Avrupa Birliği ile siyasî diyalog içine girmeyi reddetmiştir. Ayrıca, Avrupa Konferansı'na katılması için Lüksemburg Avrupa Konseyi tarafından yapılan daveti geri çevirmeye devam etmiştir. Ancak, Eylül 1999'da, Dışişleri Bakanı Cem, Genel İşler Konseyi'nin öğle yemeğine katılmış ve Ekim ayı başlarında Ekim 1997'den beri ilk defa (AB-Türkiye siyasî diyalogu üzerine 30 Ekim 1995 tarihli Ortaklık Konseyi kararında öngörülen) bir Siyasî Direktörler Troyka toplantısı gerçekleşmiştir.

Türkiye, dışişleri ve güvenlik politikası alanında AB tarafından benimsenen tavırlara ortak edilmeyi istememiştir.

Türkiye'nin Kıbrıs sorunundaki konumu, hem BM kararlarıyla hem de Avrupa Birliği'nin tavrıyla uyumsuzdur ve ayrıca Avrupa-Akdeniz Ortaklığı üzerinde olumsuz bir etki yapmaktadır. Türkiye ve Kıbrıslı Türkler, 21 Haziran 1999 tarihli G-8 Zirvesi'nin bildirgesini kabul etmemişler ve 20 Temmuz'da, Başbakan Ecevit önderliğinde, Başbakan Yardımcısı Bahçeli, Dışişleri Bakanı Cem ve diğer bakanların katıldıkları yüksek düzeyde bir Türk delegasyonu, 1974 müdahalesinin 25 inci yıldönümünü kutlamak ve Türkiye ile "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti" arasındaki politik ve ekonomik bağları güçlendirmek için Kuzey Kıbrıs'a gitmiştir.

Ege'deki sınır anlaşmazlığı çözümsüz devam etmektedir fakat Türkiye ve Yunanistan dışişleri bakanları, ihtilaflı olmayan bir takım alanlarda pragmatik işbirliği amacıyla, son zamanlarda yeni bir diyalog üzerinde anlaşmışlardır."

(2) 1999 yılı İlerleme Raporu

(a) MGK

"Millî Güvenlik Kurulu kanalıyla askeri ve siyasi yaşamın pek çok alanında önemli bir etki sahibi olmaya devam etmektedir.

Millî Güvenlik Kurulu, siyasi yaşamda büyük bir rol oynamayı sürdürmektedir. Olağanüstü mahkemeler sistemi devam ederken, Devlet Güvenlik Mahkemelerinde askeri hakimin yerine bir sivil hakim getirilmesi yargının bağımsızlığı açısından kesin bir iyileşmeyi temsil etmektedir."

(b) Azınlık Hakları ve Azınlıkların Korunması

"Son Düzenli Rapor'da belirtildiği gibi, "bir sivil çözüm kapsamında, Kürt kültürel kimliğinin belirli biçimleri tanınabilir ve ayrılıkçılığı veya terörizmi savunmaması şartıyla, o kimliğin ifade edilme yollarına daha fazla hoşgörü gösterilebilir. Örneğin, Kürt dilinde TV yayınlarına, görünüşte siyasî olmayan programlar için hoşgörü gösterilirken, resmî olarak hâlâ müsaade edilmemektedir."

(c) Kıbrıs

"1996 yılında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Kuzey Kıbrıs'taki emlakına erişim imkanından mahrum edilmiş olan bir Kıbrıslı Rum kadının (Bayan Loizidou) davasında Türkiye aleyhine bir karar almıştır. Temmuz 1998'de aldığı ikinci bir kararla, Mahkeme, davacı lehine parasal tazminata hükmetmiş ve tazminatı ödemesi için Türkiye'ye Ekim 1998'e kadar süre tanımıştır. Türkiye bugüne kadar, söz konusu arazinin Türkiye'de değil KKTC'de bulunduğu gerekçesiyle, Mahkeme'nin kararına uymamıştır. Nisan 1999'da, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin Başkanı, Türkiye'nin Mahkeme tarafından belirlenen tazminatı ödemekle yükümlü olduğunu hatırlatmıştır."

(ç) Göç/Sınır Kontrolleri

"Sınırlar ile ilgili olarak, deniz sınırları İçişleri Bakanlığı'na bağlı olan sahil muhafazanın (Güvenlik) sorumluluğu altındadır; Kara Kuvvetleri (Millî Savunma Bakanlığı) ve Jandarma (İçişleri Bakanlığı) ise kara sınırlarının korunmasıyla görevlidir. Gelecekte, koordinasyonu ve verimliliği arttırmak için, sınır kontrolleriyle görevli farklı birimlerin tek bir Sınır Muhafaza teşkilatı içinde birleştirilmesi düşünülebilir."

(3) 2000 yılı İlerleme Raporu

(a) MGK

"Ordu üzerinde sivil kontrolü geliştirme ihtiyacı sürmektedir (Milli Güvenlik Kurulu üzerine aşağıdaki bölüme bakınız). AB, NATO ve AGİT standartlarına aykırı olarak, Savunma Bakanı'na karşı sorumlu olmak yerine, Genelkurmay Başkanı hâlâ Başbakan'a karşı sorumludur. Yüksek öğrenim kurumlarının faaliyetlerini kontrol eden Yüksek Öğretim Kurulu'nun üyeleri arasında, Genelkurmay Başkanı tarafından seçilen bir üyenin olduğu da görülmektedir.

Türkiye'nin siyasal yaşamında Milli Güvenlik Kurulu'nun oynadığı rolde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Radikal islamcı ve ayrılıkçı hareketler ile bağlantılı olduklarından şüphe edilen devlet memurlarının işten atılması konusunda son zamanlarda cereyan eden tartışmada görüldüğü gibi, Kurul'un kararları, açıklamaları veya tavsiyeleri, siyasal süreci güçlü bir şekilde etkilemeye devam etmektedir. Ayrıca, Kurul'un görüşlerinin pratikte hükümetçe oynanan rolü ciddi şekilde sınırladığı görülmektedir. Bunun yanında, savunma ve güvenlik konularında Parlamento'ya karşı pek az sorumluluk olduğu anlaşılmaktadır. Milli Güvenlik Kurulu'nun sivil üye sayısını arttırma imkanının siyasi ve askeri çevrelerde tartışılmakta olduğu not edilmiştir. "

(b) DGM

"Devlet Güvenlik Mahkemeleri konusunda yeni adımlar atılması gereklidir. Haziran 1999'da bu mahkemelerden askeri hakimlerin çıkarılmasından beri, bu konuda ilave herhangi bir değişiklik olmamıştır. DGM'lerin işleyişi, yetkileri ve sorumlulukları ve ayrıca bu mahkemelerin faaliyetlerine ilişkin diğer hükümler, AB'de mevcut olan standartlar ile daha da uyumlulaştırılmalıdır."

(c) İnsan hakları ve azınlıkların korunması

"Türkiye, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi'ni ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Tüzüğü'nü de imzalamamıştır.

Siyasal alandaki ifade özgürlüğü de dahil, ifade özgürlüğü konusunda hâlâ ciddi bir sorun vardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin pek çok kararında teyit edildiği gibi, var olan mevzuat, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde garanti edilen ifade özgürlüğünü ihlal eden yorumlara yol açmaya devam etmektedir. Türk mahkemeleri, özellikle Kürt kökenli nüfusun durumu ile ilgili olarak, devletin kabul etmediği görüşlerin ifade edilmesini kısıtlamaya devam ediyorlar. Yeni ihlallerden kaçınmak için, bu alanda hem mevzuatın hem de uygulamanın genel bir reformdan geçirilmesi acilen gereklidir. Bu arada, hakimler ve savcılar, cezai sorumluluğun şiddeti tahrik eden beyanlar ile sınırlanması gerektiğini belirleyen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadına tam olarak riayet etmelidirler."

(ç) Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar

"Eğitim alanında (temel ve yaygın eğitim), Milli Eğitim Bakanlığı tarafından açıkça müsaade edilmedikçe, Türkçeden başka hiçbir dil eğitim amacıyla kullanılamaz. Ne mevzuat, ne de uygulama, etnik kökenlerinden bağımsız olarak bütün Türkler için kültürel hakların kullanımına engel olmamalıdır. Nüfusun büyük ölçüde Kürt kökenli olduğu güneydoğudaki durumun düzelmesi için, bu husus özel önem taşımaktadır."

(d) Azınlık Hakları ve Azınlıkların Korunması

"Türkiye, Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi'ni henüz imzalamamıştır ve Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır.

Kürt kökenli Türk vatandaşlarıyla ilgili olarak, Türk devletinin, Kürt taraftarı görüşlerin ifade edilmesine karşı canlı bir şekilde mücadele ettiği belirtilmelidir."

(e) Kıbrıs

"Türkiye'nin, kuzeydeki mülküne gitmesine engel olarak, Loizidou adlı bir Kıbrıslı Rum'un haklarını sürekli olarak ihlal etmiş olduğu yolunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin verdiği karar gereğince, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Temmuz 2000'de bu konuda ikinci bir Ara Karar kabul etmiştir."

(f) Sınır Kontrolleri

"Sınır kontrolüyle ilgili olarak, bu konu halen beş farklı güç tarafından yönetilmektedir: Deniz sınırlarında Donanma ve Sahil Güvenlik, geçiş noktaları ve havalimanlarında polis, "yeşil sınır" boyunca Ordu (kara kuvvetleri) (Van ilinde olduğu gibi, bazı alanlarda hâlâ jandarma görevlidir, fakat her yerde kara kuvvetleriyle ikame edilecektir) görev yapmaktadır. Sınır kontrolünde tek bir komuta olmadığı gibi sivil komuta da yoktur. Ağrı ilinde İran ile Gürbulak kara sınır geçişi modernize edilme sürecindedir. Van ilinde Türkiye'yi İran'dan ayıran 350 km uzunluktaki dağlar boyunca gözetleme kuleleri inşa edilecektir (halen bu sınır hattında "karakollar" vardır). Personel ve donanım açısından "yeşil sınır"ın korunmasına ilişkin tam bir değerlendirme henüz yapılmamıştır. Başta çıkış kontrolleri olmak üzere, kontrollerin etkinliğini arttırmak için farklı servislerin daha iyi koordine edilmesi tavsiye edilir."

(4) 2001 yılı İlerleme Raporu;

(a) Kıbrıs

"Türk Hükümeti BM Genel Sekreterinin Kıbrıs sorununun kapsamlı bir çözüme kavuşturulması konusundaki gayretlerini desteklediğini ifade etmiştir. Ancak bu destek ifadeleri, henüz sürecin ilerlemesine yardımcı olmamıştır. Hatta Hükümet, Kıbrıs Türk Toplumu liderinin 2000 yılında başlatılan uzlaşma görüşmelerinden çekilme kararını ve Eylül 2001'de New York'taki görüşmelere katılması yolundaki BM Genel Sekreterinin davetini red kararını anlayışla karşıladığını ifade etmiştir."

(b) Avrupa Güvenlik ve Savunma Planı (AGSP)

"Türkiye'nin AGSP'yla ilgili kararları iştiraki, çözüme kavuşturulamamış bir sorun olarak kalmıştır. Halihazırda AB, AGSP'yı işlevsel hale getirmek için ileri adımlar atmaktadır. AB ile AB üyesi olmayıp NATO üyesi olan (Türkiye dahil) 6 ülke arasında, NATO kaynak ve imkanlarını kullanarak, AB'nin yönlendireceği operasyonların mahiyeti ve işlevi konusuyla ilgili sorunlar hakkında ve AB-NATO bağlamında çeşitli toplantılar düzenlenmiştir. Türkiye, AB'nin yönlendireceği operasyonlar hakkındaki kararlara iştirak etmek için gerekli uygulama şartları konusunun çözüme kavuşturulmasında daha uzlaşmacı olmalıdır."

(c) DGM

"DGM'nin yeniden yapılandırılması ile ilgili yapılan değişiklikler neticesinde DGM'nin tüm üyeleri, artık sivil yargıdan atanmaktadır. Bununla birlikte, avukatlarla görüşme ve bu mahkemelerin siviller ile ilgili yargı yetkisinde olduğu gibi, DGM'nde adil yargılamanın sağlanması amacıyla ele alınması gereken birtakım sorunlar hala mevcuttur."

(ç) MGK

"Anayasa reformu paketinin bir parçası olarak, MGK'nın rolü ve yapısına ilişkin 118'inci madde hükmü değiştirilmiştir. MGK'nın askeri temsilcilerinin sayısı 5'te bırakılırken, sivil üyelerin sayısı 5'ten 9'a yükseltilmiştir. Ayrıca yeni metin, bu kurumun rolünün tavsiyelerle sınırlı olduğuna dikkat çekerek istişari yapısına vurgu yapmaktadır. Hükümet, artık MGK kararlarını öncelikle dikkate almak yerine, değerlendirecektir. Ordu üzerinde fiili sivil denetimin Anayasa değişikliğiyle ne ölçüde artırıldığının izlenmesi gerekecektir.

MGK tarafından tasarlanan Güneydoğuya ilişkin Eylem Planı kamuya açıklanmamakla birlikte, sivil makamlar tarafından uygulanmaya konmuştur.

MGK'dan bir temsilcinin Radyo ve Televizyon Üst Kurulu'na atanmasını içeren ve radyo ve televizyonların hukuksal çerçevesinin gözden geçirilmesine ilişkin kanun, Haziran 2001'de Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmiştir. Yasayı gözden geçirme çalışmaları devam etmektedir. Yeni düzenlemenin Avrupa standartlarına uygun olması önem arz etmektedir."

(5) 2002 yılı İlerleme Raporu

(a) MGK

"MGK'nın yapısı ve rolüne yönelik anayasa değişiklikleri uygulamaya konulmuştur. Bu değişikliklerin uygulanmasına dair bir kanun tasarısı halen TBMM'de bulunmaktadır. Beş askeri üyesi bulunan Kurulda, sivil üyelerin sayısı 5'ten 9'a çıkarılmıştır.

MGK'nın askeri üyeleri, yıl içinde çeşitli zamanlarda verdikleri beyanatlarda, yaptıkları konuşmalarda ve medyadaki demeçlerinde, siyasi, sosyal ve dış politika konularındaki görüşlerini açıklamıştır. Üyelerinin çoğunluğunun sivilleştirilmesi ve rolünün danışma organı düzeyine indirgenmesinin, fiiliyatta MGK'nın çalışma tarzını değiştirmediği görülmektedir. Kararlar oy çokluğu ile alınsa da, askeri üyelerin görüşleri ağırlığını korumaya devam etmektedir."

(b) Azınlık Hakları ve Azınlıkların Korunması

"Uygulamada, kültürel kimlik ve ortak gelenekleri bulunan etnik grupların üyelerinin kendi dil ve kültürel kimliklerini ifade edebilmelerine yönelik gelişmeler sınırlı olmuştur. Türkiye, Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi'ni henüz imzalamamıştır ve Lozan Antlaşması ile tarif edilenlerden başka azınlıkları tanımamaktadır."

(c) Kıbrıs

"AB, katılım müzakereleri tamamlanmadan, Kıbrıs Türk Liderinin, Kıbrıs sorununun halline yönelik çalışmalarının, Türkiye tarafından teşvik edilmesi gerektiğini defalarca vurgulamıştır."

(ç) Ortak Dış ve Güvenlik Politikası

"Türkiye ODGP'nin bir parçası olan AGSP gelişimini yakından izlemekte ve bu alanda, hem AB+15 formatı (AB üyesi olmayan NATO Üyesi Avrupa ülkeleri ve AB'ye aday ülkeler), hem de AB+6 formatı (AB üyesi olmayan NATO üyesi Avrupa ülkeleri) çerçevesinde AB ile yapılan görüş alış verişine aktif olarak katılmaktadır. AGSP çerçevesinde, AB liderliğinde ve NATO imkanları kullanılarak yapılacak operasyonlara ilişkin kararlara Türkiye'nin katılım modaliteleri sorunu konusundaki çözümsüzlük devam etmiştir.

Türkiye'nin Ermenistan sınırı hala kapalı bulunmaktadır. Bununla birlikte, ikili ilişkiler çerçevesinde olumlu gelişmeler kaydedilmiştir."

(6) 2003 yılı İlerleme Raporu ;

(a) MGK

"Milli Güvenlik Konseyi'nin (MGK) görev, yetki ve işleyişi ile ilgili önemli reformlar sivil-ordu ilişkilerini AB uygulamalarına yakınlaştırmıştır. Ancak, MGK temsilcilerinin RTÜK ve YÖK gibi sivil kurumlarda yer alması ve askeri harcamaların onay ve denetiminde parlamento yetkisi konuları da ele alınmalıdır."

(b) Kıbrıs

Ayrıca Türkiye, Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm getirilmesi çabaları için kararlı bir destek sağlamalıdır. Sorunun çözümsüz kalması Türkiye'nin AB'ye yönelik hedeflerinde önemli bir engel oluşturabilir."

(c) Ortak Dış ve Güvenlik Politikası

NATO üyesi olarak Türkiye'nin, AB üyesi olmayan NATO üyelerinin, NATO kaynaklarının kullanıldığı AB liderliğinde operasyonlara katılması ile ilgili, yöntemleri onaylaması Avrupa Savunma ve Güvenlik Politikası yönünde önemli bir engeli ortadan kaldırmıştır."

(ç) Kültürel Haklar

"Türkçe dışında dillerde radyo, televizyon yayını ve eğitimde yasakları kaldıran tedbirlere karşın uygulamada bir değişiklik görülmemektedir."

c. Katılım Ortaklığı Belgesinde Silahlı Kuvvetler ve Güvenlik İle İlgili Bölümler

(1) 4 Aralık 2000 Katılım Ortaklığı Belgesi

(a) Kısa vadeli öncelikler

Güçlendirilmiş siyasal diyalog ve siyasi ölçütler

"Helsinki Sonuçlar Bildirgesine uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması sürecini başarılı bir sonuca bağlamaya yönelik çabalarını güçlü bir biçimde desteklenmelidir.

Türk vatandaşlarının kendi ana dillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hüküm kaldırılmalıdır." İdari ve adli kapasitenin pekiştirilmesi "Kamu idaresinin müktesebatı yürürlüğe koyma ve yönetme kapasitesinin, özellikle eğitim yoluyla ve yasadışı göçün ve insan ve uyuşturucu ticaretinin önlenmesine yönelik etkin sınır denetiminin geliştirilmesi dahil olmak üzere ilgili bakanlıklar arasında uygun koordinasyon yoluyla iyileştirilmelidir.

(b) Orta vadeli Öncelikler

Güçlendirilmiş siyasal diyalog ve siyasi ölçütler

"Helsinki Sonuçlar Bildirgesine uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, anlaşmazlıkların BM Anayasası'na uygun şekilde barışçı yollardan çözülmesi ilkesi kapsamında,devam eden sınır anlaşmazlıklarını ve diğer ilgili konuları çözmek için her çabayı sarf etmelidir.

Milli Güvenlik Kurulunun hükümete bir danışma organı niteliğindeki Anayasal rolünün AB üye ülkelerinin uygulamalarına uyumlaştırılmalıdır. Güneydoğu'da halen devam etmekte olan Olağanüstü Hal kaldırılmalıdır.Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel hakları güvence altına alınmalı, bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere-kaldırılmalıdır."

Adalet ve İçişleri

"Sınır yönetimi güçlendirilmeye devam edilmeli ve Schengen Sözleşmesinin tam olarak uygulanması için hazırlık yapılmalıdır."

(2) 24 Mart 2001 Katılım Ortaklığı Belgesi

(a) Kısa vadeli öncelikler

Güçlendirilmiş siyasal diyalog ve siyasi ölçütler

"Siyasi diyalog bağlamında BM Genel Sekreterliği'nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulma sürecinin başarılı bir biçimde sonuçlanması yolunda gösterdiği çabalara güçlü destek vermelidir. Türk vatandaşlarının kendi anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hüküm kaldırılmalıdır."

(b) Orta vadeli Öncelikler

Güçlendirilmiş siyasal diyalog ve siyasi ölçütler

"Helsinki Sonuçlar Bildirgesine uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, anlaşmazlıkların BM Anayasası'na uygun şekilde barışçı yollardan çözülmesi ilkesi kapsamında, devam eden sınır anlaşmazlıklarını ve diğer ilgili konuları çözmek için her çaba sarf edilmelidir.

MGK'nın hükümete bir danışma organı niteliğindeki Anayasal rolünün AB üye ülkelerinin uygulamalarına uyumlulaştırılmalıdır. Güneydoğu'da halen devam etmekte olan OHAL kaldırılmalıdır. Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel hakları güvence altına alınmalı, bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere kaldırılmalıdır."

Adalet ve İçişleri

"Sınır yönetiminin güçlendirilmeye devam edilmesi ve Schengen Sözleşmesinin tam olarak uygulanması için hazırlık yapılmalıdır."

(3) 14 Nisan 2003 Katılım Ortaklığı Belgesi

Güçlendirilmiş siyasal diyalog ve siyesi ölçütler

"Helsinki Zirvesi Sonuçları uyarınca, siyasi diyalog çerçevesinde, BM Genel Sekreterinin iyi niyet misyonunun ve önerileri temelindeki müzakerelerin sürdürülmesi yoluyla, mevcut Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması yönündeki çabalar kuvvetle desteklenmeli, Helsinki Sonuçlar Bildirgesine uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında ve BM Şartının uyuşmazlıkların barışçıl yollardan halli ilkesi uyarınca, mevcut sınır anlaşmazlıklarının ve bağlantılı diğer meselelerin çözüme kavuşturulması için her türlü çaba sarf edilmelidir.

Kültürel çeşitlilik sağlanmalı ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel hakları güvence altına alınmalıdır. Mevcut tedbirler uygulamaya konulmalı ve erişime engel olan tedbirler ortadan kaldırılmalı, radyo/TV yayınlarına ve Türkçe dışındaki dillerle yapılan eğitime etkili bir erişim sağlanmalıdır. Ordu üzerindeki sivil denetimin AB üyesi ülke uygulamaları ile uyumlu hale getirilmesi için, MGK'nın işleyişi bu ülkelerinkine uyarlanmalıdır. Devlet Güvenlik Mahkemelerinin işleyişi Avrupa standartları ile uyumlu hale getirilmeli, İstinaf mahkemelerinin kurulmasına ilişkin hazırlıklar yapılmalıdır."

Adalet ve İçişleri Alanında İşbirliği

"Yasadışı göçün önlenmesine ve yasadışı göçle mücadele edilmesine yönelik olarak, yasadışı yollarla çoğaltılmış ve tahrif edilmiş belgelerin tespit edilmesi de dahil olmak üzere, AB müktesebatı ve iyi uygulamalar ile uyumlu etkin bir sınır yönetimi geliştirmek amacıyla, kamu idaresinin kapasitesi güçlendirilmelidir."

ç. 6 Ekim AB Komisyon Raporu Türkiye'nin Katılımı Yönünde İlerlemesi Hakkında 2004 yılı Düzenli Raporu, 17 Aralık Raporu ve 16-17 Aralık Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirgesi:

AB, 17 Aralık'ta Türkiye'yle müzakerelerin 3 Ekim 2005'te başlanmasına karar vermiş ve hazırladığı raporlarda Türkiye ile ilgili birçok olumlu hususlara yer vermiş olmasına rağmen, anılan rapor ve kararlar Türkiye açısından çok önemli olumsuzlukları da içermektedir. Bunlardan Güvenlik ve Silahlı Kuvvetlerle ilgisi olanların başlıcaları şunlardır;

(1) "Avrupa Birliği’nin dayandığı, özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin ciddi bir şekilde ve devamlı olarak ihlal edilmesi halinde Komisyon AB Antlaşması ve Avrupa Anayasası'na uygun olarak müzakerelerin askıya alınması yönünde tavsiyede bulunacaktır. Bu yönde bir tavsiye söz konusu olduğunda Konsey nitelikli oy çokluğu esasına göre karar alacaktır."

(2)"Doğası gereği, müzakere süreci, sonucu önceden garanti edilemeyecek açık uçlu bir süreçtir. Müzakerelerin ya da sonradan gelecek olan onaylama sürecinin sonucu ne olursa olsun, Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler, Türkiye'nin Avrupa yapılarına tamamen bağlı kalmasını sağlamalıdır."

(3)"Katılım sürecini sekteye uğratabilecek nitelikteki çözümlenmemiş uyuşmazlıkların, gerektiği takdirde, sonuçlandırılmak için Uluslararası Adalet Divanı'na götürülebileceği yönündeki görüşünü teyit etmektedir. Avrupa Konseyi, kaydedilen ilerlemeler konusunda bilgilendirilecek ve konuyu, uygun görüldüğü takdirde, gözden geçirecektir."

(4) Ermenistan'la olan ilişkilerinin, diplomatik ilişkilerin kurulması ve halihazırda kapalı bulunan kara sınırının açılmasıyla geliştirilmesi gerekecektir. Trajik olaylar ve özellikle 1915/16' da bölgede yaşanılan insani ıstırap konusunda, Türkiye'nin katılım ihtimali, Ermenistan'la olan ikili ilişkilerinde iyileşmeye ve bu olaylar açısından uzlaşmaya varılmasına yol açmalıdır.

(5) "Türkiye'nin katılımıyla birlikte su kaynaklarının ve altyapı projelerinin uluslararası yönetimi (Fırat ve Dicle havzaları üzerindeki barajlar ve sulama projeleri, İsrail ve komşuları arasında su alanında sınır ötesi işbirliği) AB açısından önemli bir konu haline gelebilecektir."

(6) 1 Mayıs 2004'de Kıbrıs Cumhuriyeti bölünmüş birada olarak Avrupa Birliği üyesi olmuştur. Mayıs 2004'de Türkiye, AT-Türkiye Gümrük Birliği'nin Kıbrıs dışında tüm yeni üye ülkelere genişletilmesini öngören Tüzüğü yayımlamıştır. 17-18 Haziran 2004 Avrupa Birliği Konseyi Ankara Anlaşması'nın yeni üyeleri de dikkate alacak şekilde uyumlaştırılması konusunda Türkiye'yi Komisyon'la yürüttüğü müzakereyi sonuçlandırmaya davet etmiştir.

17/18 Haziran 2004'te Brüksel'de gerçekleştirilen Zirve toplantısında yayımlanan sonuç bildirgesinin Türkiye (Kıbrıs ile ilgili) paragrafı şu şekilde ifade edilmiştir: "Avrupa Konseyi Türkiye'yi, tüm Topluluk ve 25 üye ülke adına Komisyon ile birlikte, Ankara Anlaşması'nın Birliğe yeni katılan ülkelerin durumu da göz önünde tutularak uyarlanmasına ilişkin müzakereleri tamamlamaya davet etmektedir."

(7) "Sınır yönetimi birçok alanda AB uygulamaları ile uyum içerisinde değildir. Örneğin, Schengen uygulamalarında sınır yönetimi için tek bir profesyonel otoritenin varlığına ihtiyaç duyulurken, Türkiye'de sınır yönetimi şu anda ordu, jandarma, polis ve sahil güvenlik arasında bölünmüştür. Bu kapsamda Türkiye 2003 yılında müktesebat uyumunu sağlamak için asker olmayan profesyonel bir sınır polisi oluşturmayı taahhüt eden bir strateji belirlemiş ve şu anda da yasal ve kurumsal uyumun takvimini ve detaylarını belirleyen bir Ulusal Eylem Planı geliştirmektedir. Bu plan, sınırlarda en yüksek düzeyde korumayı sağlamak için ekipman ve altyapının nerelere dağıtılması gerektiğini ve personel ve eğitim ihtiyaçlarını belirleyecektir."

(8) "Türkiye Schengen bölgesine AB'ye tam üye olur olmaz değil, sınır kontrolü ve gözetimi alanında Türkiye'nin kapasitesi ve uygulamaları hakkında sıkı bir değerlendirme yapıldıktan sonra, Konsey tarafından belirlenecek daha ileri bir tarihte kabul edilecektir. Sonuç olarak, iç sınırların kontrolü Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasıyla eş zamanlı olarak kaldıramayacaktır. Dolayısıyla, Türkiye'den diğer AB üyesi ülkelere seyahat etmek isteyen Türk vatandaşları ile diğer AB vatandaşları sınır kontrollerine tabi olacaklar ve diğer AB üyesi ülkelere girerken pasaportlarını veya kimliklerini göstermek zorunda kalacaklardır. Türkiye'den ayrılan ve diğer AB üyesi ülkelere giriş yapan üçüncü ülke vatandaşları da göç kontrollerinin tümüne tabi olacaklardır."

(9) "Türkiye'deki askeri kuvvetler halen bir dizi gayri resmi yolla etkisini devam ettirmektedir. Mevcut gelişmelere rağmen, ordunun halen belli derecede özerkliğe sahip olmasını sağlayan hükümler mevcuttur. Kurumsal çerçevede, sivil sorumluluk dışında kalan hukuki ve idari yapılanmalar kalmıştır. Siviller, bazı suçlar için askeri mahkemelerde yargılanabilmektedir. TSK'nın rolü ve görevleri çeşitli yasal hükümlerde belirtilmiştir.Bazı hükümlerin beraber yorumlanması orduya geniş hareket alanı sağlanmasına yol açmaktadır. (TSK İç Hizmet Yasası'nın 35. ve 85/1 maddeleri, MGK Yasası'nın 2. maddesi) TSK aynı zamanda, resmi olmayan bazı mekanizmalar aracılığıyla da etkisini sürdürmektedir. Çeşitli vesilelerle, MGK üyelerinin siyasi, sosyal ve dış ilişkiler meseleleri hakkında medya kuruluşlarına konuşmalar, brifingler veya demeçler verdikleri gözlemlenmiştir."

(10) "Din özgürlüğü konusunda, dini inancın Anayasa altında garanti altına alınmasına ve ibadet etme özgürlüğü bulunmamasına rağmen, Müslüman olmayan cemaatler hukuki kişilik, mülkiyet hakkı, din adamlarının eğitimi, okullar ve iç idareye ilişkin konularda sorunlar yaşamaya devam etmektedir. Kiliselerin açılması ya da onarılmasında uzun izin alma prosedürlerinden kaynaklanan sorunlar devam etmektedir. Din adamlarının eğitimine ilişkin yasak devam etmektedir. Heybeliada Ruhban Okulu henüz açılmamıştır. Türk vatandaşı olmayan din adamlarının Türkiye'de çalışabilmesi konusundaki zorluklar devam etmektedir."

(11) "Kürtçe dil kursları açılmış ve Kürtçe, Arapça, Boşnakça gibi bazı dillerde televizyon ve radyo yayınları gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Güneydoğudaki kültürel faaliyetlerde Kürtçe'nin kullanılmasına yönelik daha fazla tolerans gösterilmiştir. Bu ilerleme önemli olmakla birlikte, yayıncılık ve eğitim alanları dahil olmak üzere kültürel hakların kullanılması önünde hala önemli kısıtlamalar vardır.Türk makamlarına göre, 1923 Lozan Antlaşması uyarınca Türkiye'deki azınlıklar yalnızca gayrimüslim cemaatlerden oluşmaktadır. Bununla birlikte Türkiye'de, Kürtleri de içeren ve uluslararası hukuk çerçevesinde kendi kültür ve dillerini koruma hakkına sahip olan başka azınlıklar da yaşamaktadır. Bu bağlamda Türkiye'nin BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin yanı sıra eğitim görme hakkı ve azınlık haklarına ilişkin BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'ne koyduğu çekinceler bulunmaktadır. Türkiye'de son dönemde kaydedilen ilerlemelere karşın, bu tip çekinceler azınlık haklarının daha da geliştirilmesini engellemek için kullanılabilir.

Türkiye, Ulusal Azınlıkların Korunmasına ilişkin Avrupa Konseyi Çerçeve Sözleşmesi ve Bölgesel Diller ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı'nı imzalamamıştır. %10'luk baraj, nedeniyle azınlıkların Parlamentoda temsilini zorlaştıran seçim sisteminde değişiklik olmamıştır. Siyasi partilerin Türkçe dışında dil kullanılması konusunda kısıtlamalar mevcuttur. Güneydoğunun bazı kesimlerinde 15 yıldır yürürlükte olan OHAL 2002'de tamamen kaldırılmıştır. OHAL yönetimi kapsamında yargılama öncesi gözaltı haklarını kısıtlayan hükümler değiştirilmiştir. Yerleri değiştirilmiş kişilerin köylerine dönüşünü hedefleyen programın zayıflıklarının giderilmesi için uluslararası kuruluşlar ile işbirliği içerisinde çalışmalar başlatılmıştır. Ancak yerel toplulukların ekonomik, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarına cevap verecek ve bölgesel farklılıkları ortadan kaldıracak bütünleştirilmiş bir strateji hala kabul edilmemiştir. Terör Eylemlerinden Doğan Zararların Tazmin Edilmesine ilişkin bir Kanun Temmuz 2004'te kabul edilmiştir. Önceden yasa dışı örgüt faaliyetlerinde bulunmuş kişilerin kısmi affını sağlayan Topluma Kazandırma Yasası'nın etkisi sınırlı olmuştur. Son zamanlarda kayıplarla sonuçlanan birkaç hadise gerçekleşmesine rağmen Güneydoğu'nun güvenliği konusunda 1999'dan beri çok önemli bir ilerleme kaydedilmemiştir. Uygulamada, yerleri değiştirilmiş kişilerin durumu ciddiyetini korumaktadır. Köy Koruculuğu Sistemi ve altyapının yokluğu gibi birkaç engel, yerleri değiştirilmiş kişilerin köylerine dönmelerini engellemektedir."

5.TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK VE SİLAHLI KUVVETLERLE İLGİLİ ULUSAL PROGRAMLA YAPMAYI ONAYLADIĞI HUSUSLAR VE BUNLARDAN BUGÜNE KADAR YAPILANLAR :

a. Türkiye'nin Ulusal Programda Yapmayı Onayladığı Hususlar:

Türkiye 2001 yılında AB'ye beyan ettiği Ulusal Programda Güvenlik ve Silahlı Kuvvetlerle ilgili olarak aşağıdaki hususları yerine getireceğini kabul etmiştir.

(1) Türkiye Kıbrıs'ta tarafların egemen eşitliğine ve ada gerçeklerine dayalı karşılıklı olarak kabul edilebilir bir çözüm kapsamında, BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet misyonu çerçevesindeki çabalarına destek vermeye devam edecektir.

(2) Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi ve eğitim dili Türkçe’dir. Ancak bu vatandaşların günlük yaşamlarında farklı dil, lehçe ve ağızların serbest kullanılmasına engel teşkil etmez. Bu serbestlik ayrılıkçı ve bölücü amaçlarla kullanılamaz.

(3) MGK'nın yapısı ve işlevi orta vadede gözden geçirilecektir.

(4) OHAL kaldırılacaktır.

(5) Yasa dışı göçün önlenmesi için AB müktesebatı ve uygulamaları kabul edilecektir. Sınır yönetimi güçlendirilmeye devam edilecek ve Schengen Sözleşmesi'nin tam olarak uygulanması için hazırlık yapılacaktır. Konuyla ilgili kanunlar gözden geçirilecektir.

b. Bugüne Kadar Yapılanlar ;

(1) Kıbrıs konusunda Türkiye Annan Planını kabul etmiş, KKTC'deki oylamada da "evet" denmiş, ancak Rum kesimi Annan Planını reddetmiştir.

(2) Başta Kürtçe olmak üzere, Türkiye'de konuşulan değişik dil, lehçe ve ağızların televizyon yayınlarına müsaade edilmiş, bu dillerin öğrenimi için kurslar açılmış, konuşulması serbest bırakılmıştır.

(3) MGK'nın yapısı değiştirilmiş, ilave sivil üyeler alınarak sivillerin sayısı askerlerden fazla hale getirilmiş, Genel Sekreter sivilleştirilmiş, kararların hükümete "bildirilmesi" yerine "tavsiye edilmesi", MGK'nın bakanlıklarla ilişkileri de dahil görev ve sorumlulukları yeniden belirlenmiştir.

(4) OHAL kaldırılmıştır.

(5) DGM'ler kaldırılmıştır.

(6) YÖK ve RTÜK'deki askeri temsilciler çıkarılmıştır.

(7) Askeri ve savunma harcamalarını şeffaf hale getiren önlemler alınmıştır. Askeri harcamaların sivil yetkililer tarafından kontrol edilmesine ilişkin yasalar kabul edilmiştir. Bunlar, bütçe dışı fonların mevcut bütçeye dahil edilmesine olanak sağlayan Kamu Mali Yönetimi ve Kontrolü Yasası ile askeri ve savunma harcamalarının, Parlamento'nun isteği üzerine, Sayıştay tarafından denetlenmesini mümkün kılan yasadır. Mayıs 2004 tarihinde kabul edilen Anayasa Paketi ile TSK'nın elinde bulunan devlete ait binalar da Sayıştay'ın denetimine tabi tutulmuştur.

(8) Askeri Mahkemelerin yetkileri sınırlandırılmıştır.

(9) Savunma harcamaları azaltılmış ve GSMH ‘nın % 2.59'una

indirilmiştir.

6. MÜZAKERE SÜRESİNCE TÜRKİYE'DEN GÜVENLİK VE SİLAHLI KUVVETLERLE İLGİLİ NELER İSTENEBİLECEĞİ :

AB'yle müzakere süresinde Güvenlik ve Silahlı Kuvvetlerle ilgili olarak aşağıdaki hususların gündeme gelebileceği değerlendirilmektedir.

a. Kıbrıs Rum kesimiyle Gümrük Birliği antlaşmasının imzalanması, talep edilmiştir. Kıbrıs Sorununun Çözümü veya Güney Kıbrıs'ın Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanınması, Türk askerinin adadan çekilmesi, Türkiye'nin Güney'e göç etmiş Rumlara tazminat ödemesi,

b. Ermenistan'la diplomatik ilişki kurulması, sınır kapılarının açılması, sözde Ermeni soykırım iddialarının kabulü,

c. Sınırların korunmasının Silahlı Kuvvetler yerine özel bir birim tarafından yapılması,

ç. Azınlık haklarının genişletilmesi, Kürtlere daha geniş özerklik verilmesi, Kürtçe dilde eğitim yapılması.

d. İstanbul'daki Patrikhaneye ekümenlik statüsü verilmesi ve Ruhban Okulunun açılması, Kiliselerin yasal statülerinin iyileştirilmesi,

e. Müslüman olmayan azınlıkların hukuki kişilik, mülkiyet hakkı, din adamlarının eğitim ve yayın haklarının genişletilmesi,

f. Türk askerinin Kuzey Irak'tan çekilmesi,

g. Yunanistan'la Ege Deniziyle ilgili kıta sahanlığı, karasuları ve hava sahası problemlerinin çözülmesi ve gerektiğinde Uluslararası Adalet Divanına gitmeyi Türkiye'nin kabul etmesi,

ğ. PKK'ya Abdullah ÖCALAN dahil genel af çıkarılması,

h. Fırat ve Dicle nehirlerinin ve bunlarla ilgili alt yapı projelerinin uluslararası yönetimi,

ı. Türk Silahlı Kuvvetlerinin etkinliğinin azaltılması ve sivil kontrolünün güçlendirilmesi, bu kapsamda ;

(1) MSB’nın etkinliğinin arttırılması ve Gnkur. Bşk.’nın MSB'ye

bağlanması,

(2) General/Amiral, Sb.Astsb.’ların terfi ve tayinlerinde sivil otoritenin yetkilerinin arttırılması, bu çerçevede Askeri Şura’nın yapısının değiştirilmesi, Yüksek Askeri Şura kararlarının yargıya açılması,

(3) MGK'dan Kuvvet Komutanlıklarının çıkarılması,

(4) İç Hizmet Kanunun 35 ve 85 inci maddelerinin değiştirilmesi,

(5) Profesyonel askerliğe geçiş,

(6) Askeri Ceza Yasasında ilave değişiklikler,

(7) Savunma bütçesinin hazırlık ve harcamalarında sivil otoritenin yetkilerinin artırılması,

(8) OYAK'ın kaldırılması veya etkinliğinin azaltılması.

7. TÜRKİYE’NİN İÇİNDE BULUNDUĞU TEHDİT ORTAMI :

Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla Avrupa'ya yönelik konvansiyonel askeri tehdit kalmamıştır. Bunun sonucunda Avrupa ülkeleri savunma harcamalarını azaltmış, Silahlı Kuvvetlerini küçülterek yeniden yapılandırmaya başlamışlardır. Küreselleşmenin de etkisiyle güvenlik anlayışı ülke topraklarını savunmaktan, ülke çıkarlarını uzaktan korumaya dönüşmüştür. Bu kapsamda ülkelerin ekonomik, siyasi ve sosyal menfaatlerini tehdit edebilecek mikro milliyetçilik bölücülük, ırkçılık, radikal dincilik, terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, yasa dışı göç ve uyuşturucu trafiği ile insan ticareti güvenlik mülahazaları olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim 1990'dan bugüne kadar ABD, NATO ve AB, toprakları dışında birçok askeri harekat yaparak veya bunlara iştirak ederek güvenliklerini uzaktan korumaya yönelmişlerdir.

Bu genel yaklaşım Türkiye için de geçerli olmakla birlikte, ülkemizin güvenlik mülahazaları Avrupa'ya nazaran önemli farklılıklar göstermektedir.

Bunların başında Türkiye'nin komşularıyla problemlerinin halen devam etmesi gelmektedir. Yunanistan'la olan problemlerin AB'yle müzakere süresince çözüme kavuşturulması ihtimal dahilindedir. Ancak, çözümlerin Türkiye'nin aleyhine olma olasılığı da yüksektir. Öte yandan Ermenistan'la ilişkiler her an krize dönüşebilecek mahiyettedir. Irak'taki gelişmeler burada bir Kürt devletinin kurulmasına doğru gitmektedir. İran ve Suriye ile ilişkiler kırılganlığını muhafaza etmektedir.

Öte yandan içeride bölücü ve yıkıcı terörist faaliyetler devam etmektedir. Önümüzdeki 15-20 yıl içinde Türkiye'de terörün yeniden güvenliği tehdit edecek boyutlara ulaşmayacağını kimse garanti edemez. Zira teröre neden olan faktörlerin bu süreçte tamamen ortadan kaldırılmasını beklemek fazla iyimserlik olur. Bu faktörlerin başında zayıf ekonomi, fakirlik ve gelir dağılımındaki adaletsizlik gelmektedir. Diğerleri etnik ve dini/mezhep ayrılıkları, coğrafi mevki, komşu ülkelerdeki antidemokratik yapı ve bunların terör ortamı yaratması, Türkiye'nin jeostratejik yapısı ve dış güçlerin ilgi alanında yer alması ve Türkiye'yi kontrol etme arzuları, bunun sonucunda zayıf bırakma çabalarıdır. Tüm bu faktörlerin önümüzdeki 15-20 yılda ortadan kalkması güç olduğundan yıkıcı ve bölücü terör Türkiye'de daha bir süre var olacaktır.

ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi, Kafkaslar ve Orta Asya'daki emelleri nedeniyle, Türkiye-ABD ilişkileri her zaman uyum içinde olmayabilir.

ABD ve AB'nin enerji kaynaklarını ve bu kaynaklarına sahip ülkeleri kontrol etme arzusu, Türkiye'nin yasa dışı göç, uyuşturucu trafiği konularında önemli bir mevkide yer alması Türkiye'yi kendi isteği veya isteği dışında silahlı güç kullanmaya götürebilir.

Bütün bu muhtemel gelişmeler Türkiye'nin ulusal bütünlüğünü korumak için silahlı mücadele etmesini gerektirebilir. Bu nedenle Türkiye'nin önümüzdeki en az 20 yıl güçlü bir Silahlı Kuvvetlere ihtiyacı vardır.

Cumhuriyetin ilanından bu yana devam edegelen irticai tehdit güç ve şiddetini arttırarak devam etmektedir.

Kuşkusuz tehdit değerlendirmesi irdelenirken ılımlı-İslam modeli ile Türkiye'nin laik yapısı arasındaki çelişkiye ilişkin problemlerin giderilmesi için süratle “Laik ve Demokratik bir bölgesel güç olarak derhal GOP’nun temel unsurlarından biri sıfatı ile müzakerelere müdahil olmak ve planlama faaliyetinde etkin bir stratejik güç olarak laik kimliğinin korunması için çalışmalıdır.

Amerika Birleşik Devletleri, hem soğuk savaş dönemi yöntemleri hem de Türkiye'deki iç politika dinamikleriyle uyumlu götürmek istediği dış siyaseti açısından, "ılımlı İslam"modelini bugünkü Türkiye için desteklediğini belirten sinyaller vermektedir.

Irak'ın işgalinden sonra Türkiye ile komşu olan Amerika açısından Türkiye'nin "stratejik ortak"olarak önemi kuşkusuz daha da artmıştır.

GOP, bu önemi bir kez daha vurgulayacak bir proje olarak görünmektedir.

Bu durum dış politikadaki stratejik tercihler açısından Türkiye üzerindeki Amerikan beklentilerini ve etkisini arttıracak niteliktedir.

Oysa özellikle Kuzey Irak bölgesinde ve Türkiye'deki bölücü etnik terör açısından Türkiye ile Amerika arasında görüş ve uygulama farklılıkları vardır.

Öte yandan Türkiye, Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerinde yeni sorunlarla karşılaşacak, yeni ilişkilerin temellerini atacaktır.

Burada akılda tutulması gereken bir başka konu da Türkiye'nin bizzat GOP ülkeleriyle ikili ilişkilerinin varlığıdır.

Bu ilişkiler de Türkiye'nin bölgedeki stratejik konumu açısından büyük önem taşıyan niteliktedir.

Bütün bu hususlar dikkate alındığında, GOP'un Türkiye açısından hem iç hem de dış sorunlar doğurması kaçınılmaz görünmektedir.

Amerika'nın "Ilımlı İslam" yaklaşımı her şeyden önce Türkiye'nin toplumsal ve siyasal yapısı ve iç politikası açısından sakıncalar taşımaktadır.

Bir İslami diktatörlükte, demokratik açılım sayılabilecek olan "Ilımlı İslam" yaklaşımı, laik ve demokratik bir rejime sahip Türkiye için hiç kuşkusuz bir geriye gidiş, demokrasiden ödün veriş anlamını taşımaktadır.

Bu klasik tehdit değerlendirmesine ilave olarak Türkiye’nin neden güçlü bir ülke olma vasfını koruması lazım geldiği hususundaki tespitlerimize açıklık getirmek istiyorum.

ABD için Avrasya; ekonomik politik egemenliğin odağı, soğuk savaş sonrasının jeopolitik merkezi, dünyanın enerji/doğalgaz kaynaklarının bulunduğu bölge, yeni pazar alanları olması itibariyle fevkalade önemlidir.

ABD nin ortaya attığı GOP kuşkusuz bu ihtiyaçların ürünüdür. ABD için bu ihtiyaç, ekonomik sorunlarına yenik düşmeden küresel egemenliğini kalıcılaştırmak amacı ile hayata geçirilmiştir ve yürütülmektedir.

Bu maksatla BM zayıflatılıyor, NATO’ya yeni şekiller ve görevler veriliyor. GOP ve NATO’nun amaç ve strateji birliği yaklaştırılmak isteniyor.

Diğer taraftan; Avrasya, ABD için aynı zamanda kaygı verici gelişmelerin coğrafyasıdır. Bir yanda Çin istikrarlı bir biçimde büyümekte, (son on yılda %7 kalkınma) Şanghay İşbirliği Örgütü güçlenmekte, aynı zamanda Avrupa’nın EURO’su Avrasya için ehemmiyet arz eden bir para olma vasfına kavuşmaktadır.

Böyle bir ortamda, dünyanın en krıtik bölgelerinden birinde yer alan ülkemizin çevresinde halen sıcak çatışmalar devam etmekte, bu çatışmaların yakın gelecekte sona ermesi ve yenilerinin başlamaması konusunda garanti vermek mümkün görünmemektedir. Günümüzden geleceğe gerçekçi bir gözle bakarsak Türkiye’nin gücünün sınırlardan (şartlar gerektirir ve mümkün olursa sınırlarının da ötesinden) başlaması gerektiğini söyleyebiliriz. Bu nedenle: topraklarımızı bir geçiş güzergahı olmaktan kurtarmalıyız.

Yukarıda belirttiğim tehdit algılamalarından sonra, günümüz tehdit algılamalarından bazılarına değinmek istiyorum. Bu kapsamda ele alınacak konulardan birisi, kuşkusuz Düşünce Kuruluşlarının durumudur. Düşünce Kuruluşu, Düşünce Topluluğu adı verilen think-tank 2 nci Dünya Savaşından kalma askeri bir oluşumdur. (Bu isim ABD ordusunda, planlama ve stratejinin değerlendirildiği, güvenliği sağlanmış gizli ve özel odaya verilen think-tank isminden gelmektedir.) Bu kuruluşlar ile 1955’lerden sonra sivil anlamda faaliyet gösterilmeye başlanmış ve çoğu zaman toplumla devlet arasına girerek yeni bir örgütlenme şekli oluşturulmuş ve devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmak istenmiştir.

Burada önemli olan devlet yönetimine yön vermeye çalışan, yabancı ülkelerin çıkarlarına uygun araştırma, inceleme, değerlendirme çalışmaları gerçekleştirme gayreti içinde olan bazı dernek, vakıf, enstitü adı altındaki kuruluşların varlığını çok iyi bilmek mecburiyetinde olmamızdır.

Dış kaynaklarında ciddi anlamda desteklediği bilinen bazı bu tip kurumların amaçları açıktır.

“ Türkiye’de devletin egemenliğini gevşetmek, iç dayanışmanın önünü tıkamak ve Türkiye’yi düşük yada kimi zaman yüksek yoğunlukta çatışmalara sürüklemektir.”

Yabancı devletlerin güdümündeki sözde bazı sivil toplum örgütlerinin emperyalist güçlere hizmet edecek şekilde faaliyet gösterdiğini, dolayısıyle yeni bir sömürgecilik tehdidi altında olduğumuzu ciddi anlamda tartışmalıyız.

Bu tarz tehditler, bilinen klasik tehdit algılamalarının dışında, ancak onlardan daha tehlikeli ve kapsamlı olmaktadır. Son dönemde yaşadığımız bir çok olay bunları teyit etmektedir.(Bu konuda daha detaylı bilgi “Sivil Örümceğin Ağında” kitabından temin edilebilir.)

Kimlik konusu son yıllarda üzerinde en çok tartışılan konulardan biridir ve tehdit olma vasfı her gün artmaktadır.

Samuel Handington’un “Biz Kimiz” İsimli kitabından konu ile ilgili bir bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum. Çünkü Türkiye’de bu konu ciddi anlamda istismar edilmiş, ulus bütünlüğümüz tehdide açık bir hale getirilmek istenmiştir.

Yazar kitabında ‘’Küreselleşme, çok kültürlülük kozmopolitlik göçler alt milliyetçilik ve karşı milliyetçilik Amerikan bilincini yıprattı, etnik kimlik, ırk kimliği ve cinsiyet kimliği ön plana geçti ve Amerika’nın dil ve kültürüne yönelik bir çok soru işaretini gündeme getirdi. Ulusal tarih eğitimi yerini, etnik tarih ve ırk tarihi eğitimine bıraktı. Amerikalıların ortak değerlere verdikleri önem, çeşitliliğe gösterilen ilginin gerisinde kaldı. Ulusal bütünlük ve ulusal kimlik duygusu erozyona uğradı. 2000 yılından önce ABD bayrağı yarıya indirilmişti, diğer bayraklar Amerikan kimliğine ait olan bayrak direğinin üzerinde daha yükseklerde dalgalanıyordu. Amerikan ulusal birliğine meydan okumalar giderek artıyordu.

ABD kimliğinin ileri sürüldüğü gibi, tüm insanlığın ortak değerlerini kucaklayan evrensel bir ulus mu? Ya da biz kimliğimizi Avrupalı mirasımızla, Avrupalı kurumlarımızla tanımlayan batılı bir ulusmuyuz? Yoksa tarihimiz boyunca “Amerika’nın ayrıcalığı” görüşünü destekleyenler tarafından ileri sürüldüğü gibi kendimize özgü uygarlığımızla benzersizmiyiz. Ulus olarak etnik, dinsel ve de ırksal alt kimliklerimizin ötesine geçen anlamlı bir kimliğe sahipmiyiz?

Ulusal çıkarlar ulusal kimlikten doğar. Çıkarlarımızın neler olduğuna karar vermeden önce kim olduğumuzu bilmek zorundayız.

Ciddi tehditlerle karşı karşıya kalan toplumlar ulusal kimlik duygularını ulusal hedeflerini ortak kültürel değerlerini canlandırarak çöküşlerini erteleyebilir, parçalanmalarını sona erdirebilirler. Amerika 11 Eylülden sonra bunu yaptı.

Demokrasi gelişmeden önceki Batı toplumunda “kimlik” genelde “dinsel” bir temele dayanıyordu. Orta çağda bir Fransız’a sen kimsin? sorusunu yönelttiğinde “ben hristiyanım” diye kendini tanımlıyordu. Fransız ihtilalinden sonra, “yurttaşlık” anlayışı gündeme gelince bu “Ben Fransızım” kimliğine dönüşmüştür. Bu kimlik laik bir kimliktir.”

Aynı durum Türkiye içinde söz konusudur. Cumhuriyetin kurulmasından sonraki devrim dönemindeki uygulamalar „ulusal kimlik bilincini“ günlendirecek doğrultuda olmuştur. Atatürk ayrılıkları değil benzerlikleri kurumsallaştırmıştır. Atatürk ulusal kimlik bilincini yaşanmış ve yaşanmakta olan ortak tarih, ortak kültür paydasına dayandırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı, birleştirici bütünleştirici bir öğe olarak benimsenmiştir. Dinsel kimlik bireyin kendi özel yaşamının bir öğesi olarak bırakılmış, tüm gelişmiş ülkelerdeki çağdaş akılcı, yurttaşlık bilincine yönelinmiştir. Laik ulusal bir eğitim sistemi de bu bilincin güçlenmesine destek olmuştur. Biz cumhuriyetle birlikte bir ulus olarak yaşamaya başladık.

Ulusal kimlik bilinci etnik ve dinsel düşüncelerden arınmış bir devletin yurttaşı olmak bilinci, yeşermeden , güçlenmeden bir aşama ötesi olan, Avrupa (AB) kimliğine yönelmek olanak dışıdır. Nitekim, bazı sorunlar yaşamalarına karşın, AB’nin tüm üye ülkeleri ulusal kimlik bilinçlerini oluşturmuş, yaşama geçirmiş ülkelerdir.

Türkiye’de kimlik ve azınlık sorunlarını ısrarla gündeme getirenler, kendi ülkelerinde yaşayan farklı kimlikli azınlıklar için en iyi uyumun asimilasyon olduğunu, kendi hakim kültürlerinin bir parçası haline getirmek olduğunu, ayrıca her dili destekleyerek ülkelerini kaosa sürükleyemeyeceklerini ifade ederken, bu gün çeşitli vesilelerle insan hakları adı altında bünyemize uymayan veya zamanla gerçekleşmesi gereken uygulamalar ile ülkemizin ciddi bir çatışma ortamına sürüklenmesi tehdidi ile karşı karşıya olduğunu belirtmek istiyorum. Kuşkusuz bu bir güvenlik sorunudur ve TSK görev alanına girmektedir.

8. TSK'NIN ANAYASAL VE YASAL GÖREVLERİ :

a. T.C. Anayasasında Türk Silahlı Kuvvetlerini ilgilendiren maddeler şunlardır;

(1) Savaş halinin ilanı ve Silahlı Kuvvetlerin kullanılması:

"Madde 92.- Milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerde savaş hali ilânına ve Türkiye'nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı Silahlı Kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde veya ara vermede iken ülkenin ani bir silahlı saldırıya uğraması ve bu sebeple silahlı kuvvet kullanılmasına derhal karar verilmesinin kaçınılmaz olması halinde Cumhurbaşkanı da, Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar verebilir."

(2) Başkomutanlık:

"Madde 104; Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri;

Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil etmek,

Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar vermek,

Genelkurmay Başkanını atamak,

Millî Güvenlik Kurulunu toplantıya çağırmak,

Millî Güvenlik Kuruluna Başkanlık etmek,

Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek ve kanun hükmünde kararname çıkarmak,"

"Madde 117; Başkomutanlık Türkiye Büyük Millet Meclisinin manevî varlığından ayrılamaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur.

Milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından, Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı, Bakanlar Kurulu sorumludur.

Genelkurmay Başkanı; Silahlı Kuvvetlerin komutanı olup, savaşta Başkomutanlık görevlerini Cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir.

Genelkurmay Başkanı, Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine, Cumhurbaşkanınca atanır; görev ve yetkileri kanunla düzenlenir. Genelkurmay Başkanı, bu görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur.

Millî Savunma Bakanlığının, Genelkurmay Başkanlığı ve Kuvvet Komutanlıkları ile görev ilişkileri ve yetki alanı kanunla düzenlenir."

(3) MGK:

Madde 118; (Değişik : 03.10.2001 - 4709/32 md.)

"Millî Güvenlik Kurulu; Cumhurbaşkanının başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Başbakan Yardımcıları, Adalet, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri Bakanları, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanından kurulur.

Gündemin özelliğine göre Kurul toplantılarına ilgili bakan ve kişiler çağırılıp görüşleri alınabilir.

(Değişik : 03.10.2001 - 4709/32 md.) Millî Güvenlik Kurulu; Devletin Millî Güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan tavsiye kararları ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir. Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca değerlendirilir.

Millî Güvenlik Kurulunun gündemi; Başbakan ve Genelkurmay Başkanının önerileri dikkate alınarak Cumhurbaşkanınca düzenlenir.

Cumhurbaşkanı katılamadığı zamanlar Millî Güvenlik Kurulu Başbakanın başkanlığında toplanır.

Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin teşkilatı ve görevleri kanunla düzenlenir."

(4) Sıkıyönetim ve Seferberlik:

"Madde 122. Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilânını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Millî Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra, süresi altı ayı aşmamak üzere yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde sıkıyönetim ilân edebilir. Bu karar, derhal Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi toplantı halinde değilse hemen toplantıya çağırılır. Türkiye Büyük Millet Meclisi gerekli gördüğü takdirde sıkıyönetim süresini kısaltabilir, uzatabilir veya sıkıyönetimi kaldırabilir.

Sıkıyönetim süresinde, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu sıkıyönetim halinin gerekli kıldığı konularda kanun hükmünde kararname çıkarabilir.

Bu kararnameler Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. Bunların Meclisçe onaylanmasına ilişkin süre ve usul İçtüzükte belirlenir.

Sıkıyönetimin her defasında dört ayı aşmamak üzere uzatılması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kararına bağlıdır. Savaş hallerinde bu dört aylık süre aranmaz.

Sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hallerinde hangi hükümlerin uygulanacağı ve işlemlerin nasıl yürütüleceği, idare ile olan ilişkileri, hürriyetlerin nasıl kısıtlanacağı veya durdurulacağı ve savaş veya savaşı gerektirecek bîr durumun baş göstermesi halinde vatandaşlar için getirilecek yükümlülükler kanunla düzenlenir.

Sıkıyönetim komutanları Genelkurmay Başkanlığına bağlı olarak görev yaparlar."

b. TSK'nın Yasalarla Belirlenmiş Görevleri:

(1) TSK'nın vazifesi İç Hizmet Kanununun 35 maddesinde şu şekilde belirtilmiştir:

Silahlı Kuvvetlerin vazifesi Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır.

(2) Genelkurmay Başkanının Görevleri ve Atanması, 31/7/1970 tarihinde çıkarılan 1324 Numaralı Kanun'da şu şekilde belirtilmiştir:

-Genelkurmay Başkanı, barışta ve savaşta Silahlı Kuvvetlerin Komutanıdır.

-Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerin savaşa hazırlanmasında; personel, istihbarat, harekat, teşkilat, eğitim, öğretim ve lojistik hizmetlerine ait ilke ve öncelikler ile ana programlarını tespit eder. Bunlardan; İstihbarat, harekat, teşkilat, eğitim, öğretim ve tedarik dışındaki lojistik hizmetlerin Kara, Deniz, Hava Kuvvetleri komutanlıkları ve Genelkurmay Başkanlığına bağlı kuruluşlar ile uygulanmasını sağlar.

-Personel hizmetleri, özel kanunlarına göre yürütülür.

-Lojistik tedarik hizmetleri için, tespit etmiş olduğu ilke, öncelik ve ana programları, bu hizmetleri yürütecek olan, Milli Savunma Bakanlığına bildirir.

-Uluslararası yapılacak anlaşma ve antlaşmaların askeri yönlerinin tayininde ve uygulama esaslarının tespitinde Genelkurmay Başkanının mütalaası alınır. Gerektiğinde bu toplantılara katılır veya temsilci gönderir.

-Genelkurmay Başkanı; şahsen veya yetkili kılacağı kişi ve kuruluşlarla, görev ve yetkilerine ait konularda ilgili bakanlıklar, daireler ve kurumlar ile doğruca yazışma yapabilir ve temaslarda bulunabilir.

-Genelkurmay Başkanına özel kanunlar ile verilen görev ve yetkiler saklıdır.

-Genelkurmay Başkanı,hizmetlerin yürütülmesinde Milli Savunma Bakanlığı ile işbirliği yapar.

-Genelkurmay Başkanı görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur.

Aynı kanunda Genelkurmay Başkanının atanmasına ilişkin hususlar ise şu şekilde ifade edilmiştir:

-Genelkurmay Başkanı; Kara, Deniz veya Hava Kuvvetleri Komutanlığını yapmış general ve amiraller arasından, Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine Cumhurbaşkanınca atanır.

Genelkurmay Başkanının atanmasına ilişkin Anayasa maddesi ise şu şekildedir:

Madde 117. Genelkurmay Başkanı, Bakanlar Kurulunun teklifi üzerine, Cumhurbaşkanınca atanır; görev ve yetkileri kanunla düzenlenir. Genelkurmay Başkanı, bu görev ve yetkilerinden dolayı Başbakana karşı sorumludur.

(3) MSB'nın Görevleri:

Millî Savunma Bakanı hükümetin üyesi olarak Başbakana karşı sorumludur. Görev ve sorumlulukları 1325 Sayılı Kanunla tespit edilmiş olup, görevleri şunlardır;

- Millî Savunma Bakanı, Yasama Meclisi nezdinde, Bakanlar Kurulu içinde ve yargı organları önünde Hükümetin bir üyesi olarak Millî Savunma Hizmetlerinin (siyasî, hukukî, sosyal, malî ve bütçe yönlerinin) yürütme, yetki ve sorumluluğunu taşır.

- Millî Güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin savaşa hazırlanmasından TBMM'ye karşı Bakanlar Kurulunun bir üyesi olarak sorumludur.

-Millî Savunma Bakanı, yetkisi içindeki işlemlerden ve TSK personelinin eylem ve işlemlerinden dolayı yasama ve yargı organlarına karşı siyasî ve hukukî sorumlulukları taşır.

-Millî Savunma görevlerinin siyasî,hukukî, sosyal malî ve bütçe hizmetlerini yürütür.

-Silahlı Kuvvetlerin; Bakanlar kurulunca kararlaştırılacak savunma politikası çerçevesinde,Genelkurmay Başkanlığı tarafından tespit olunacak ilke, öncelik ve ana programlarına göre; barışta ve savaşta asker alma hizmetlerini, silah, araç, gereç ve her çeşit lojistik ihtiyaç maddelerinin tedarik hizmetlerini, harp sanayi hizmetlerini, sağlık hizmetlerini, inşaat, emlâk, iskan ve enfrastrüktür hizmetlerini yürütür.

-Silâhlı Kuvvetlerde bulunan saymanlık ve teftişe tabi birimler ile Bakanlığa bağlı ve ilgili kurum ve kuruluşlarda malî ve mal hesap teftişleri ile bu işlemler ile ilgili inceleme ve soruşturma faaliyetlerini yürütür.

-Millî Savunma Bakanlığına Bağlı Daire Başkanlıkları ile bu Daire Başkanlıklarına bağlı kurum ve kuruluşlarda yürütülen faaliyetlerin, mevcut mevzuat ve emirlere uygun yapılıp yapılmadığını denetler.

-Millî Savunma Bakanı görevlerini, MSB.Müsteşarlığı, Savunma Sanayi Müsteşarlığı ve Bakanlığa bağlı diğer kuruluşlar aracılığı ile yürütür.

-Silahlı Kuvvetler hizmetlerinin tam bir bütünlük ve beraberlik içinde yürütülmesi amacıyla Gnkur.Bşk.lığı ile sıkı bir işbirliği ve beraberlik içinde çalışır. Her iki makam görev ve yetkileri icabı Kuvvet Komutanlıkları, diğer makamlar ve kurumlarla yaptıkları önemli ve ilgili yazışmalardan karşılıklı olarak birbirlerine bilgi verirler.

-Silahlı Kuvvetler bütçesinin hazırlanmasını, yasama organlarında kanunlaştırılmasını ve uygulanmasını sağlar.

-Ordu Yardımlaşma Kurumu Temsilciler Kuruluna ve Genel Kurula başkanlık eder.

-İdarî tasarruflardaki yetkisi dolayısıyla doğacak ihtilaflarda, Silahlı Kuvvetlerin günlük faaliyetlerinden doğan idarî ve adlî anlaşmazlıklarda yargı organları önünde Silahlı Kuvvetleri temsil eder.

-TSK'nın askerî yargı ile ilgili hizmet faaliyetlerini yürütür ve gözetir.

-Millî Savunma hizmetlerini ilgilendiren kanun ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere yönetmelik hazırlar.

-Askerlik mükellefiyeti ile ilgili işlemleri yürütür.

-Seferberlik Kanunu ve Millî Müdafaa Mükellefiyeti Kanununa göre sefer ihtiyaçlarını temin edici hizmet ve tedbirleri yerine getirir.

-Sıkıyönetim Kanununa göre gereken işlemleri yapar.

-Üçlü ve Bakanlar Kurulu Kararını gerektiren her türlü kararnameyi imzalar.

-Muhtelif kanunlar gereği yasal olarak üyesi bulunduğu; Millî Güvenlik Kurulu, Yüksek Askerî Şura, Savunma Sanayii Yüksek Koordinasyon Kurulu ve Savunma Sanayii İcra Komitesine katılır.

-Yasama üyeleri tarafından Millî Savunma konularında verilen yazılı ve sözlü soru önergelerini cevaplandırır.

-Zoralım Silahlarının tevzii ve satışını sağlar.

(4) Kuvvet Komutanlarının Atanma Esasları:

-General ve Amirallerin atanmaları; Kuvvet Komutanlarının lüzum göstermesi Genelkurmay Başkanının uygun görmesi ve teklifi üzerine Milli Savunma Bakanı’nın inhası, Başbakanın imzalayacağı ve Cumhurbaşkanının onaylayacağı kararname ile yapılır.

-Kuvvet Komutanları ve Genelkurmay İkinci Başkanı general ve amirallerin atanmaları, Genelkurmay Başkanının teklifi, Milli Savunma Bakanının inhası, Jandarma Genel Komutanlığı için İçişleri Bakanının inhası, Başbakanın imzalayacağı ve Cumhurbaşkanının onaylayacağı kararname ile,

-Askeri hakimlerin ve Jandarma general, subay ve astsubaylarının atanmaları, özel kanunları gereğince yapılır. Genelkurmay Başkanının teklifi üzerine, Milli Savunma Bakanı inha işlemini yapmadığı takdirde, Genelkurmay Başkanı, talebini yazı ile Başbakana gönderir. Başbakan kararını yazı ile Milli Savunma Bakanına ve Genelkurmay Başkanına bildirir. Başbakanın bu kararına uyulması zorunludur.

9. SİLAHLI KUVVETLERİN SİVİL KONTROLÜ VE SİVİL-ASKER İŞBİRLİĞİ :

AB'ye yeni üye olacak ülkelerden sivil-asker ilişkilerini gözden geçirmeleri ve AB kriterlerine uygun hale getirmeleri istenmektedir. AB'nin siyasi kriterleri Kopenhag, Ekonomik Kriterleri Maastrich Zirvesi kararları ile tanımlanmaktadır. Ancak sivil-asker ilişkileri konusunda her ülkeye uyarlanabilecek standart kriterlerin varlığından söz etmek mümkün değildir.

Sivil-asker ilişkileri; silahlı kuvvetlerin, yürütme, yasama ve yargı organları ve daha geniş anlamda toplumla olan resmi ve gayri resmi tüm ilişkilerini kapsayan bir kavramdır. Demokrasi kriteri olarak son zamanlarda sıkça kullanılan silahlı kuvvetlerin sivil kontrolü ise bu geniş anlam içerisinde bir alt başlık niteliğindedir. Literatürde "sivil kontrol" olarak belirtilen kavram, milli güvenlik politikalarının tayininde sivil otoritenin üstünlüğünü vurgulamak için seçilmiş sivillerin fonksiyonlarını açıklamak üzere kullanılmaktadır. Silahlı kuvvetlerin demokratik kontrolü, askerlerin seçilmiş sivillerin taleplerine cevap verme duyarlılığı olarak tanımlanmaktadır. "Sivil" kelimesiyle halka hesap vermek zorunda olan seçilmiş sivillerin rolü vurgulanmaktadır.

Silahlı kuvvetlerin sivil otorite tarafından kontrol ve denetimine ilişkin prensiplerin varlığı ve işleyişi demokratikleşme yolunda toplumların kaydettiği aşama için önemli bir ölçü olarak kabul edilmektedir. Demokratik kontrolün sağlanmasında kilit unsur, silahlı kuvvetlerin icraatlarından dolayı halka karşı sorumluluk taşıma ve hesap verme durumunda olunmasıdır. Demokrasilerde halka hesap verme, seçilmiş politikacıların en önemli niteliği olarak kabul edildiğinden, silahlı kuvvetlerin sahip olduğu gücün yanlış kullanılmaması için anayasa ve kanunlarla belirlenen çerçevede bu kontrolün sağlanması sivil otoritenin sorumluluğu olarak kabul edilmektedir.

Sivil-asker ilişkilerini şekillendiren en önemli unsur, bir toplumun sosyal değerleri ile milli güvenlik ihtiyaçları arasında nasıl bir denge sağlanacağı konusunda yapılan tercihtir. Her iki kavrama ilişkin öncelikler devletlere göre farklı uygulamalara konu olmaktadır. Devletlerin tarihi, kültürel, sosyal ve politik değerleri ile devlete yönelik tehditler arasında dengeleme yapılması bu ilişkilerin derecesini tayin etmede en önemli kriterdir. Bunun sonucu olarak her devlet gerek şekil, gerekse içerik olarak sivil asker ilişkileri konusunda farklı uygulamalar geliştirmiştir. Sivil asker ilişkileri açısından bazı ülkelerde milli güvenlik ihtiyaçları bireylerin hak ve hürriyetlerinden daha önemli görüldüğü halde bazılarında, ferdi hürriyetler uğruna milli güvenlikten taviz verme eğilimi görülmektedir.

Kişi hak ve hürriyetlerine asgari sınırlama getirilerek sosyal değerlerin korunması ile milli güvenliğin sağlanması için etkin bir askeri güç yaratılması arasında akılcı bir denge kurulması demokrasilerin en önemli güçlüklerindendir. Bir devlet açısından bu dengenin nerede ve nasıl sağlanacağına tesir eden bazı faktörler vardır. Bunlar, devletin karşı karşıya olduğu tehdidin niteliği, tarihi ve kültürel değerleri, siyasi yapısı ve idare şeklidir. Tehdidin niteliği, milli güvenliği sağlamak için elde bulundurulacak askeri gücün yapısı ve büyüklüğüne tesir eden en önemli husustur. Eğer ciddi bir tehdit mevcutsa, silahlı kuvvetlerin etkin işleyişi ve milli güvenliğin sağlanması için gerektiğinde kişisel hakların bir kısmından daha kolay fedakarlık yapılabilmektedir. Soğuk savaş dönemi ile soğuk savaş sonrasında Avrupa ülkelerinde yaşananlar, özellikle 11 Eylül'den sonra kişisel özgürlükler açısından örnek gösterilen ABD'de cereyan eden gelişmeler buna örnek teşkil etmektedir. Eğer tehdit ağırlıklı olarak içerden kaynaklanıyorsa, buna karşı devleti korumak için geliştirilen mekanizmaların kişisel hak ve hürriyetlere etkisi daha fazladır. Asıl problem devlete yönelik tehditlerle kişilere veya belirli parti ve gruplara yönelik tehditleri ayırt etmenin güçlüğüdür. Terör, Bölücülük, Sabotaj, Casusluk, Yıkıcı Faaliyetler gibi devlete yönelik tehditler, toplumun kendisini bunlara karşı koruyabilmesi için bazı bireysel hak ve özgürlüklerden gönüllü olarak fedakarlık etmesi sonucunu doğurabilir. Bu durumda en büyük tehlike, Silahlı Kuvvetler, Polis ve İstihbarat örgütü gibi zorlayıcı güce sahip kurumların bir grup veya partinin çıkarlarının korunmasında kullanılması ihtimalidir. Bütün bu değerlendirmeler neticesinde her ülkenin kendi şartlarına uygun olarak milli güvenliği ile ilgili kuruluşları oluşturmasının gerekliliği net olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu çerçevede; Avrupa Ülkelerinin büyük bir çoğunluğunda (Danimarka, Finlandiya, Hollanda, İngiltere, İsveç ve Lüksemburg hariç) Milli Güvenlik Kurulu mevcuttur. Bunların teşkilat ve işleyişi küçük ayrılıklar gösterse de genel olarak aynıdır. Hepsine Cumhurbaşkanı / Başbakan başkanlık etmektedir. Çoğunluğunda Genelkurmay Başkanı, İç ve Dışişleri ile Adalet Bakanları daimi üyedir. Macaristan ve Portekiz'de Kuvvet Komutanları da kurul üyesidirler.

Konuya Genelkurmay Başkanlarının bağlantısı açısından bakıldığında, Avrupa Birliği ülkelerinin çoğunda Genelkurmay Başkanı Savunma Bakanı'na bağlıdır. Bunun bazı istisnaları da mevcuttur. Örneğin Finlandiya'da Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı'na bağlıdır. İngiltere'de Savunma Bakanı'na bağlı olmakla birlikte Başbakan'a doğrudan bilgi vermek yetkisine sahiptir.

Askeri personelin terfi ve atamalarında değişik uygulamalar mevcuttur. Örneğin Almanya'da Silahlı Kuvvetlerin personel sayısını Parlamento tespit etmektedir. Albay ve daha üst subayların terfilerini Savunma Bakanı onaylamaktadır. İngiltere'de Silahlı Kuvvetler mensuplarının ordudan ayrılması ve terfilerin tamamı Parlamento onayına tabidir. Birçoğunda onay makamı Cumhurbaşkanıdır.

Parlamentoların Silahlı Kuvvetlerle ilgili konuları incelemeleri için her ülkede, Savunma veya Silahlı Kuvvetler Komisyonları mevcuttur.

Başta Almanya olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde mecburi askerlik devam etmektedir.

Avrupa'da Silahlı Kuvvetlerle Sivil otoritenin ilişkilerini inceleyen birçok kuruluş bulunmaktadır. Bunlardan Türkiye'deki durumu inceleyenlerin başında Avrupa Güvenlik Enstitüleri Merkezi ile Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Kontrolü Merkezi gelmektedir. Gröningen'de (Hollanda) bulunan Avrupa Güvenlik Araştırma Merkezi, Türkiye'deki Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) ve İstanbul Politika Merkezi ile birlikte Türkiye'de Sivil-Asker ilişkileriyle ilgili detaylı çalışmalar yapmaktadır. Merkezin hazırladığı raporlarda Avrupa normlarını özetleyerek Türkiye'deki Sivil-Asker ilişkileriyle ilgili aşağıdaki hususlara yer vermektedir;

"Avrupa Birliği normlarına göre: Silahlı Kuvvetler yasal olarak seçilmiş iş başındaki hükümete hiçbir belirsizliğe yer vermeyecek şekilde tabidir ve Silahlı Kuvvetler kendi mesleki alanı dışında kamusal konularda sesini duyurmaz. Tipik bir şekilde askerlerin bağlılığının işbaşındaki hükümete değil devlete olduğu ve devlet başkanının genellikle onların unvan itibariyle başkomutanı olduğu yolundaki görüş gerçeği yansıtmaktadır. Ancak bu uygulama şu iki önemli karineyi desteklemek için gereklidir: İktidar yasal olarak el değiştirdiğinde Silahlı Kuvvetler görev bilinciyle dolu olarak yeni siyasal üstlerine hizmet ederler; ve askerlerin görevi (bir tek partiyi ya da bir lideri iktidarda tutmak anlamında) rejimin güvenliğini değil (dış ve iç yönleriyle ki bu iki yön günümüzde birbirinden ayrılamaz durumdadır) ulusal güvenliği korumaktır.

Bu husus askerlerle hükümetin yürütme kolu arasındaki ilişki açısından bazı sonuçlar doğurur. Silahlı Kuvvetlerin ve onların yüksek komutanlığının (ya da Genelkurmayın) tabi olması onların sıkı bir biçimde sivil siyasi yönetim altında olmalarını gerektirir. Gelişmiş demokrasilerde bu kontrol işlevi normal olarak yönetimin başka alanlarda olduğu gibi bizzat Hükümet Başkanı değil bir bakan tarafından yerine getirilir, (ancak genelkurmay başkanları bazı durumlarda mesela İngiltere'de olduğu gibi Başbakan'la doğrudan temas kurma hakkına sahiptir.) Bu Avrupa'da tipik bir uygulamadır. Ayrıca Birlik üyelerinde savunma siyasetinin oluşturulması, planlama, program yapma, bütçe hazırlama ve harcamalar ve üst düzey askeri yetkililerin yetki ve özerklik sınırı kesin bir şekilde çizilmiştir.

Gelişmiş demokrasilerde sivil-asker ilişkisinin üçüncü boyutu olan yasamanın rolü çok büyük önem taşır ve bu açıdan hesap verme sorumluluğu ve şeffaflık en önemli kavramlardır. Bütün diğer alanlarda olduğu gibi güvenlik alanında da yürütmenin görevi ne yapılmış ve ne harcanmış olduğunu açıklamak, izah etmek ve gerekçelerini belirtmektir ki bunların ilki izlenen politikadan dolayı hesap verme sorumluluğu ikincisi ise mali sorumluluktur.

Askerlerle bir ülkenin iç güvenlik topluluğu yani analiz yapanlar,akademisyenler, gazeteciler ve sivil toplum kuruluşları sivil-asker ilişkilerinin tamamlayıcı dördüncü boyutunu oluşturur. Burada da şeffaflık konunun özünü oluşturmaktadır. Bilgi yokluğunda ya da başka bir deyimle açık yönetim yokluğunda toplumun savunma alanındaki işlemleri daha geniş bir şekilde denetlemesi ki bu ileri demokrasilerde iyi yönetişimin işaretidir mümkün olamaz.

Sonuç olarak 'sivil-asker ilişkileri' terimi askerlerle toplumun tümü arasındaki ilişkileri kapsar ya da kapsamalıdır. Askere alma ve başka yerlere yerleştirme usulleri, askeri eğitimin örgütlenişi, halkın Silahlı Kuvvetler konusunda tavrı ve birçok başka etken askerlerin toplumla iyice kaynaşmış mı yoksa gerçekte devlet içinde devlet' mi olduklarını belirler.

Sivil-asker ilişkisinin belirtilen yönlerinin birçoğu bakımından Türkiye'deki uygulama sadece uzun süreden beri AB üyesi olan ülkelerin değil Birliğe 2004 yılında katılmış olanların ve çok uzak olmayan bir gelecekte katılacak olan ülkelerin tipik özelliği olan uygulamalardan hala farklıdır.

Ancak Brüksel hiç bir zaman Ankara'nın Türkiye'deki düzenlemeleri Avrupa standartlarına ve/veya uygulamalarına uydurmak için ne yapması gerektiğini açıkça söylememiştir. Birliğin gerçekten belirli konularda endişelerini açıkladığı durumlarda mesela gereksiz askeri nüfuz kullanılmasına yol açtığı iddia edilen kanallar (özellikle MGK) konusu ya da Silahlı Kuvvetlerin denetimsiz fon kullandığı yolundaki iddia gibi Türkiye bu konularda adım atmış ancak yöneltilen eleştirilerin yönünün değiştiğini ve bu kez de eleştirilerin 'resmi olmayan mekanizmalara' ve 'uygulamaya ilişkin konulara kaydığını görmüştür. Hem Türkiye'deki savunmanın üst kademe yönetimi hem de Silahlı Kuvvetlerin hesap verme sorumluluğunun düzeyi eleştirilirken bu konularda nasıl düzeltme yapılabileceğine ilişkin yapıcı ve yol gösterici bir tavır alınmamıştır."

Anılan Merkez, Avrupa normlarını bu şekilde özetledikten sonra Türkiye için şunları önermektedir:

" - Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Savunma Bakanının güvenlikle ilgili yetki ve sorumluluklarının (örneğin; kimin yürütme adına talimat vermeye, kimin kriz döneminde olağanüstü kararlar almaya ve kimin savaş ilan etmeye yetkili olduğu) açıkça belirlenmesi,

- Genelkurmay Başkanının MSB.’na bağlanması,

- Yasamanın Savunma teşkilatı üzerinde etkin bir yönetim tesis etmesi,

- Seçilmişlerin gözetimine ilave olarak, analizcilerin, akademisyenlerin, medyanın ve diğer sivil toplum örgütlerinin de katkısıyla geniş çaplı demokratik gözetimin sağlanması,

- Askerlerin iş başındaki seçilmiş sivil yöneticilere hesap verme sorumluluğunun bilincine varmaları, ki bu sivil yöneticilerde meclis ve dolayısıyla halka hesap vereceklerdir.

- Üniformalı askerlerin kendi alanları dışında kamusal meselelerde söz sahibi olmamaları."

2000 yılında 26 ülkenin katılımıyla Cenevre'de kurulan Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Kontrolü Merkezi (DCAF) ise bugüne kadar Türkiye veya herhangi bir ülkeyle ilgili özel çalışma yapmamış, konuyu genel olarak ele almıştır. İncelemelerinde özetle aşağıdaki hususlara yer verilmiştir.

"DCAF, bütün yayın ve faaliyetlerinde, üç temel anlayıştan yola çıkmaktadır:

- Her sivil denetim demokratik olmamakla birlikte her demokratik denetim sivildir.

- Güvenlik sektörü üzerinde demokratik denetimin tam olduğu ülkelerde bile sivillerin bilgi eksikliği, onları güvenlik, strateji ve savunma konularında askeri uzmanların öneri ve faaliyetlerini eleştirisiz kabullenmeye itmektedir.

- Asker ve sivil alanların birbirinden katı bir biçimde tamamen ayrışması gerçekçi değildir. Önemli olan askeri gereklerin demokrasinin sivil öncelikleriyle koordine edilebilmesidir.

Son 10 yıldır, birbiriyle iç içe geçmiş üç kavram, statükoları, rejimleri ve ideolojileri sarsmaktadır. Bunlar güvenlik sektörü reformu, güvenlik sektörünün parlamenter gözetimi ve orduların demokratik sivil denetimidir. Güvenlik sektörü üzerine oluşan yeni literatüre göre sektör, hem iç hem de dış güvenliği sağlayan birimler yelpazesinden oluşmaktadır. Bunlar Silahlı Kuvvetler, polis, jandarma, sahil ve sınır muhafaza ile istihbarat birimleridir. Milli Güvenlik Kurulu gibi siyasal yaşamda merkezi bir konumda yer alan kuruluşlar da bu yelpazenin asli bir unsurudur. Sektörün "reformu", birimlerin yalnızca teknik modernizasyonunu değil, yeni anlayışlara göre demokratik bilinç ve zihniyetle yeniden yapılandırılmalarını da kapsamaktadır. Sektör üzerinde gözetim, bir ülkeye karşı tehdit unsurlarını algılayan, güvenliğini üreten ve uygulayan birimlerinin toplumun temsilcilerine (parlamentolara) ve dolayısıyla topluma hesap verme pratiklerini ve mekanizmalarını, varsa geliştirmeyi, yoksa inşa etmeyi amaçlar. Denetim ise geniş anlamda güvenlik sektörü, dar anlamda Silahlı Kuvvetler üzerinde yürütmenin denetim yetkisidir. Ancak, bu iki kavram tamamen ayrışmış değildir. Ülkenin tarihsel koşullarına ve güçler dağılımına bağlı olarak gözetim ve denetim bazı yerlerde parlamentolar bazen de hükümetlerce, ancak her durumda anayasal sivil otorite tarafından yapılabilmektedir.

Anımsanmayacak kadar eski zamanlardan bu yana ulusal egemenlik ve güvenliğin bir devletin var olabilmesi için elzem olduğu düşünülegelmiştir. Ne var ki günümüzde güvenliğin sağlanmasıyla yükümlü olanların oynadıkları rol, büyük bir değişim geçirmektedir. Yeni tür silahlı çatışmalar, devletler arasında git gide güçlenen bağlar ve bilhassa 11 Eylül saldırıları güvenlik kavramına yeni bir boyut kazandırmıştır.

Güvenliğin kapsamı genişlemiş ve Silahlı Kuvvetler dışında ülkenin birçok kuruluşunu kapsar hale gelmiştir. Bununda ötesinde uluslararası mahiyet kazanmış ve sınırların çok ötesinden itibaren güvenlik aranmaya başlanmıştır. Bu nedenle güvenlik sektörünün parlamenter denetimi ve seçilmişlerin güvenlik konularına daha fazla eğilmeleri, daha fazla sorumluluk almaları gerekli olmuştur. Parlamentolar, Ulusal Güvenlik Siyasetinin oluşturulmasında, uygulama ve denetiminde, silahlanma, silah kontrolü ve askeri birliklerin hazırlıkları konularında söz sahibi olmalıdırlar. Parlamenterlerin bu konularda etkin olabilmeleri için yeterli bilgi ve uzmanlığa sahip olmaları gereklidir.

Güvenlik sektörünün parlamenter gözetiminin etkinliği aşağıdaki unsurlara bağlıdır;

Açık biçimde tanımlanmış anayasal ve yasal yetkiler

Örfi (Geleneksel) uygulamalar

Kaynaklar ve uzmanlık

Siyasi irade

Anayasal hükümler en üst hukuki statüyü haiz olduğundan parlamentonun güvenlik sektörüne ilişkin güç ve yetkilerinin anayasada hükme bağlanması oldukça önemlidir. Anayasalar kolaylıkla değiştirilemezler ve anayasal değişiklikler söz konusu olduğunda parlamentoda nitelikli çoğunluk aranır.

Tüm faaliyet ve davranışların yasayla düzenlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle de parlamenter gözetimin örfi davranış ve uygulamalarının geliştirilmesi ve sürdürülmesinde karşılıklı saygı ve güven gibi toplumsal normların desteğinin sağlanması büyük önem taşır.

Genel olarak parlamentonun güvenlik sektörünü gözetme yeteneği, zaman faktörü ve bu alanda mevcut bilgi ve uzmanlık düzeyi ile yakından ilgilidir. Parlamenter gözetim için kusursuz bir yasal çerçeve, gereksindiği yeterli kaynak ve uzmanlık bulunsa bile güvenlik sektörünün etkin gözetimi garanti altına alınmış sayılamaz. Son bir unsur olarak parlamenterlerin ellerindeki araç ve mekanizmaları kullanma konusunda gösterecekleri siyasi irade, güvenlik sektörünün parlamento tarafından etkin gözetiminde son derece önemlidir.

Aynı kuruluş bugünkü orduların işlevlerini aşağıdaki gibi özetlemiştir.

Ülkenin bağımsızlığı, egemenliği ve toprak bütünlüğünün yahut daha geniş bir ifadeyle vatandaşlarının korunması;

Barışın inşası ve korunmasına yönelik uluslararası operasyonlar;

Felaketlerde insani yardım sağlanması;

İç güvenliğe dair görevler (asayişin bozulduğu durumlarda iç güvenlikten sorumlu birimlerin desteklenmesi) ;

Ulus inşasına katılım (toplumsal işlev)

Ulusal yasal çerçeveler ve ülkenin güvenlik anlayışına bağlı olarak ordunun yerine getirdiği işlevlerin düzeyi her ülkede farklı olabilir.

1990'dan beri orduların büyük bir çoğunluğu köklü reformlar geçirmiştir. Bu reformların yapılmasının amacı her ülkede farklı olmakla birlikte, ana hatlarıyla üç temel gayesi olduğu söylenebilir:

Demokratikleşme

Yeni güvenlik ortamına uyum sağlanması

Uluslararasılaşma.


10. AB'NİN MUHTEMEL İSTEKLERİ KARŞISINDA İZLENMESİ GEREKEN STRATEJİ :

a. Kıbrıs sorununun çözümünü Türkiye ve KKTC, Kıbrıs Rum kesiminden daha fazla istemektedir. Nitekim Annan Planını Türkiye kabul etmiş, KKTC halk oylamasında "evet" demiştir. Türk Askeri'nin Kıbrıs'tan çıkarılması ancak çözümden sonra gerçekleştirilmelidir. Güneye göç etmiş olanlara tazminat ödenmesi, anlaşma sağlanmasına ve bu anlaşmanın içeriğine göre her iki taraf içinde gündeme getirilmesine bağlı olmalıdır. Kıbrıs sorunu çözülürken, Türk tarafının eşit haklara sahip kurucu iki ulustan biri olduğunu kabul edecek iki bölgeli federal bir yapı esas alınmalı, Adadaki Silahlı Kuvvetler her iki taraf için eşit miktarda azaltılmalı, KKTC halkının güvenliği emniyete alınmalıdır. Ada'nın bir kısmının da olsa Yunanistan'ın kontrolüne geçmesine mani olacak hükümler net bir şekilde antlaşmada yer almalıdır. Bu yapılmadığı takdirde Ada'nın bir kısmında bile olsa Yunanistan'ın askeri üs tesis etmesi Türkiye'nin güneyden kuşatılmasına neden olacak ve Yunanistan'a Doğu Akdeniz’i kontrol etmede önemli stratejik avantajlar sağlayacaktır.

b. Ermenistan'la diplomatik ilişki kurulması, sınır kapılarının hava sahasının Ermenistan uçaklarına açılması, Ermenistan'ın Anayasasından Türkiye'nin doğusundaki bazı illerin kendisine ait olduğunu çıkarması ve sözde soykırım iddialarından vazgeçmesi halinde gündeme alınmalıdır. Anılan soykırım iddialarının doğru olmadığı AB ülkelerine anlatılmalıdır

c. Sınırların kontrolünün özel bir birim tarafından ve tek elden kontrol edilmesi mümkündür. Ancak bunun için milyar dolarlara varan yatırım gereklidir. Bu kaynak AB'den istenmelidir. Türkiye'nin 8247 km deniz, 2753 km kara sınırı mevcuttur. Kara sınırlarının Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde arazi ve kışın doğa şartları, hudutları korumayı güçleştirmekte ve maliyetini arttırmaktadır. Sınırlar sadece Türkiye için değil AB içinde önemlidir. Terörist geçişleri, yasadışı göç, uyuşturucu trafiğinin önlenmesi Avrupa içinde hayati önemi haizdir.

ç. Azınlıkların haklarının genişletilmesi en hayati ve kırmızı çizgisi olması gereken konuların başında gelmektedir. Türkiye son yaptığı değişikliklerle AB üyesi ülkelerdeki azınlıklara verilmiş olan hakların tamamını vermiştir. Geriye sadece ana dilde eğitim hakkı kalmıştır. Böyle bir uygulama Avrupa'nın hiçbir ülkesinde yoktur. Pratikte, ülkenin bölünmesini kabul etmiyorsak, uygulama alanı da bırakılmamalıdır. Böyle bir uygulama Türkiye'yi bölünmeye kadar götürebileceğinden kesinlikle kabul edilmemelidir.

d. Müslüman olmayan azınlıkların hukuki kişilik, mülkiyet hakkı ve eğitimleri konularında bazı teknik düzenlemeler yapılabilir. Ancak bunlar yapılırken AB ülkelerindeki müslümanlara tanınan haklarla ilgili karşılılık ilkesine göre hareket edilmelidir.

e. Türk Askerinin Kuzey Irak'tan çekilmesi PKK tehdidinin tamamen ortadan kalkması halinde kabul edilmelidir.

f. Yunanistan'la Ege sorunlarının çözümü, her iki tarafça kabul görecek bir çerçevede Türkiye'nin de lehinedir. Bu konuda öncelikle ikili görüşmelerle sonuç alınmaya çalışılmalı, bu mümkün olmazsa sorunların tamamı Adalet Divanına götürülmelidir.

g. PKK'ya Abdullah ÖCALAN dahil Genel Af çıkarılması; Terör örgütünün eyleme karışmış militanları hariç diğerlerine birkaç kez af çıkarılmıştır. Abdullah ÖCALAN'ın affı söz konusu edilmemelidir.

ğ. Fırat ve Dicle nehirlerinin ve bunlar üzerindeki barajların kontrolünün uluslararası bir oluşuma verilmesi kesinlikle düşünülemez. Esasen Türkiye, Irak ve Suriye'ye anılan nehirlerden yeterli su vermektedir..

h. TSK’nın Sivil Kontrolü ve Etkinliğinin Azaltılması;

(1) TSK'nin siyasi otorite tarafından kontrolü incelendiğinde, Avrupa ülkelerinden farklı olmadığı ortaya çıkacaktır. Harp kararı verme ve Silahlı Kuvvetleri yurtdışına gönderme veya yabancı Silahlı Kuvvetlerin Türkiye'ye gelmesi Parlamentonun yetkisindedir. Silahlı Kuvvetlerin bütçesi her yıl bütçe kanunu çerçevesinde Parlamento tarafından kabul edilmektedir. Genelkurmay Başkanı Bakanlar Kurulunun teklifiyle Cumhurbaşkanınca atanmaktadır. General kadroları tavanı yasayla belirlenmiştir. Bütün bunlara rağmen, TSK bünyesinde sivil kontrolün yetersizliğinden bahsetmenin 3 sebebi olabilir. Birincisi AB'nin yeterli bilgiye sahip olmaması ihtimalidir. İkincisi AB'nin art niyetli davranması ve TSK'yı zayıflatma arzusu olabilir. Üçüncü ihtimalde Türkiye'deki bazı güçlerin AB'ye bu şekilde davranmayı empoze etmesidir.

(2) Genelkurmay Başkanının MSB'ye bağlı olmamasını, Silahlı Kuvvetlerin sivil otoritenin kontrolünde olmaması gibi algılamak doğru değildir. Genelkurmay Başkanı, yasalarımıza göre Silahlı Kuvvetleri harbe hazırlamaktan sorumlu olan Bakanlar Kurulunun, yani hükümetin başı olan Başbakana bağlıdır. Yine yasalarımıza göre Başkomutanlık TBMM'nin manevi şahsiyetinde Cumhurbaşkanlığınca temsil edilmekte ve savaşta Genelkurmay Başkanlığınca yürütülmektedir. Bu nedenle, Genelkurmay Başkanının Cumhurbaşkanıyla doğrudan bağlantısı olması gerekir. Öte yandan Silahlı Kuvvetlerin savaşa hazırlanmasından Bakanlar Kurulu sorumlu olduğundan Genelkurmay Başkanının Başbakanla da doğrudan irtibatta olması zorunludur. Bu uygulama içerisinde MSB'nin yeterli işlev ve yetkiye sahip olmadığını söylemekte doğru olmaz. MSB, askere alma, tedarik, bütçe ve Silahlı Kuvvetlerle ilgili bütün yasaların hazırlanmasında önemli role sahiptir. Milli Savunma Bakanı, Askeri Şuranın üyesidir ve General/Amiral terfi ve atamalarında söz sahibidir. Cumhuriyet döneminde Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanına, MSB'ye ve Başbakan'a bağlı görev yapmıştır. Bugün için Türkiye'de terfi tayin başta olmak üzere, işleri belirli sistemlere oturtmuş tek kuruluş Silahlı Kuvvetlerdir.

Genelkurmay Başkanının MSB'ye bağlanması Türkiye'de siyasi olgunluğun çağdaş seviyeye ulaşmasından sonra düşünülecek bir konudur.

(3) Terfi ve tayinlerde sivil otoritenin yeterli yetkisi mevcuttur. Yasalar sadece siyasi iktidarların keyfi tutumlarına engel olacak şekilde düzenlenmiştir. Örneğin Genelkurmay Başkanı olmak için kuvvet komutanlığı yapma şartı getirilmiştir. Böylece siyasi iktidarın herhangi bir Generali Genelkurmay Başkanlığına ataması önlenmiştir. Terfilerin yapıldığı Askeri Şuraya Başbakan başkanlık yapmakta, Milli Savunma Bakanı da üye olarak söz sahibi olmaktadır. Atamalarda, seviyesine göre Bakanlar Kurulu, üçlü kararname ve benzeri yöntemlerle yapılmakta ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmaktadır. Askeri Şuranın yapısının değiştirilmesi, yukarıda açıklanan mahzurları doğuracağından ve bugün için tüm Avrupa orduları tarafından takdir edilen TSK terfi sistemini ortadan kaldıracağından, kesinlikle kabul edilmemesi gerekmektedir. Diğer taraftan tartışılan bir diğer konuda Askeri Şura kararlarının yargıya açık olmamasıdır. Türkiye'de kararları yargıya açık olmayan tek kurum Askeri Şura değildir. Başta Sayıştay olmak üzere daha birçok kurumun kararları da yargıya kapalıdır. Askeri Şura kararıyla Silahlı Kuvvetlerle ilişkisi kesilen personelin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine açtıkları davaların hepsi Silahlı Kuvvetlerin lehine sonuçlanmıştır. Silahlı Kuvvetler için disiplin her şeyin üstündedir. Çok iyi işleyen sistemleri bozmak sadece Silahlı Kuvvetlere değil Türkiye'ye zarar getirir.

(4) MGK'nın yapısının değiştirilerek Kuvvet Komutanlarının kuruldan çıkarılması talebi haksız bir taleptir. Daha önce açıklandığı gibi bir kısım AB üyesi ülkelerde de Kuvvet Komutanları MGK'ya dahildir. Son yapılan değişikliklerle MGK üye sayısı 9/5 sivillerin lehine dönüşmüştür. MGK tamamen danışma organı haline gelmiş ve başına sivil sekreter atanmıştır. AB'nin daha fazlasını istemeye hakkı olmadığı değerlendirilmektedir.

(5) İç Hizmet Kanununun 35 inci maddesinin, ihtilalin yasal dayanağını oluşturuyor diye değiştirilmesini istemekte akılcı değildir. İhtilalin yasal dayanağının olmayacağı aşikardır. Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyetini kuran, Türkiye'nin çağdaşlaşmasında hep önder olmuş laik ve demokratik düzeni gönülden benimsemiş bir kurumdur.

(6) Profesyonel askerliğe geçiş talebi de haksız bir taleptir. Zira AB üyesi bazı ülkelerde mecburi askerlik devam etmektedir. Bu konu, Türkiye'nin kendi değerlendirmeleri ve ihtiyacına göre gündeme getirebileceği bir konudur. Anılan sistem, her şeyden önce çok önemli kaynağı gerektirmektedir. Türkiye'nin Asker-Millet anlayışı zedelenmemelidir. Her iki sistemin fayda ve mahzurları mevcuttur.

(7) Savunma bütçesinin hazırlanması ve kullanılmasında sivil otoritenin yetki etkinliğinin artırılması talebi de herhalde bilgi yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Silahlı Kuvvetlerin bütçesi diğer bakanlıklarda olduğu gibi en alt ita amirliklerinden itibaren hazırlanmakta, Kuvvet Komutanlıklarınca son şekli verilmekte, bilahare Genelkurmay Başkanlığınca birleştirilerek MSB'ye gönderilmektedir. MSB, Maliye Bakanlığına göndermekte ve genel bütçe içerisinde Parlamento tarafından onaylanmaktadır. Bütçenin kullanılması diğer bakanlıklardan farksızdır. Tüm harcamalar ihale kanununa göre yapılmaktadır. Ayrıca ita amirlikleri nezdinde Maliye Bakanlığınca atanmış Saymanlar mevcuttur ve bunlar harcamalarda söz sahibi oldukları gibi yapılanları kontrol etme hakkına sahiptirler. Savunma Sanayinin yaptığı harcamalarda da son söz Başbakan, MSB ve Genelkurmay Başkanından oluşan icra kurulundadır. Burada 2/1 sivil üstünlüğü vardır.

(8) OYAK vasıtasıyla TSK'nin hükümet üzerinde ekonomik baskı kurdukları tamamen gerçek dışıdır. OYAK Silahlı Kuvvetler mensuplarının ve OYAK çalışanlarının üyelerinin teşkil ettiği, yasayla kurulmuş bir özel bireysel emeklilik fonu, üyeleri için bir kredi kurumu, bir hayat ve sağlık sigortası kuruluşudur. Devletten maddi,parasal herhangi bir destek almamakta, üyelerinin her ay ödediği aidatları diğer tüm ekenomik kurum ve kuruluşların tabi olduğu yasal mevzuat çerçevesinde finansal, ticari ve sınai faaliyetlerde değerlendirerek, emekliye ayrılanlara maddi destek sağlamakta, Silahlı Kuvvetler mensuplarına konut alımı başta olmak üzere birçok konuda destek olmaktadır.

11. POST-MODERN MİLİTARİZM :

Günümüzün değişen siyasi ve ekonomik şartları karşısında batı dünyası ordularınında, bu değişime göre yeni anlayış ve yapısal değişikliklere uğraması üzerinde çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu anlamda “post-modern ordu”kitabı yapılan çalışmalardan biridir.

Kitapta, Dünya Silâhlı Kuvvetlerinin geçirdikleri değişim üç dönem halinde; "Modern Dönem" 1900-1945 yılları, “Geç-Modern Dönem" 1945-1990 yılları, "Post-Modern Dönem" ise 1990 yılından günümüze kadar olan süreç esas alınarak incelenmeye çalışılmıştır. Bu kapsamda 12 ülkenin Silâhlı Kuvvetleri incelenmiştir.

Silâhlı Kuvvetlerdeki değişimin somut olarak incelenebilmesi maksadıyla 10 konu seçilmiş ve bu konular esas alınarak inceleme yapılmıştır. Bunlar; algılanan tehdit, kuvvet yapısı, görev tanımı, hakim askeri lider tipi, halkın Silâhlı Kuvvetlere karşı tavrı, medya ile ilişkiler, sivillerin yeri, kadınların durumu, eşlerin durumu, vicdani ret konularıdır. Bu konular esas alınarak her ülkenin Silâhlı Kuvvetleri ayrı bir yazar tarafından incelenmiştir. Kitabın basım tarihi 2000 yılı olduğu için kullanılan bilgilerin bazıları mevcut durumu yansıtmamaktadır.

"Post-modern" Silâhlı Kuvvetlerin 5 temel organizasyon özelliği bulunmaktadır. Bunlar; sivillerin ve askerlerin hem kültürel hem de yapısal olarak birbirlerine daha fazla yaklaşması, Silâhlı Kuvvetlerde sınıf, rütbe, muharip, muharebe desteği gibi konulardan kaynaklanan farklılıkların azalması, geleneksel olarak muharebe görevi olmayan görevlerin (İnsanî Yardım, Barışı Koruma Görevleri gibi) ağırlık kazanması, Silâhlı Kuvvetlerin daha fazla uluslararası görevlerde kullanılması ve Silâhlı Kuvvetlerin kendisinin uluslararası bir özellik kazanmasıdır.

Birçok faktör, orduları "post-modern" olmaya itmiştir. Global ekonomik bütünleşme, haberleşme imkanlarının artması, bilgi sistemlerinin gelişmesi, göçlerin yaşanması ve uluslararası seyahatlerin artması ülkelerin birbirlerine bağlı hale gelmesine katkıda bulunmuştur.

İncelemede esas alınan 12 ülke ordusundan bazıları, bir kısım konularda "post-modern" bir yapı sergilerken, diğer konularda ise "geç-modern" veya "modern" bir yapı sergilemektedir.

Uluslararası durumun ortaya çıkardığı tehdit algılamasının ve fırsatların kuvvet yapısını, Ordunun görevini ve Ordu-toplum ilişkilerini şekillendirdiği, benzer şekilde bir ulusun politik kültürünün ve hafızasının hem Ordunun kendisini, hem de Ordunun toplumla olan ilişkisini etkilediği ortaya konulmaktadır.

Muhakkak ki; ulusal egemenlik kavramı hala bu faktörlerin içerisinde yer almaktadır. Ulusal faktörler belirsiz geleceğe doğru sivil-asker ilişkilerini etkilemeye devam edecektir.

Kitabın incelenmesinde de görüleceği gibi bugün Batı dünyasının içinde bulunduğu şartlar ve onların Silahlı Kuvvetleri ile Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar ve olması lazım gelen Silahlı Kuvvetler gerçekten büyük farklılıklar göstermektedir. Bu farklılıklar Silahlı Kuvvetler arasındaki hem amaç ve hem de yapısal değişikliklerde kendini gösterecektir.

12. SONUÇ :

a. Avrupa Birliği Türkiye için bir çağdaşlaşma projesidir. Toplumun büyük bir bölümü gibi Türk Silahlı Kuvvetleri de Türkiye'nin Avrupa Birliğine girmesini istemektedir.

b. Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Birliğinin diğer organlarının Türkiye ile ilgili bugüne kadar aldığı kararlar ve yayımladığı raporlar nedeniyle birliğin Türkiye'ye yaklaşımı Türk toplumunun önemli bir kesiminde olduğu gibi Silahlı Kuvvetlerce de kuşkuyla karşılanmaktadır. En önemli tereddüt Avrupa Birliğinin azınlıklarla ilgili talepleri nedeniyle ülkemizin Ulusal bütünlüğünün bozulması noktasında yaşanmaktadır. Bu konudaki hassasiyet sadece Silahlı Kuvvetlerle sınırlı değildir. Nitekim Gazi Üniversitesi tarafından 69 üniversitemizde 1300'ün üzerinde öğretim üyesiyle yapılan ankette Türkiye'yi bekleyen en önemli tehlike olarak Ulusal bütünlüğün zayıflaması görülmüştür. Müzakere süreci iyi yönetilmezse, bilerek veya bilmeyerek verilebilecek taviz ve haklarla, Türkiye'nin uzun vadede Ulusal birliğini koruması güçleşebilecektir.

c. Türkiye'nin Avrupa Birliği için önemi, Avrupa Birliğinin Türkiye için öneminden az değildir. Türkiye'nin üye olmasıyla Avrupa Birliğinin sağlayacağı avantaj Türkiye'nin elde edeceği avantajdan daha fazladır. Avrupa Birliği bunun bilincinde olmalı veya Türkiye Avrupa'ya bunu iyi anlatmalıdır.

ç. 17 Aralık'ta verilen müzakerelere başlama kararı, bugüne kadarki karar ve raporlara benzer şekilde Türkiye için çok önemli olumsuzlukları içermektedir. Bunların başlıcaları müzakerelerin ucunun açık olması ve her an askıya alınabileceği, Kıbrıs Rum kesimiyle Gümrük Birliği antlaşmasının imzalanması ve GKRY’nin Adanın tümünde tek hakim otarite olarak tanınması, komşu ülkelerle anlaşmazlıkların Adalet Divanına götürülme zorunluluğu, Ermenistan'la diplomatik ilişkiyi başlatma, sınırı açma ve sözde soykırımı kabul etme, Fırat ve Dicle sularının uluslararası bir yönetim tarafından idaresi, Hudutların sorumluluğunun Silahlı Kuvvetlerden alınması, Türkiye'nin Schengen bölgesine kabulünün tam üye olsa bile bilahare yapılacak değerlendirmelerle mümkün olabileceği, serbest dolaşım hakkının ya hiç verilmeyeceği veya üye olduktan çok uzun bir süre sonra verileceği, ordunun siyaset üzerindeki etkinliğinin azaltılması gerektiği, azınlık haklarının geliştirilmesi, ana dilde eğitim hakkı, Müslüman olmayan azınlıklara ilave haklar verilmesidir. Bütün bu istekler dikkate alındığında Türkiye'nin üyeliğinin çok uzun zaman alabileceği, müzakerelerin her an kesilebileceği, ilave tavizlerin istenebileceği ortaya çıkmaktadır.

d. Avrupa Birliği'nin Türkiye'den Güvenlik ve Türk Silahlı Kuvvetleriyle ilgili olarak bugüne kadarki ve bundan sonraki muhtemel talepleri değerlendirildiğinde, eğer art niyet yoksa önemli bir bilgi yetersizliğinin veya maksatlı olarak yanlış bilgilendirmenin söz konusu olabileceği ortaya çıkmaktadır. Silahlı Kuvvetlerle ilgili taleplerin odak noktasını Silahlı Kuvvetlerin Sivil Kontrolünün güçlendirilmesi ve siyaset üzerindeki etkinliğinin azaltılması teşkil etmektedir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Sivil Kontrolü konusunda birkaç ayrıntı dışında, Avrupa Birliği ülkelerindeki uygulamalardan farklı değildir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin etkinliği ise yasalardan çok Türk halkının Silahlı Kuvvetlere olan güven ve sevgisinden kaynaklanmaktadır. Türkiye'nin önümüzdeki asgari 20 yıl içinde çok güçlü bir Silahlı Kuvvete ihtiyacı vardır. Zira çevresinde meydana gelebilecek gelişmeler ve içerideki potansiyel terör tehdidi her an silahlı güç kullanılmasını gerektirebilecek mahiyettedir. Silahlı Kuvvetlerin gücü sadece personel sayısı ve silah sistemleriyle sağlanamaz. Moral ve motivasyon en az onlar kadar önemlidir. Silahlı Kuvvetleri çeşitli şekilde baskı altına alıp motivasyonunu bozmak, Silahlı Kuvvetlerden çok, ülkeye zarar verir. Silahlı Kuvvetler hükümetin Avrupa Birliğine uyum için güvenlik ve doğrudan kendisiyle ilgili düzenlemelerin bir çoğunu AB süreci içinde değerlendirmiş, bazılarını da desteklemiştir. Bundan sonraki muhtemel talepler karşılanırken, Ulusal birliğimizin korunması ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin yıpratılmaması hayati önemi haizdir.

Buraya kadar ifade edilen hususların önemli bölümleri bir kez daha altını çizerek vurgulamak gerekirse;

1998 yılı Türkiye ilerleme raporunda, Türkiye'nin 1964 yılından beri Avrupa ile işbirliği içerisinde olduğu ve uzun bir süredir Avrupa ile entegrasyona yönelik bir politika izlediği belirtilmekte, Türkiye ile AB'nin birçok dış politika konusunda benzer görüşleri paylaştığı ifade edilmektedir.

1999 yılı raporunda, Türkiye'nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikasına yaptığı katkılar anlatılmaktadır. 2000 yılı raporunda, Türkiye'nin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikasına aktif olarak katıldığı, AB ve Türkiye arasında bir önceki rapor döneminden beri siyasi diyalogun geliştiği belirtilmektedir. 2001 yılı raporunda, Türkiye'nin dış politikasını AB ile uyumlu hale getirmeye devam ettiği, AB karar ve açıklamaları ile AB'nin müşterek eylem ve görüşlerini paylaştığı vurgulanarak, Türkiye'nin dış politika ve güvenlik politikaları konusunda AB ile iyi bir işbirliği içerisinde olduğu üzerinde durulmaktadır.

2002 yılı raporunda, 2001 yılı raporunda belirtilen hususlar tekrar edilerek, Türkiye'nin ulusal politika ve uygulamalarının AB'nin tutumunu desteklemesi ve uluslararası ortamlarda bunun Türkiye tarafından savunulması hususu yer almaktadır. 2003 yılı raporunda, Türkiye'nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası ile Ortak Güvenlik ve Savunma Politikaları konusunda AB ile iyi bir işbirliği içerisinde olduğu üzerinde durularak, Türkiye'nin NATO imkan ve kabiliyetlerinin kullanılarak AB harekatı icrasına yönelik her iki örgüt arasındaki düzenlemelere onay vermesinin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasının icrasını sağladığı, Türkiye'nin ulusal politika ve uygulamalarının AB'ninki ile paralellik arz etmesi ve bunun için gerekli idari düzenlemelerin sonuçlandırılması hususları yer almaktadır.

2004 yılı raporunda ise, NATO-AB işbirliğindeki Berlin düzenlemeleri kapsamında Türkiye'nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'nın geliştirilmesine ve Balkanlardaki kriz yönetimi harekatına aktif olarak katıldığı,ancak Ortak Güvenlik ve Dış Politikası kapsamında diğer aday ülkelerden daha az bir şekilde AB deklarasyonlarına paralel hareket ettiği belirtilerek, Türkiye’nin ulusal politika ve uygulamalarının AB'ninki ile paralellik arz etmesi ve bunun için gerekli idari düzenlemelerin sonuçlandırılması hususları üzerinde durulmaktadır.

Bütün bu raporlardan görüleceği üzere AB, Türkiye’nin dış politika ve savunma politikası konularında kendi kararlarına ve çıkarlarına uygun hareket etmesini beklemektedir.

“Bu arada AB, Türkiye ile katılım müzakerelerine 3 Ekim 2005 tarihinde başlama kararı almış ve uzun süreli olacağı beyan edilen bir süreç başlıyacaktır. Bu bağlamda, AB ile Türkiye arasında her alanda müzakereler yapılacaktır. Bu alanlarda gündeme gelebilecek konulardan birisi de, Türk Silahlı Kuvvetleri ve demokratik kontrolüdür.

Silahlı Kuvvetlerin demokratik kontrolü konusunda Avrupa’da tek bir kabul edilmiş standart ve uygulama olmadığı gibi, aynı kural ve düzenlemelere sahip demokrasilerde bulunmamaktadır. Bu bağlamda, Silahlı Kuvvetlerin Demokratik kontrolü konusunda uluslararası kabul edilmiş norm ve standartlar yeteri derecede geliştirilmemiştir.

Demokrasi uygulamaları gibi sivil-asker ilişkileri ülkeden ülkeye değişmekte, bu bağlamda Fransa ordusunun rolü ile İspanya ordusunun rolü, Türk ordusunun rolü ile Belçika ordusunun rolü farklılık arz etmektedir.

Ülkeler tarafından kullanılan modellerin diğerleri tarafından aynen uygulanmasının, ülkelerin tarihi ve sosyal gerçeklerine uyması da mümkün değildir.

Örneğin, Portekiz Anayasasına göre, Devlet Konseyi meclis ve otonom bölgelerdeki hükümetlerin lağvı konusunda görüş bildirme yetkisine sahiptir. Ayrıca, bu Konseyin demokratik kurumların işleyişini korumak için hükümeti görevden uzaklaştırma gücü de bulunmaktadır. Hollanda'da ise, durum biraz daha farklıdır. Kral, Devlet Konseyinin başkanıdır ve diğer kraliyet ailesi üyeleri de Konseye üye olabilir, Konsey'in bazı üyeleri hanedan tarafından ömür boyu görevlendirilebilir. Fransa'da uygulamada, Cumhurbaşkanı bazı ana konularda (nükleer konular gibi) karar verme yetkisini elinde bulundurmaktadır. Cumhurbaşkanı meclisi lağıv edebilir, Başbakanı atar, dış ve savunma politikasına yön verir ve nükleer silahların kullanılmasına karar verir.

İngiltere'de Birinci Körfez Savaşında, kraliçe ve başbakan, meclis onayı olmadan savaş ilan etmiş, dört gün sonra meclis onayı alınmıştır. Bu ülkede hükümet ayrıca, Parlamento onayı olmadan anlaşmaları imzalayabilir ve daha sonra onay alabilir. Ayrıca, meclis üyeleri yemin ederken parlamento veya ülkeye değil, kraliçeye bağlılığı ifade ederler.

Bu bağlamda, Finlandiya'da Genelkurmay Başkanı idari konularda Savunma Bakanına bağlı olmasına rağmen, genelde doğrudan Cumhurbaşkanına bağlıdır. Çek Cumhuriyeti'nde parlamenterlerin örneğin, askeri istihbarat hizmetlerine ilişkin konulardaki bilgilere ulaşamadığı, Macaristan'da savunma bütçesi üzerindeki parlamento kontrolünün zayıf olduğu, Litvanya'da parlamenterlerin sahip oldukları yetkileri etkili olarak kullanamadığı, Slovenya'da parlamento savunma komitesindeki uzman sayısının azlığı nedeniyle silahlı kuvvetler ve savunma politikası üzerinde parlamento kontrolünün tam olmadığı değerlendirmeleri yapılmaktadır. Son olarak, geçtiğimiz günlerde, halen AB üyesi olan Macaristan'da, AB ile uyum süreci kapsamında Genelkurmay Başkanı'nın statüsünün değiştirilerek müsteşar yardımcısı seviyesine düşürülmesine yönelik düzenlemeler nedeniyle istifa etmesi de dikkat çekici bulunmaktadır.

Demokratik uygulamalar, her bedene uyacak tek tip bir elbise değildir. Güzel gözükmesi için herkesin kendi üzerine uydurulması gerekmektedir. Aksi halde en pahalı mağazadan alınmış en kaliteli elbise bile, uygun olmayan bir bedende sakil görünecektir. Nitekim, görüleceği üzere, AB ülkelerinde demokrasi uygulamaları oldukça farklılık arz etmekte, sivil-asker ilişkileri ve Silahlı Kuvvetlerin kontrolüne ilişkin tek bir model de bulunmamaktadır.

16-17 Aralık 2004 tarihlerinde icra edilen AB zirvesi öncesinde TSK'lerine ilişkin hususlar, AB tarafından yayımlanan bazı raporlarda yer almıştır. Bu bağlamda, AB Komisyonu ve AB Parlamentosu'nun 2004 yılı raporlarında, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Türkiye'deki rolü ve demokratik kontrolü konusu irdelenmekte, konunun üyelik sürecinde güncelliğini sürdüreceği düşünülmektedir. Bu kapsamda, AB tarafından üzerinde durulan en önemli husus, "TSK'lerinin demokratik kontrolü kapsamında yeni çıkan kanunlara ilişkin uygulamaların AB ülkeleri uygulamaları ile uyumlu hale getirilmesidir."

TSK'nin demokratik kontrolü konusunda en kapsamlı açıklamalar, AB Komisyonu'nun 1998 yılından itibaren hazırladığı ilerleme raporlarında yer almaktadır.

24 Kasım 1998 tarihinde yayımlanan AB Komisyonu raporunda9;

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin siyasi kontrolüne ilişkin Türk Hukuk Sisteminde belirsizlikler olduğu, Genelkurmay Başkanı'nın Savunma Bakanı yerine Başbakan'a karşı sorumlu olduğu, 1997 yılında K.lrak'ta PKK'ya karşı yapılan harekatın hükümete bildirilmediği, MGK'nın ulusal güvenlik politikasının uygulanması ve siyasi birçok konuda önemli bir rol üstlendiği belirtilmektedir. Ayrıca, MGK'nın tekliflerinin hukuki olarak bağlayıcılığının olmamakla beraber, hükümet politikası üzerinde önemli etkisi olduğu, bu durumun TSK'nin sivil konularda rol üstlenmesi ve siyasi hayatın her alanına müdahale imkanı sağladığı, TSK'nin sivillerin kontrolü altında olmadığı ve bazen özellikle icra ettiği operasyonlar kapsamında hükümetin bilgisi haricinde hareket ettiği de ifade edilmektedir.

Raporun sonuç bölümünde; Silahlı kuvvetlerin sivil kontrolünün özel önem arz ettiği, halihazırda bu kontrolün MGK vasıtasıyla gerçekleştirildiği belirtilmektedir.

13 Ekim 1999 tarihinde yayımlanan AB Komisyonu raporunda;10

Silahlı kuvvetlerin MGK vasıtası ile siyasi hayatın birçok alanında önemli bir etkiye sahip olduğu, Devlet Güvenlik Mahkemelerindeki askeri hakimin sivil hakim ile değiştirilmesinin yargının bağımsızlığı açısından önemli bir ilerlemeyi gösterdiği ifade edilmektedir.

Raporun sonuç bölümünde; MGK'nın siyasi hayatta önemli bir rol üstlenmeye devam ettiği belirtilmektedir.

8 Kasım 2000 tarihinde yayımlanan AB Komisyonu raporunda;11

Silahlı kuvvetlerin kontrolünün hala gelişmeye ihtiyaç duymakta olduğu, AB, NATO ve AGİT standartlarının aksine, Gnkur.Bşk.’nın hala Savunma Bakanı yerine Başbakan'a bağlı olduğu, YÖK üyelerinden birinin Gnkur.Bşk.’lığınca seçildiği ifade edilmektedir. Ayrıca, MGK'nın karar, açıklama ve tekliflerinin siyasi süreçteki ağırlıklı etkisinin devam ettiği, MGK'nın görüşlerinin uygulamada hükümetin üstlendiği rolü de ciddi şekilde kısıtladığı, bunun da ötesinde savunma ve güvenlik konularında meclise karşı sorumluluğun da az olduğu, MGK'nın sivil üye sayısının artırılmasının siyasi ve askeri çevrelerde tartışıldığı ifade edilmektedir.

Raporun sonuç bölümünde; silahlı kuvvetlerin sivil kontrolünün geliştirilmesi gereken bir husus olduğu belirtilmektedir.

13 Kasım 2001 tarihinde yayımlanan AB Komisyonu raporunda;12

Silahlı kuvvetlerin demokratik kontrolü konusunda çok az bir gelişme görüldüğü, Anayasa'nın 118 nci maddesinde yapılan değişiklik ile; MGK'nın rolü ve üyelerinin düzenlenerek, sivil üye sayısının 5'den 9'a çıktığı, asker üye sayısının 5'te kaldığı, MGK'nın tavsiye edici rolünün vurgulandığı, hükümetin MGK kararlarını öncelikle göz önüne almak yerine değerlendireceği belirtilmiştir. Ayrıca, bu düzenlemelerin silahlı kuvvetlerin demokratik kontrolüne nasıl katkıda bulunacağının izleneceği ifade edilmektedir.

Raporun sonuç bölümünde; silahlı kuvvetlerin sivil kontrolü gibi bazı temel hususların etkili bir şekilde geliştirilmesi gereği belirtilmektedir.

9 Ekim 2002 tarihinde yayımlanan AB Komisyonu raporunda;13

MGK ile ilgili Anayasa değişikliğinin yapılarak sivil üye sayısının 9'a çıktığı, asker üye sayısının 5 olduğu, uygulamada askeri üyelerin etkisinin olduğu, yıl boyunca MGK'nın asker üyelerinin siyasi, sosyal ve dış politika konularında kamuoyuna açıklamalarda bulunduğu, TSK'lerinin AB siyasi kriterleri kapsamındaki reformlara uyma konusundaki tartışmalarda da aktif bir rol üstlendiği ve kültürel haklar, eğitim ve diğer dillerde yayın gibi konularda aktif olarak tartışmalara katıldığı ifade edilmiştir. Ayrıca, silahlı kuvvetlerin savunma bütçesinin hazırlanmasında önemli derecede bîr özgürlüğe sahip olduğu, iki adet ek bütçeye sahip olduğu, MGK'nın iç politikada önemli bir faktör olmaya devam ettiği, sivil üyelerin artması ve tavsiye edici rolü kısıtlanmasına rağmen uygulamada MGK'nın işleyişinde pek bir değişiklik olmadığı, kararların çoğunluk yöntemine göre alınsa da, asker üyelerin fikirlerinin önemli bir ağırlığa sahip olduğu ve siyasi kriterlerden biri olan silahlı kuvvetlerin kontrolünün yeteri kadar geliştirilmediği belirtilmektedir.

Raporun sonuç bölümünde; MGK'nın rolü ve üyeleri konusundaki anayasa değişikliğinin uygulamaya konulduğu, buna rağmen MGK'nın işleyişinin uygulamada beklentileri karşılamadığı belirtilmektedir.

5 Kasım 2003 tarihinde yayımlanan AB Komisyonu raporunda;14

MGK'nın hukuki yapısında AB üyesi ülke uygulamaları ile uyumlu hale getirme kapsamında temel bazı değişiklikler yapıldığı, Anayasanın 118 nci maddesinde yapılan değişiklik ile MGK'nın tavsiye edici rolünün vurgulandığı, RTÜK ve YÖK'te MGK'dan temsilcinin görevlendirilmesine devam edildiği, 7 nci reform paketi ile, MGK'nın görevleri, fonksiyonları ve üyelerine ilişkin bazı temel değişiklikler yapıldığı ifade edilmektedir. Ayrıca, MGK Genel Sekreterinin son kez askeri bir şahıs olmasına ve MGK toplantılarının her ay yerine 2 ayda bir yapılmasına karar verildiği, savunma harcamalarındaki şeffaflığın artırılması için yeni düzenlemeler yapıldığı, Sayıştay'a silahlı kuvvetler dahil bütün devlet kuruluşlarının hesaplarını denetleme yetkisi verildiği, bütün bunlara rağmen, silahlı kuvvetlerin savunma bütçesini hazırlama ve savunma teçhizatının temininde önemli bir özgürlüğe sahip olduğu, silahlı kuvvetlere tahsis edilen iki ekstra bütçe olduğu, TSK'nin birçok gayri resmi mekanizma ile etkisini sürdürdüğü, MGK asker üyelerinin siyasi, sosyal ve dış politika konularında kamuoyuna açıklamalarda bulunduğu, silahlı kuvvetlerin kontrolünü AB ülkeleri uygulamaları ile uyumlu hale getirmek için, konuya ilişkin reformların etkili bir şekilde uygulanması, sivil örgütlerdeki askeri temsilcilerin kaldırılması ve savunma bütçesinin tam kontrolünün sağlanması vurgulanmaktadır.

Raporun sonuç bölümünde; MGK'nın görevleri, fonksiyonları ve üyelerine ilişkin bazı temel değişiklikler yapılarak AB ülkeleri uygulamalarına yakın hale getirildiği, MGK'nın rolünün gözden geçirildiği ve icra yetkisinin kaldırıldığı, RTÜK ve YÖK'te MGK'dan temsilci görevlendirilmesine devam edildiği ve askeri harcamalar üzerinde askeri bütçenin onaylanması ve denetimi kapsamında tam bir meclis kontrolünün sağlanması gerektiği, sivil-asker ilişkilerinin tamamen AB uygulamaları ile uyumlu hale getirilmesinin önemli olduğu belirtilmektedir.

6 Ekim 2004 tarihinde yayımlanan AB Komisyonu raporunda;15

TSK'lerinin sivil kontrolü konusunda olumlu gelişmeler olduğu, Milli Güvenlik Kurulu'nun görevleri, fonksiyonları ve üyelerinin değiştiği, yapılan Anayasa değişiklikleri ile bu kurulun tavsiye edici bir niteliğe büründüğü ve ilk defa bir sivil şahsın Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'ne atandığı ifade edilmektedir. Ayrıca, Sayıştay'ın askeri ve savunma harcamalarını denetleme yetkisinin artırıldığı, bu harcamalarda şeffaflığın sağlandığı, savunma harcamalarının azaltıldığı, genel bütçedeki ilave kaynağın tamamen meclis kontrolüne alındığı ve Yüksek Öğretim Kurulu ile Radyo ve Televizyon Yüksek Kurulunda artık askeri temsilcilerin görev yapmadığı belirtilmektedir. Raporda, bütün bu gelişmelere rağmen; TSK İç Hizmet Kanunu'nun 35 nci ve 85/1 nci maddelerinde TSK'nin laiklik ve cumhuriyetçilik prensipleri doğrultusunda Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevinin yer aldığı, Milli Güvenlik Kurulunun asker üyelerinin siyasi, sosyal ve dış politika konularında açıklamalarda bulunmaya devam ettiği, sivil-asker ilişkilerinin AB uygulamaları ile paralel hale getirilmesi sürecinin devam etmekle birlikte, TSK'lerinin bazı gayri resmi kanallar vasıtasıyla toplum üzerindeki etkisinin devam ettiği, ifade edilmektedir.

Raporun sonuç bölümünde; hükümetin Silahlı Kuvvetler üzerindeki kontrolünü önemli ölçüde artırdığı, Sayıştay'ın askeri ve savunma harcamalar üzerinde denetleme yetkisinin sağlandığı, ekstra bütçe üzerinde tam bir meclis kontrolünün temin edildiği, Ağustos 2004 ayında ilk defa sivil bir şahsın MGK Sekreteri olarak görevlendirildiği, sivil-asker ilişkilerinin tamamen AB uygulamaları ile uyumlu hale getirilmesi sürecinin devam ettiği, buna rağmen TSK'nin birçok gayri resmi mekanizma vasıtası ile etkisini sürdürdüğü belirtilmektedir.

Avrupa Parlamentosu'nun 1998 yılı raporunda, aday ülkelerde hukukun üstünlüğü ve demokrasinin geliştirilmesi hususu ifade edilmekte, 1999 yılı raporunda Türkiye'nin bu konularda gerekli reformları yapması, 2000 yılı raporunda 1982 Anayasası'nın hukukun üstünlüğü ve temel özgürlükleri sağlamada yetersiz kaldığı, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin uygulamadan kaldırılması, Kopenhag kriterlerinin gerçekleştirilmesi için bir faaliyet planı yapılması ve MGK'nın faaliyetlerinin Türk siyasi hayatında önemli bir rolü olduğu hususu belirtilmektedir. 2001 yılı raporunda, Türkiye'nin Kopenhag kriterlerinin karşılanmasında önemli adımlar attığı ve AB standartlarına ulaşmayı hızlandırması gerektiği, 2002 yılı raporunda, Kopenhag kriterlerinin günlük hayata geçirilmesinin önemi vurgulanarak sivil otorite ve silahlı kuvvetler arasındaki güç ayrılığının sağlanması hususu ifade edilmekte, 2003 yılı raporunda ise, Türk hükümetinin yaptığı radikal raporların desteklenmekte olduğu belirtilmektedir.

15 Aralık 2004 ayında yayımlanan Avrupa Parlamentosu'nun raporunda ise;16

- Askeri ve savunma harcamalarının tamamen meclis kontrolü ve denetiminde olmasının uygulamada garanti altına alınması,

- TSK'nin devam eden reformlar çerçevesinde siyasi rolünün sınırlandırılması, hususları belirtilmektedir.

Ayrıca, AB Konseyi tarafından yayımlanan 1998 yılı zirve sonuç bildirisinde, AB'nin Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeye önem verdiği, 1999 yılı bildirisinde, reformlara Kopenhag kriterlerine uygun olarak devam edilmesi, 2000 yılı bildirisinde, Türkiye'nin katılım öncesi stratejinin uygulanmasındaki ilerlemeden memnuniyet duyulduğu, 2001 yılı bildirisinde, Türkiye'nin katılım için gerekli siyasi kriterleri karşılamada ilerleme kaydettiği, 2002 yılı bildirisinde genel olarak siyasi kriterlere yönelik eksikliklerin tamamlanması ve uygulamanın geliştirilmesi, 2003 yılı bildirisinde, sivil-asker ilişkilerinin Avrupa uygulamaları ile paralel hale getirilmesi hususu belirtilmektedir. 2004 yılı zirve sonuç bildirisinde ise, Türkiye'nin reform sürecindeki başarısına dikkat çekilerek, siyasi reform sürecinin tam olarak uygulanmasına dikkat çekilmekte ve bu reformların AB tarafından takip altına alınacağı ifade edilerek Türkiye'nin Kopenhag kriterlerini yeteri kadar karşıladığı vurgulanmaktadır.

Rapor ve bildirilerinde dikkati çeken ortak iki husus; "Askeri ve savunma harcamalarının tam bir kontrol altında olduğunun uygulamada görülmesi ve sivil-asker ilişkilerinin AB uygulamaları ile paralel hale getirilmesidir."

14 Nisan 2003 tarihinde AB Konseyi tarafından kabul edilen ve önümüzdeki aylarda yeniden hazırlanacak Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi'nde 17"Ordu üzerindeki sivil denetimin AB üyesi ülke uygulamaları ile uyumlu hale getirilmesi için, Milli Güvenlik Kurulunun işleyişinin bu ülkelerinkine uyarlanması" ifadesi yer almaktadır. Ayrıca, 24 Temmuz 2003 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanan AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı'nda18 "Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'nin işlevleri, Anayasa ile ilgili yasa değişiklikleriyle yeniden tanımlanan danışma organı niteliğiyle uyumlaştırılacaktır." ifadesi dikkat çekmektedir.

Yukarıdaki iki belge ile 1998 yılından itibaren yayımlanan ilerleme raporlarında dikkati çeken husus, bir önceki rapor döneminde belirtilen hususlarda Türkiye tarafından gerekli hukuksal düzenlemelerin uygulamaya konulmasına rağmen, bir sonraki döneme ait raporda silahlı kuvvetlerin demokratik kontrolü kapsamında yeni bazı hususların yer almasıdır.

Savunma harcamalarının tam bir kontrole tabi olması kapsamında şu anda yürürlükteki düzenlemelerin yeterli olduğu düşünülmektedir. Bu harcamaların denetim ve kontrolünde diğer Bakanlık bütçelerinde olduğu gibi, MSB bütçesi de gerek planlama, gerekse harcama aşamasında Maliye Bakanlığı, Sayıştay ve TBMM denetimine tabi bulunmaktadır. Ayrıca, MSB müfettişleri tarafından TSK'lerinin tüm harcamaları yıllık olarak denetlenmektedir. İlave olarak, ihtiyaç duyulduğunda, Genelkurmay

Başkanlığında Kaynak Yönetim ve Tetkik Kurulu teşkil edilerek denetlemeler yapılmaktadır. Ayrıca, TSK'lerinde tüm harcamalar Maliye Bakanlığı saymanlarının onayı ile yapılmaktadır. Bu anlamda, ilgili birlik komutanları kendilerine tahsis edilen parayı doğrudan kullanamamaktadır. Dolayısıyla, halihazırda savunma harcamaları üzerinde tam bir kontrol ve denetimin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Milli Güvenlik Kurulu'na ilişkin ilerleme raporlarında belirtilen Anayasal ve diğer hukuki düzenlemelerin tamamı yapılmıştır. 3 Ekim 2005 tarihinden önce AB Komisyonu'nun hazırlayacağı Türkiye ile müzakereler için düzenlenecek "Çerçeve Kağıdı", müzakere başlıklarının hangi kriterler ile açılıp kapanacağını belirleyecek, bir defaya mahsus olarak hazırlanacak ve oybirliğiyle Dışişleri Bakanları Konseyi tarafından onaylanacaktır. Bu nedenle, AB Komisyonu ve Parlamentosu tarafından daha önce silahlı kuvvetlerin kontrolü kapsamında ifade edilen hususlardaki mevcut ve yeni düzenlemelerin önümüzdeki aylarda yeniden hazırlanacak Türkiye İçin Katılım Ortaklığı Belgesi ve diğer AB raporları ile Türkiye'nin hazırlayacağı kendi Ulusal Programı'nda açık ve doğru olarak ortaya konulması önem kazanmaktadır.

TSK İç Hizmet Kanunu'nun 19 35 inci maddesine göre, TSK'lerinin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır. Ayrıca, İç Hizmet Kanunu'nun 43 üncü maddesine göre TSK, her türlü siyasi tesir ve düşüncenin dışında ve üstündedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 20 104 üncü maddesine göre, Cumhurbaşkanı TBMM adına TSK'nin Başkomutanlığını temsil eder, TSK'nin kullanılmasına karar verir ve Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilan eder ve kanun hükmünde kararname çıkarır. Ayrıca 117 inci maddeye göre, Başkomutan Cumhurbaşkanı olup, TBMM'ne karşı Bakanlar Kurulu, milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından sorumludur.

Genelkurmay Başkanı, TSK'nın topyekün komuta-kontrolü, harbe hazırlığı ve askeri harekatın etkin bir şekilde sevk ve idaresinden sorumludur. Genelkurmay Başkanı'nın görev ve yetkilerine ait kanuna21 göre görevi, Silahlı Kuvvetlerin savaşa hazırlanmasında; personel, istihbarat, harekat, teşkilat, eğitim, öğretim ve lojistik hizmetlerine ait ilke ve öncelikler ile ana programlarını tespit etmektir. Genelkurmay Başkanı Bakanlar Kurulu tarafından önerilir, ataması Cumhurbaşkanı tarafından onaylanır ve Başbakan'a karşı sorumludur. Genelkurmay Başkanı, savaş zamanı Cumhurbaşkanı namına Başkomutanlık görevini üstlenmektedir. Sahil Güvenlik ve Jandarma Genel Komutanlıkları, İçişleri Bakanlıklarına bağlı olup, savaş zamanı Genelkurmay Başkanlığı emrine girmektedir. Milli Savunma Bakanlığı, silah ve teçhizat temini, seferberlik, asker alma, sağlık hizmetleri, sosyal haklar, alt yapı ve savunma bütçesi gibi konulardan sorumludur. Bu bağlamda, general/amiral atamaları Başbakan'ın başkanlık yaptığı Yüksek Askeri Şura (YAŞ) tarafından gerçekleştirilmekte, YAŞ kararları Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmaktadır. YAŞ kararları bu onaydan sonra yürürlüğe girmektedir.

Bu düzenlemelerden anlaşılacağı üzere, TSK'ne verilen görevler Anayasa ve ilgili diğer kanunlarda yer almakta, Cumhurbaşkanı-Başbakan-Bakanlar Kurulu-Meclis-TSK arasındaki ilişki, AB ülkelerindeki uygulamalarla paralellik arz etmektedir. Türkiye'de Genelkurmay Başkanı’nın MSB yerine Başbakan'a bağlı olması, demokratik sistemin işleyişini de olumsuz yönde etkilememekte, tesis edilen hiyerarşik ilişki TSK'nin demokratik yolla seçilmiş meclis ve hükümet kontrolü altında olduğunu da göstermektedir. Bu nedenle, TSK tamamen siyasi otoritenin kontrolü altında olup, demokratik kontrolünün olmadığını söylemek gerçeklerle bağdaşmamaktadır.

Silahlı Kuvvetlerin Demokratik Kontrolü konusunda gündeme getirilen konulardan birisi de Savunma Planlaması'dır. Milli Savunma Planlama Faaliyetlerinin yürütülmesinde Planlama, Programlama ve Bütçeleme Sistemi (PPBS) kullanılmaktadır. Bu sistem, TSK'lerinin ihtiyaç duyduğu kuvvet yapısını oluşturmak, idame ettirmek ve harbe hazırlığın devamını sağlamak amacıyla kurulmuştur. Bu sistem, halen çok küçük farklılıklarla birçok ülke ve NATO tarafından kullanılmaktadır. Sistemin bir özelliği de, sadece Silahlı Kuvvetler unsurlarının faaliyetlerini değil, aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kurulu, Dışişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ve Maliye Bakanlığı gibi devletin çeşitli organ ve kurumlarının katkılarını da içermesidir.

Bu sistemin dayandığı ve sistem içerisindeki tüm faaliyetleri yönlendiren ana doküman, Bakanlar Kurulu tarafından onaylanan Türkiye Cumhuriyeti Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi'dir. Bu belge ve buna ilave olarak Dışişleri Bakanlığınca hazırlanan Politik Durum Değerlendirmesi ışığında Genelkurmay Başkanlığı'nca Türkiye'nin Milli Askeri Stratejisi (TÜMAS) hazırlanmaktadır.

TÜMAS, TSK'lerinin Anayasa ve kanunlarla belirlenmiş vazifesini Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi ve diğer özel siyaset belgeleri kapsamında ortaya koyar ve kısa vadede harekat planlarının geliştirilmesine ve yeniden değerlendirilmesine, orta vadede kuvvet yapısına, ihtiyaçlarına ve önceliklerine, uzun vadede ise TSK'nin vizyonuna ışık tutar. Planlama, Programlama ve Bütçeleme Sistemi faaliyetlerinin ilk adımı, planlama safhası kapsamında ihtiyaçların tespiti ve önceliklendirilmesidir. Daha sonra, tespit edilen ve önceliklendirilen ihtiyaçların Stratejik Hedef Planı (SHP) olarak adlandırılan bir plan dahilinde projelendirilmesi yapılır. Bu plan, TSK'lerinin on yıllık dönemde nasıl bir planlama ile ve hangi projelerin gerçekleştirilmesi ile geliştirileceğini gösterir. Bu plan, Kuvvet Yapısı Planı, Modernizasyon Planı, Harekat İdame Planı ve Alt Yapı Planından oluşmakta ve aynı zamanda Türk Savunma Sanayinin yönlendirilmesi amacıyla bir vizyon dokümanı olarak da kullanılmaktadır.

Programlama ise, planlama ile belirlenen hedeflerin kaynaklar bazında, nasıl gerçekleştirileceğinin, bir zaman boyutu üzerinde projelendirilmesi işlemidir. Bu kapsamda, Maliye Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı, Hazine Müsteşarlığı ile Savunma Sanayi Müsteşarlığından alınan ve plan döneminde savunma harcamalarına ayrılabilecek kaynak boyutlarını gösteren bilgiler ışığında On Yıllık Tedarik Programı (OYTEP) hazırlanır. Söz konusu bilgiler; genel ekonomik göstergeler, büyüme hızı, dış ticaret dengesi, fiyat ve maliyet artışları, dış yardım ve kredi imkanları, yürürlükte bulunan programlar ve yükümlülüklerle ilgili hususları kapsar.

Planlama ve Programlama safhalarından sonra OYTEP'in cari yıllara ait olan bölümleri için TSK Bütçeleme faaliyeti başlar. Bu kapsamda, OYTEP'in bütçe ile tahsis edilen kaynaklar ölçüsüne indirgenen ilk iki yılı ile birlikte, personel dahil diğer cari giderleri de içeren bütçe teklifleri hazırlanır. Söz konusu teklifler alt birimlerden toparlanarak, MSB'lığının bütçe teklifi olarak, her yıl Temmuz ayı sonuna kadar Maliye Bakanlığına gönderilir. Bu şekilde devlet bütçesinin hazırlanma safhasına ithal edilen MSB bütçesinin TBMM tarafından onayını müteakip programlar kanunlaşarak uygulanmaya başlanır.

Bütün bu süreçten anlaşılacağı üzere, TSK'lerinde kaynak kullanımı, deneyimli ve donanımlı personel mahareti ile, bilimsel analizlere dayanan uzun vadeli planlama ve geniş katılımlı kurullarca alınan kararlar kapsamında ve ilgili kurumların katkıları ile, koordinasyon içerisinde yürütülmektedir. İki yıllık sürelerle tekrarlanan Milli Savunma Planlama Faaliyetleri, yaklaşık 650 kişinin doğrudan, ilaveten yaklaşık 2500 kişinin ise dolaylı olarak katıldığı ve doğrudan çalışanların yurt içi ve yurt dışında sürekli eğitimden geçirildiği kurumsal bir yapı içerisinde yürütülmektedir.

OYAK ve TSK Güçlendirme Vakıflarının kuruluş ve faaliyetleri, TSK'nin demokratik kontrolü kapsamında gündeme gelen konulardan birisidir.

OYAK, TSK personeline ilave sosyal hizmetler sunmaktadır. Bu kurum, mali ve idari olarak faaliyet gösteren diğer kurumlar gibi hukuki ve ticari kanunlara uygun olarak çalışan bir kuruluştur. Türk Silahlı Kuvveleri mensupları OYAK'ın daimi üyeleridir, ancak OYAK'ın yatırım, ticaret yapma, kaynak aktarımı veya herhangi bir şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri ile herhangi bir bağı bulunmamaktadır. OYAK'ın sahip olduğu bütün alt kuruluşlar ile bunların gelir ve kredi işlemleri, diğer devlet kuruluşlarının tabi olduğu aynı hukuki düzenlemelere tabi olup, bir ayrıcalık söz konusu değildir. OYAK, genel hukuk çerçevesinde diğer sosyal güvenlik kurumlarının sahip olduğu imtiyaz ve ayrıcalıklar hariç diğer finansal, ticari, sınaî kuruluşlardan farklı bir ayrıcalığa sahip bulunmamaktadır. Kuruluşun gelirleri, belirlenen esaslar dahilinde üyelerine kar payı olarak dağıtılmaktadır. Ayrıca, OYAK ekonomik faaliyetlerinin tamamı yürürlükteki vergi düzenlemelerine tabidir.

Yukarıdaki nedenlerle, OYAK'ın hukuki bir dayanağı olmadığı şeklindeki iddialar gerçekçi olmayıp, OYAK tarafından icra edilen mali faaliyetler de hukuki yetki ve sınırlamalar içerisinde yapılmaktadır. Avrupa Ekonomik ve Sosyal Komitesi (EESC) tarafından hazırlanan raporun 4.3 maddesinde bu

husus açık olarak belirtilmektedir.22 "OYAK, hiçbir şekilde askeri teçhizat ve malzeme temini gibi askeri konulara ilişkin herhangi bir ticari faaliyette de bulunmamakta, tamamen serbest piyasa koşullarına göre faaliyet göstermektedir. OYAK'ın bu nedenle, doğrudan TSK'lerinin kontrolü altında olduğunu söylemek de doğru değildir. Ayrıca, şeffaflığın bir göstergesi olarak OYAK, yıllık faaliyet raporu yayımlamakta ve bütün kuruluşları her yıl uluslararası denetleme kuruluşlarınca denetime tabi tutulmakta, bu denetimlerin sonuçları da yayınlanmaktadır.

Silahlı kuvvetlerin demokratik kontrolü kapsamındaki konulardan birisi olan Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı, kanunla 1987 yılında kurulmuştur. Bu vakfın amacı, TSK'lerinin harp etme gücünü artırmaya katkıda bulunmaktır. Bu vakfın kurucu üyeleri, Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay II nci Başkanı, MSB Müsteşarı ile Savunma Sanayi Müsteşarı'dır. Bu vakfın, hukuki olarak TSK'lerinin ihalelerine katılma yetkisi yoktur. Ancak, Bakanlar Kurulu bazı askeri ihtiyaçların bu vakıf vasıtası ile teminini, milli savunma endüstrisinin gelişiminin sağlanması maksadıyla TSK'ne tavsiye edebilir.

AB bünyesindeki organlar ve bunların şeklini ortaya koyan 1997 tarihli Amsterdam Anlaşmasının 296 ncı maddesinde "Herhangi bir üye ülke kendi güvenliğine yönelik çıkarların korunması kapsamında silah, teçhizat ve harp malzemesinin üretim veya temini için, serbest piyasadaki rekabeti olumsuz etkilemeyecek şekilde gerekli tedbirleri almaya yetkilidir." açıklaması yer almaktadır.

Ayrıca, Avrupa Topluluğu kuruluş anlaşması olan 1957 tarihli Roma Anlaşmasının 223 ncü maddesinde "Herhangi bir üye ülke, savunma sanayi ürünlerinin üretimi, satın alınması ve savunma sanayini geliştirme kapsamında tam bir özgürlüğe sahiptir." ifadesi yer almaktadır Bu nedenle, bu vakfın kuruluş ve faaliyetlerinin AB kriterlerine uygun olmadığını söylemek pek gerçekçi değildir.

Sonuç olarak, Türkiye bugünkü güvenlik ortamında hem NATO ve hem de AB'ne siyasi, askeri ve ekonomik yönden önemli katkılar sağlayan bir ülkedir ve gelecekte de sahip olduğu siyasi, askeri ve ekonomik güç ile bunu daha da artıracaktır.

AB'de Silahlı Kuvvetlerin Kontrolü kapsamında tanımlanabilecek tek bir model olmadığı gibi, uygulamada da ülkeler arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. AB'nin her yıl hazırladığı İlerleme raporlarında, TSK'lerine ilişkin farklı taleplerde bulunmasının, bunun en önemli göstergesi olduğu düşünülmektedir. Türkiye, MGK'nın işleyişi ve savunma harcamalarının tam bir kontrol ve denetim altında olması kapsamında, AB'nin 1998 yılından beri gündeme getirdiği düzenlemelerin tamamını uygulamaya koymuştur.

AB siyasi kriterlerinin karşılanması kapsamında Türkiye'de şu anda yürürlükteki kanun ve düzenlemelerin diğer AB üyesi ülkelerden önemli bir farklılığı bulunmamakta, uygulamadaki mevcut bazı farklılıkların da konuya ilişkin birçok kuruluşun dokümanlarında yer aldığı şekilde, ülkenin gerçeklerinden kaynaklanmakta, bu farklılıkların demokratik sistemin kurallarına uygun olduğu kıymetlendirmektedir.

Türkiye, AB üyeliği süreci içerisinde silahlı kuvvetlerin kontrolü konusunda kendi tarihi ve sosyal gerçeklerine uygun olarak, mevcut ve yeni yapılan hukuki düzenlemelere ilişkin uygulamalarla modern dünyanın standartlarına sahip olduğunu göstermeye devam edecektir.

Demokrasi içinde uygarca yaşamak için egemenlik haklarından bazılarını uluslararası bir organizasyon olan AB’ye devretme süreci içinde, etnik ve dinsel problemlerimizi çözmeden ülke güvenliğimizi tehlikeye atamayız. Bu açıdan, oluşumu hassasiyet ile izlemek ve tartışmak mecburiyetindeyiz.

Türk toplumu global anlamda ciddi bir dezenformasyon tehdidi altındadır. Bu şartlar altında toplumun sağlıklı düşünmesi ve güvenliğimize ilişkin konularda rasyonel kararlar vermesi mümkün değildir.

Emperyalizmin bugün geldiği noktada ulus - devlet yapımızı muhafaza etmek ve varlığımızı korumak mecburiyetindeyiz. Bunu sağlamanın tek ve vazgeçilmez yolu olan güçlü bir silahlı kuvvete sahip olmaya devam etmeliyiz.

Güçlü bir ordu olmanın vazgeçilmez özelliklerinden biride güven ve savaşçı ruhun güçlendirilmesidir. Böyle yetiştirilmiş ordular savaşmaya inanmış ve onu göze alabilen ordulardır. Saldırı ihtimalinin çok zayıf olduğu kabul görmüş ülkelerin silahlı kuvvetleri hizmet alanlarını barışı koruma ile sınırlanmışlardır. Kuşkusuz ki eğitimlerini de bu yöne kanalize etmişlerdir. Ancak Türkiye’yi böyle bir ülke kategorisine sokmak mümkün değildir. Çünkü bugün Türkiye’nin özellik ve koşulları; AB ülkelerinin özellik ve koşulları ile aynı değildir. Türkiye için ulus birliği ve ülke bütünlüğü yaşamsal değerdedir. Türkiye izleyeceği hiçbir politika ile bu yaşamsal değeri tehlikeye atamaz. Avrupa Birliği ülkelerinde ise böyle bir tehlike gözükmemektedir. AB ülkeleri ile Türkiye’nin koşullarının farklılığı yanında özellikleri de farklıdır.

Tüm bunlar alt alta konulduğunda ortaya çıkan sonuç sudur;

AB Anayasası; Laik sözcüğünü içermemektedir. Bu kavrama tanım getirilmemiştir. Türkiye ise “laiklik” devletin anayasal temel nitelikleri arasındadır. Avrupa Birliği ülkeleri ile Türkiye’nin laikliğe atfettiği önem ve bakış açıları arasında farklılıklar mevcuttur. Türkiye’nin laiklik anlayışı; Temelde devlet düzenini koruma amacına yönelik bir uygulama iken AB anayasasında tanımlanmayan bu kavram kişi hak ve özgürlüklerine yöneliktir.

Gelişmiş siyasal kültürümüz, seküler devlet yapımız ile AB’ne girmeye kendimizi hazır hissettiğimiz ölçüde gerçek anlamda demokrat ve sivil toplum haline gelebiliriz. İşte o zaman, Silahlı Kuvvetler kendisini rejimi koruma zorunluluğunda hissetmeyecektir.

Seküler devlet yapısını biraz açmak ne anladığımızı ifade etmek gerekir ise; devletin din etki ve baskısı altında olmaması ve bunu bir tehdit olarak görmemesi şeklinde anlaşılmasıdır. Bu şekilde dinin de siyasallaşmadan, kamusal ve toplumsal yaşamı dini kural ve esaslara dayandırma gayreti içinde olmama şeklinde izah edilebilir. Türkiye de bu müesseseler maalesef Avrupa ölçülerinde yerine oturmamıştır ve bu mücadele bitmemiştir. Bu müesseseler bir AB ülkesindeki ölçülere gelinceye kadar Silahlı Kuvvetlerin konu üzerindeki hassasiyetinin devam etmesi zaruridir.

AB’ne girebilme uğruna gerçekleştirilen reformlar sonrasında Türkiye’nin ulus birliğini sürdürme ve ülke bütünlüğünü sağlamada ortaya çıkacak sorunların çözümü, Silahlı Kuvvetlerimizin ciddi anlamda dikkate alması gereken bir konudur.

Türkiye’deki ulus devlet modeli kuşkusuz bir anti emperyalist bir mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu gün anti emperyalist düşünceler taşıyanlar, ülkemizi bu gün sahip olduğu modelin gerisine götürmek, demokratik islam, muhafazakar islam, ılımlı islam gibi ne olduğu ifade edenler tarafında da ya tam bilinmeyen, ya da gizlenen bir çizgiye çekmek istemektedirler. Bu mücadele devam ettikçe güvenliğimizi uluslararası kuruluşların öngördüğü yapılanmalara terk edemeyiz. Çünkü emperyalist düşünce taşıyalar son derece inandırıcı söylemlerle insan hakları, kadın hakları vb. değerlerle toplumları yönlendirmeye çalışıyorlar. Evrensel değerlerden beslenen, kendi hars ve değerlerimizi yaşatmaya, geliştirmeye mecburuz. Bu da güvenliğimizin temel taşıdır, birleştirici harcıdır.

Francıs Fukuyama’nın “Devlet kurma” isimli kitabı incelendiğinde, Dünyadaki Ulus devlet karşıtı söylemlere rağmen yazar, Yirmibirinci Yüzyılın Dünyasının temel siyasi biriminin ulus devlet olmasını öngörüyor. Yazar kitabın ilerleyen bölümlerinde hiçbir uluslararası federal örgütlenmenin dünya üzerindeki yoksulluk, terör, uyuşturucu gibi sorunlarla ulus devletler kadar etkili bir şekilde mücadele edemeyeceğini vurguluyor.

Son zamanlarda Silahlı Kuvvetlerin siyasette ve hatta ekonomide oynadığı rol üzerine bazı incelemele ve araştırmalar çıkmaya başladı. Bilkent Üniversitesinden Ümit CİZRE, Boğaziçi Üniversitesinden Taha PARLA ve Sabancı Üniversitesinden Ayşegül ALTINAY örnek olarak ifade edilebilir. Ümit ve temenni ederim ki, bilimsel olduğu ifade edilen bu çalışmaların toplumsal gerçeklerimizi, tarihi değerlerimizi, jeopolitik ihtiyaçlarımızı da dikkate alarak “Asker millet” olma vasfımızı sorgularken ulusal değer ve kültürümüzü göz ardı etmeyeceğini, etmemesi lazım geldiğini belirtmekte yarar görüyorum.

Üzerinde ehemmiyetle durulması gereken bir diğer husus da; bir taraftan bölücü terörün silahlı baskı ve tehdidi devam ederken ve bu tehdidin kendi arzuları kabul edilene kadar devam edeceğinin belirtileri açık bir şekilde ifade edilirken, diğer taraftan, AB kriterlerinin yerine getirme mücadelesi ve gayreti içindeki Türkiye; silahlı tehdidin varlığına rağmen, aynı tehdidin, demokratikleşme, insan hakları gibi kavramlar arkasına sığınarak siyasallaşmasına müsaade etmektedir. Bu durum Türkiye için son derece tehlikeli bir durumdur. Dünyada birkaç örneği dışında böyle bir olay yaşanmamıştır. Bu durum Türkiye için ciddi bir tehlikedir, kuşkusuz Silahlı Kuvvetlerimiz için öncelikle düşünülmesi gereken ciddi bir tehdit algılaması olmalıdır.

Gazi Üniversitesi öğretim üyeleri arasında yapılan anket sonuçlarını daha önce ifade etmiştim. Ulusal kaygıların entelektüel zeminde de ön plana çıktığı görülmüştür. Bu nedenle AB’nin müzakere sürecinde ulusal değer ve çıkarlarımızın tam bir kararlılıkla korunmasının önemini özellikle ifade etmek isterim.

Bu bağlamda AB’nin bize sağladığı yararlar kadar Türkiye’nin de AB’ye küresel bir güç olmasında yardımcı olduğu unutulmamalıdır. Esasen bu konuda metnin içinde geniş açıklamalarda bulunulmuştur.

Ülkemizde insan hakları ve demokrasi gibi ulvi kavramların gerçek anlamda yerleşmesi AB ile ilişkilerin ötesinde kendi iç dinamiklerimiz ile başarmamız gereken değerlerdir. Bunun yolu da ülkemiz insanlarının din, mezhep, ırk gibi kimlik belirleyen kavramları kendinden farklı olan öteki gruplarla eşit gördüğü zaman, kendi dinamiklerimizle farklılıkların bir bölümünü çözümlemiş, demokrasi ve insan hakları adına ciddi bir adım atmış oluruz. Kuşkusuz gelir dağılımlarındaki anormal farkın çözümlenmesi veya makul bir seviyeye inmesi durumunda ülkemizde AB kriterlerine gerek kalmadan huzur ve güven dolu günlere kavuşabiliriz. Ancak bütün bunların sağlanabilmesi bugünden yarına olabilecek konular değildir. Bu Sosyo-Ekonomik problemlerin birlik, beraberlik ve güven içinde çözümlenmesinin teminatı silahlı kuvvetlerimizdir. Bu nedenle Silahlı Kuvvetlerimiz, içinde bulunduğu coğrafyanın tarihsel gerçeklerin ve ayrıca, GOP, Genişlemiş AB ve NATO’nun yeni görev anlayışı gibi irademiz ve inisiyatifimiz dışında ortaya konan dış dinamiklerin menfi tesirlerini karşılayabilecek, caydırıcı görevleri başarı ile yerine getirebilecek silah gücü ve yetişmiş insan unsuruna sahip olmalı ve özellikle menfi anlamda her türlü siyasi ve sosyal etkilerin dışında kalarak tarihi görevini yapmaya devam etmelidir.

Norveç dilinde “Mustafa Kemal gibi düşünmek” diye bir deyim olduğunu okumuştum. Bu herhangi bir problem karşısında çözümü imkânsız olduğu düşüncesiyle hemen kestirmeden teslim olma eğiliminde olma yerine, ne yapıp edip bir çözüm üretmek için yaratıcılığını zorlama zahmetine katlanmak için kullanılan bir terim. Buna (Mustafa Kemal gibi düşün) deniliyor.

Bizimde ihtiyaç duyduğumuz durumlarda böyle düşünmek mecburiyetinde olduğumuzu her vatansever kabul edecektir.

(EK)

AVRUPA İLERLEME RAPORLARININ İLGİLİ BÖLÜMLERİNİN TECRÜMESİ

A. ÜYELİK KRİTERLERİ

(1) Güçlendirilmiş Siyasi Diyalog ve Siyasi Kriterler

Haziran 1993'de Kopenhag Zirvesinde kararlaştırılan ve aday ülkelerin üye olabilmeleri için gerçekleştirmeleri gereken siyasi kriterler, aday ülkelerin, "demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını, azınlıkların korunmasını ve azınlıklara saygı gösterilmesini teminat altına alan kurumların istikrarını" sağlamalarını şart koşmaktadır.23

Türkiye hakkındaki 1998 yıIı İlerleme Raporunda, Komisyon şu sonuçlara varmıştır:

"Siyasi açıdan, mevcut değerlendirme, kamu idaresinin işleyişindeki bazı bozukluklara, insan hakları ihlallerinin sürekliliğine ve azınlıklara yönelik uygulamalardaki temel eksikliklere dikkat çekmektedir. Ordu üzerinde sivil denetimin eksikliği endişeye neden, olmaktadır. Milli Güvenlik Kurulu aracılığıyla ordunun siyasi yaşamda oynadığı önemli rol, bu hususu yansıtmaktadır. Ülkede gözlenen medeni ve siyasi hak ihlallerinin bir çoğunun, şu veya bu şekilde bu konuyla bağlantılı olması nedeniyle, Güneydoğudaki duruma, askeri olmayan, sivil bir çözüm bulunmalıdır. Komisyon, Türk hükümetinin ülkedeki insan hakları ihlalleriyle mücadele konusundaki kararlılığını takdir etmektedir; ancak, hükümetin bu tutumu, fiiliyatta şu ana kadar kayda değer bir etki yaratmamıştır. Türkiye'nin 1995 yılında başlattığı demokratik reform süreci devam etmelidir.

Bu sorunların çözüme kavuşturulması yanında, Türkiye, sınır komşularıyla tüm ihtilaflarının, uluslararası hukuka uygun, barışçıl yollarla halli için yapıcı katkı sağlamalıdır. "

Komisyon, 2003 yılı İlerleme Raporunda, şu tespitlerde bulunmuştur:

"Türk hükümeti, geçen yıl boyunca, siyasi ve hukuk sistemine çok

geniş kapsamlı değişiklikler getiren reformların hızlandırılması konusunda ciddi bir kararlılık göstermiştir. Ayrıca, bu reformların, Türk vatandaşlarının Avrupa standartlarına uygun olarak, temel özgürlüklerden ve insan haklarından yararlanmalarını sağlayacak şekilde etkili uygulanmalarını temin eden önemli adımlar atmıştır. Farklı mevzuat alanlarına değişiklikler getiren dört siyasi uyum paketi kabul edilmiştir. Bu reformların bazıları, ifade özgürlüğü, gösteri yapma özgürlüğü, kültürel haklar ve ordu üzerinde sivil denetim gibi hassas konulara ilişkin olduğu için siyasi bakımdan çok önemlidir. Gözden Geçirilmiş Katılım Ortaklığındaki siyasi kriterler bölümünde yer alan birçok öncelik ele alınmıştır.

Kamu yönetiminin ve hükümet çalışmalarının iyileştirilmesi konusunda ilerleme kaydedilmektedir. Hükümet, özellikle kamuda, insan kaynaklarının daha şeffaf idaresini düzenlemek amacıyla reformlar başlatmıştır. Bu reformlar yolsuzlukla mücadelenin güçlendirilmesine de katkıda bulunmaktadır.

Sivil-ordu ilişkilerini, AB üyesi ülkelerdeki uygulamalarla uyumlu hale getirmek amacıyla, Milli Güvenlik Kurulunun (MGK) görevleri, yetkileri ve işleyişi önemli ölçüde değiştirilmiştir. MGK Genel Sekreterinin rolü gözden geçirilmiş ve sahip olduğu yürütme yetkileri kaldırılmıştır. Radyo ve Televizyon Üst Kurulu ve Yüksek Öğretim Kurulu gibi sivil kurullarda hala MGK temsilcileri bulunmaktadır. Bütçe onayı ve hesapların denetimi açısından askeri harcamaların TBMM tarafından tam kontrolü sağlanmalıdır.

Yargının etkinliğini ve bağımsızlığın artırmak için daha fazla çaba gösterilmelidir. Yargı sistemi, yeni aile mahkemelerinin kurulmasıyla şimdiden güçlendirilmiştir. Askeri mahkemelerin sivilleri yargılama yetkisi kaldırılmıştır. Devlet Güvenlik Mahkemeleri sisteminde, özellikle, görüşme imkanı tanınmayan gözaltı uygulaması kaldırılarak olumlu değişiklikler yapılmıştır. Bununla birlikte, bu mahkemelerin işleyişinin, özellikle savunma hakkı ve adil yargılama ilkesi konularında Avrupa standartları ile tam olarak uyumlu hale getirilmesi gerekmektedir.

Reformların uygulanması fiilen sorunludur. Bazı durumlarda, TBMM tarafından kabul edilen temel özgürlüklere ilişkin siyasi reformları uygulama yetkisi verilen yürütme ve yargı organları, kısıtlayıcı koşullar getirerek ve başlangıçta izlenen hedefleri engelleyerek bu reformların kapsamını daraltmıştır. Hükümet sistematik olarak bu reformların uygulamaya konmadığını kabul etmiş ve uygulanmalarını temin etmek üzere bir Reform İzleme Grubu kurmuştur.

Türkiye Yolsuzluğa Karşı Özel Hukuk Sözleşmesini onaylamış ve 1 Ocak 2004'de Avrupa Konseyi Yolsuzluğa Karşı Devletler Topluluğuna (GRECO) üye olmuştur. Bununla birlikte, çeşitli girişimlere karşın, yolsuzluk, ısrarla ve yüksek düzeyde devam etmekte olup kamu hayatının çeşitli alanlarını etkilemektedir.

Türkiye, Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, Sosyal ve Ekonomik Haklar Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 No.lu Protokolü gibi belli başlı uluslararası sözleşmeleri ve Avrupa Sözleşmelerini onaylamıştır.

Bununla birlikte, hakkaniyete uygun tazmin ödemelerinin yapılması ve AİHS 'ye aykırı olarak verilen kararların bozulması şeklinde yerine getirilmesi gereken bir çok AİHM kararının Türkiye tarafından uygulanmaması büyük sıkıntı yaratmaktadır. Örneğin, Loızidou davasında AİHM'nin konuyla ilgili kararını vermesinden bu yana 5 yıl geçmiştir.

İşkence ve kötü muamele ile mücadele güçlendirilmiş ve Türk hukuk sistemi bu konuda Avrupa standartlarına daha da yaklaşmıştır. İşkencenin boyutu azalmıştır, buna mukabil endişeye neden olan münferit bazı vakalar bildirilmektedir.

Cezaevi sistemi reformu devam etmektedir ve gözaltına alınanların hakları iyileştirilmiştir. Uygulamada, avukata erişim hakki her zaman sağlanamamaktadır.

Yargılamanın yenilenmesi imkanı getirilmiş, fakat fiiliyatta bir kaç dava yargılamanın yenilenmesine tabi olmuştur. Zana ve diğerleri davasında, yargılamanın yemlenmesi şu ana kadar büyük ölçüde daha önceki yargılamanın bir tekrarından ibaret kalmış ve savunmanın haklarına riayet edilmediği yönündeki endişelerin sürmesine neden olmuştur.

Uyum paketlerinin kabul edilmesi, ifade özgürlüğünün kullanılması ile ilgili bir çok yasal kısıtlamanın kaldırılmasını sağlamıştır. TCK' nın değiştirilen hükümlerinin uygulanması sonucu pek çok beraat kararı verilmiştir, fakat şiddet içermeyen görüş beyanından dolayı davalar açılmaya devam etmektedir. Şiddet içermeyen görüş beyanından mahkum olan bir çok kişi, yürürlükten kaldırılan hükümler kapsamında tahliye edilmiştir.

Toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü alanında bir çok sınırlama kaldırılarak önemli ilerleme kaydedilmiştir. Yine de, bazı gösterilerde yetkililer orantısız güç kullanımında bulunmuşlardır. Dernek kurma özgürlüğü önündeki bazı kısıtlamalar azaltılmıştır, ancak dernekler halen zahmetli bürokratik işlemlerle karşılaşmaktadır. İnsan hakları derneklerine ve özellikle insan hakları savunucularına karşı soruşturmalar açılmaya devam etmektedir.

Siyasi Partiler Kanununda değişiklik yapılarak, siyasi partilerin kapatılması zorlaştırılmıştır. Ancak, HADEP Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır ve DEHAP 'ın kapatılması için açılan dava da devam etmektedir.

Din özgürlüğü konusunda uyum paketleri ile getirilen değişiklikler henüz arzu edilen etkileri doğurmamıştır. Yürütme makamları, ilgili hükümleri çok sınırlayıcı biçimde yorumlamaya devam ettikleri için, din özgürlüğü Avrupa standartları ile karşılaştırıldığında ciddi kısıtlamalara tabidir. Dini cemaatlerle ilgili olarak, özellikle, tüzel kişiliğin olmayışı, eğitim ve din adamı yetiştirme ile mülkiyet hakkından tam olarak yararlanma konularında kısıtlamalar bulunmaktadır.

Türkçe dışındaki dillerde eğitim ve radyo ve televizyon yayıncılığı üzerindeki yasağın kaldırılmasına yönelik tedbirler alınmıştır. Yapılan değişiklikler bugüne kadar uygulamada çok az etki yaratmıştır.

Güneydoğuda olağanüstü halin kaldırılması halktaki gerginliği genel olarak azaltmıştır. Kültürel etkinliklere daha çok müsamaha gösterilmiştir. Köye dönüş programı çok yavaş bir tempoda ilerlemektedir. Yerlerinden edilmiş kişiler sorununun ve bölgenin sosyo-ekonomik açıdan geliştirilmesi sorunlarının kapsamlı biçimde çözülmesi ve genel olarak kültürel haklar sorununun çözülmesi için ciddi çaba gösterilmelidir.

Selanik Zirvesi sonuçları ile Katılım Ortaklığı Belgesinde Türkiye, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik çabalarını güçlü biçimde destekleme konusunda teşvik edilmektedir. Türkiye, Kıbrıs sorununun çözümüne destek verdiğini çeşitli vesilelerle açıklamıştır. Türkiye, Kıbrıs'ın Kuzey Kesimi ile bir gümrük birliği kurulmasına yönelik anlaşmanın yürürlüğe girmeyeceğini belirtmiştir.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler gelişmeye devam etmektedir. Yeni güven artırıcı tedbirlerin uygulamaya konulması için çabalar sürmektedir. Ayrıca, iki ülkenin dişişleri bakanları arasında, Ege ile ilgili istikşafi mahiyetteki görüşmeler devam etmektedir. Türkiye bir NATO üyesi olarak, NATO imkanlarını kullanmak suretiyle AB önderliğinde yapılacak operasyonlara, AB üyesi olmayan Avrupalı müttefik ülkelerin katılmasına onay vermiştir. Bu husus, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasının etkili biçimde hayata geçirilmesine şimdiye kadar engel olan bir sorunu çözüme kavuşturmuştur.

Genel olarak, Türkiye, geçtiğimiz 12 ay içinde, Kopenhag siyasi kriterlerine uyum yönünde önemli bir ilerleme teşkil eden etkileyici bir yasama performansı sergilemiştir. Türkiye, yargının bağımsızlığı ve işleyişinin güçlendirilmesi, temel hak ve özgürlüklerin (örgütlenme, ifade ve din) kullanımının genel çerçevesinin çizilmesi, sivil-asker ilişkilerinin Avrupa'daki uygulamalara daha fazla yaklaştırılması, Güneydoğudaki durumun ve kültürel hakların iyileştirilmesi konuları başta olmak üzere, işbu İlerleme Raporunda altı çizilen sorunları ele almalıdır. Türkiye, Türk vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerden Avrupa standartları seviyesinde yararlanabilmesi için, reformların tam ve etkili biçimde uygulanmasını temin etmelidir.

Ayrıca, Türkiye, Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm getirmeye yönelik çabalara kararlı biçimde destek vermelidir.

Aşağıdaki bölüm, ülkedeki yürütme ve yargı sisteminin genel işleyişi dahil, Kopenhag siyasi kriterleri perspektifinden bakarak, Türkiye'deki gelişmelerin bir değerlendirmesini sunmaktadır. Bu kapsamdaki gelişmeler, Türkiye'nin, pek çok açıdan, özellikle adalet ve içişleri alanında olmak üzere, müktesebatı uygulama kapasitesindeki gelişmeler ile yakından bağlantılıdır. Türkiye'nin adalet ve içişleri alanındaki müktesebatı uygulama kapasitesine ilişkin bilgi, bu raporun ilgili bölümünde (Bölüm 24-Adalet ve içişleri alanında işbirliği) yer almaktadır.

(2) Helsinki Zirvesinden Bu Yana Kaydedilen Gelişmeler

1999 yılında Helsinki'de Türkiye'ye adaylık statüsü verilmesi ile ilgili karar, Türkiye'yi geniş kapsamlı anayasal ve yasal reformlar yapılması konusunda teşvik edici bir unsur olmuştur. Türkiye'de on yıllara yayılan ilerleme ve kısmen de 2002 seçimlerinden sonraki siyasi güçlenmeyi takiben, Avrupa standartlarına uyum konusunda önemli kurumsal değişiklikler yapılmıştır. Siyasi reformlar, geliştirilmiş özgürlük ve insan haklarından ordu üzerindeki genişletilmiş sivil denetime kadar birçok değişiklik getirmiştir. Sivil toplum daha güçlenmiştir. Reform süreci, açık bir biçimde temel konuları ele almış ve daha da önemlisi, liberal demokrasi yararına giderek artan görüş birliğini vurgulamıştır.

Türkiye'nin katilim öncesi sürecine ilişkin tüm politikalarını koordine etmek üzere 2000 yılında bir AB İşleri Birimi kurulmuştur. AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Ulusal Program 2001 yılında kabul edilmiş ve 2003 yılında gözden geçirilmiştir. Katılım Ortaklığı ile uyumlu bir şekilde üç yıllık bir süre içinde (2001-2004) bir dizi anayasal ve yasal düzenleme yapılmıştır. 2001 ve 2004 yıllarında iki temel anayasa değişikliği yapılmış ve 2002 Şubat ve 2004 Temmuz tarihleri arasında sekiz uyum paketi TBMM tarafından kabul edilmiştir. Bu reformların uygulanmasına ilişkin olarak çok sayıda yasa, yönetmelik, kanun hükmünde kararname ve genelgeler yayımlanmıştır. Son birkaç yıl içinde, Türk hükümeti reformların etkili bir şekilde uygulanmasını sağlamak için çaba harcamıştır. İnsan haklarından sorumlu Başbakan Yardımcısının başkanlığında genel olarak reformları denetleme ve pratik çözümler üretmek amacıyla bir Reform İzleme Grubu kurulmuştur. Bu kurum, iller de dahil olmak üzere özellikle, bürokratik atalet ve darboğazlar ile mücadele etmiştir. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanında, daha önceki yıllarda yapılan bazı başarısız teşebbüsleri takiben, kamu idaresi reformu konusu 2002 yılının başlarında yeni bir ivme kazanmıştır. Kamu idaresi sisteminin kapsamlı bir biçimde gözden geçirilmesi ve merkezi hükümet ile yerel idare ve belediyeler arasındaki ilişkinin yeniden yapılandırılması amacıyla yapılan önerilerden oluşan bir Eylem 'Planı kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanı tarafından daha sonra veto edilmesine rağmen kamu idaresi ve yerel yönetimlere ilişkin reformlar hakkında bir dizi yasa, TBMM tarafından Temmuz 2004'de kabul edilmiştir.

(3) 2004 yılı itibarıyla AB sürecinde gerçekleştirilen hususlar:

Sivil otoritenin ordu üzerindeki denetimi güçlendirilmiştir. Millî Güvenlik Kurulunun görevleri, işleyişi ve yapısı değiştirilmiştir. Anayasa değişikliklerinin bir parçası olarak, MGK, çoğunluğu sivillerden oluşan ve yürütme yetkisi olmayan danışma organı haline getirilmiştir. Ağustos 2004'de, ilk defa bir sivil, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği görevine atanmıştır. Bütçede şeffaflığı artırmak amacıyla, Sayıştay'a, askeri ve savunma harcamalarını denetleme yetkisi verilmiştir. Bütçe dişi fonlar, TBMM'nin tam kontrolünü sağlayabilmek için genel bütçeye dahil edilmiştir. YÖK ve RTÜK, gibi sivil kurullarda mevcut askeri temsilcilikler kaldırılmıştır. Askeri mahkemelerin askerlik hizmetinin eleştirilmesi ile ilgili suçlar nedeniyle sivilleri yargılama yetkisi kaldırılmıştır. Hükümet, ordu üzerindeki kontrolünü giderek artan bir şekilde hissettirmektedir. Sivil-ordu ilişkilerinin AB'deki uygulamaya yaklaştırma süreci devam etmesine rağmen, Türkiye'de Silahlı Kuvvetler resmi olmayan çeşitli kanallar aracılığıyla etkisini devam ettirmektedir.

Yargı sisteminde önemli değişiklikler yapılmıştır. Uluslararası ve Avrupa insan hakları sözleşmelerinin iç hukuka üstünlüğü ilkesi Anayasaya derc edilmiştir. Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılmış ve bazı yetkileri yeni oluşturulan Bölge Ağır Ceza Mahkemelerine verilmiştir. TBMM yeni Medeni Kanun ile Nisan 2005'te yürürlüğe girecek olan yeni Ceza Kanununu kabul etmiştir. Yeni Ceza Muhakemeleri Usulü Kanun tasarısı ile Adli Polis Teşkilatı Kurulmasına ilişkin Kanun Tasarısı ve Ceza ve Tedbirlerin İnfazına İlişkin Kanun tasarıları kabul edilmesi gereken kanun tasarıları olarak kalmıştır. Ülke genelinde istinaf mahkemelerinin ve aile mahkemelerinin oluşturulması yapılan diğer değişiklikler arasındadır. Savunma haklarının Avrupa standartlarına yaklaştırılması konusunda ilerleme kaydedilmiştir. Bir Adalet Akademisi kurulmuş ve hakim ve savcılara yönelik uluslararası hukuk ve insan hakları konularında eğitim yoğunlaştırılmıştır. Yargıtay gibi yüksek mahkemeler, çeşitli siyasi uyum paketleri ile kabul edilen değişikliğe uğramış hükümlerin uygulanmasına ilişkin kararlar vermiştir. Bununla birlikte, reformlar özellikle savcılar tarafından bazen kısıtlayıcı bir şekilde yorumlanmaktadır. Türkiye, OECD Rüşvet ile Mücadele Sözleşmesini, BM Yolsuzlukla Mücadele Sözleşmesini, Avrupa Konseyi Yolsuzlukla Mücadele Özel Hukuk Sözleşmesi ve Ceza Hukuku Sözleşmesi ile Kara para Aklama Sözleşmesini onaylamıştır. 1 Ocak 2004'den bu yana, Türkiye, Avrupa Konseyi Yolsuzluğa Karşı Devletler Grubu (GRECO) üyesidir. Özellikle kamu görevlileri için etik kurallar getiren bir dizi yolsuzlukla mücadele tedbirleri alınmıştır. Yolsuzlukla ilgili olarak Temmuz 2003'de eski hükümet üyelerini ilgilendiren bir TBMM raporu yayımlanmıştır. Mevzuattaki bu gelişmelere rağmen, yolsuzluk, hemen hemen tüm kamu hizmetleri ve ekonomiyle ilgili alanlarda çok ciddi bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. İnsan hakları ve azınlıkların korunması konusunda, Türkiye, Medeni ve Siyasi Haklara ilişkin Uluslararası Sözleşme ile Sosyal ve Kültürel haklara ilişkin Uluslararası Sözleşme gibi birçok uluslararası sözleşmeyi çekincelerle de olsa imzalamış ve/veya onaylamıştır. Uluslararası Ceza Divani Statüsünün imzalanmasına imkan veren anayasa değişiklikleri yapılmıştır.

Türkiye 2002'den bu yana, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) kararlarına uymak için gösterdiği çabaları artırmıştır. AİHM'nin ihlal kararı verdiği adli ve ceza davalarında yeniden yargılanma imkanı getirilmiştir. Yeniden yargılamalar yapılmış ve birçok beraat gerçekleşmiştir. Leyla Zana ve arkadaşlar! davası, reformların yorumlanması konusunda yargının farklı birimlerinin yaşadığı güçlüklerin göstergesidir.

Türkiye'nin bir Avrupa Konseyi üyesi olarak yasal yükümlülüklerini yerine getirme konusundaki taahhüdünü ve yeteneğini açıkça gösterdiği gerçeğine dayanarak, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Haziran 2004'de, 1996'da başlatılan denetim sürecine son vermeyi kararlaştırmıştır. Bununla birlikte, Türkiye, Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi (AİHS) çerçevesindeki, yükümlülükleri ile ilgili birçok alanda bir denetim sonrası sürecine tabi olacaktır. Özellikle, bir etki analizi, bir uygulama planı ve bir bütçe ve mali çerçeve gereklidir.

Büyükşehir Belediyeleri Kanunu dışındaki kanunlar, çeşitli maddeleri Cumhurbaşkanı tarafından ilgili anayasa hükümleri, özellikle kamu idaresinin üniter yapısı ile ilgili olan hükümleri ihlal ettiği gerekçesiyle veto edildiği için yürürlüğe girememektedir. Sonuç olarak, Parlamentonun ilgili kanunları gözden geçirmesi gerekmektedir.

Milli Güvenlik Kurulu

Askeri otorite üzerindeki sivil denetim 1999'dan bu yana güçlendirilmiştir. Sivil otorite karşısında silahlı kuvvetlerin durumunu belirlemek için anayasal ve yasal çerçeve değiştirilmiştir. Geçen yıl boyunca, ordunun sivil denetimini güçlendirmek ve AB üyesi ülkelerdeki uygulamalarla uyumlu hale getirmek için bir dizi değişiklik yapılmıştır. Ocak 2004'de, Temmuz 2003'te yapılan değişikliklerin uygulanması amacıyla, Milli Güvenlik Kurulunun görevleri, işleyişi ve oluşumu ile ilgili bir Yönetmelik kabul edilmiştir. Yeni Yönetmelik, Cumhurbaşkanı ve Başbakan adına bu kurum tarafından yapılan tavsiyelerin yerine getirilmesini izlemekle görevli Milli Güvenlik Kurulu Sekreterliğinin geniş yürütme yetkilerini kaldırmıştır. Özellikle, bu Yönetmelik, "Bakanlıklar, kamu kurum ve kuruluşları ve özel tüzel kişilikler, düzenli olarak veya talep edildiğinde, MGK Genel Sekreterliğinin ihtiyacı olan sınıflandırılmış ve sınıflandırılmamış bilgi ve belgeleri sunacaklardır''' ifadesini kaldıran hükmün uygulanmasını sağlamaktadır.

MGK Genel Sekreterliği, yukarıda sözü edilen Yönetmeliğe uygun olarak MGK'nın tamamen danışma işlerine hizmet eden bir kurum haline dönüştürülmüştür. Rolü, artık gündemi belirlemekle sınırlıdır. Genel Sekreterlik, artık, kendi inisiyatifi ile ulusal güvenlikle ilgili incelemeler yapmaya yetkili değildir. Şu anda Başbakanın sıkı denetimi altında bulunan kendine tahsis edilmiş özel fonları artık doğrudan yönetememektedir. Ayrıca, önemli ölçüde personel azaltılarak ve bazı birimler kaldırılarak, iç yapısında da değişiklik yapılmıştır. Temmuz 2003'de yapılan değişikliklere uygun olarak, kıdemli bir diplomat, Başbakanın önerisi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından ilk sivil MGK Genel Sekreteri olarak Ağustos 2004'de atanmıştır. Yeni Yönetmeliğe uygun olarak, MGK toplantılarının sayısı, Başbakan veya Cumhurbaşkanının talebi üzerine toplantıya çağrılması dışında, iki ayda bire indirilmiştir. Son dönemde bu kurala riayet edilmiştir. Aralık'ta yürürlüğe giren mevzuat ile MGK Genel Sekreterliğinin faaliyetlerine ilişkin kararnamelerin gizliliği kaldırılmıştır.

Askeri ve savunma harcamalarının şeffaflığını artıran tedbirler alınmıştır. Askeri harcamalar üzerinde sivil otoritelerin denetimini sağlayan iki önemli reform paketi kabul edilmiştir. İlk olarak, Aralık 2003'de, Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu, bütçe dişi fonların 1 Ocak 2005 itibarıyla ilgili idarelerin, örneğin Savunma Bakanlığının, bütçesine dahil edilmesi ve bu fonların 31 Aralık 2007 tarihinde kaldırılmasını sağlayacak şekilde değiştirilmiştir. Bu, özellikle büyük silah alımları ihalesi için kullanılan ve 2004'de 1.3 milyar dolara ulaşması beklenen Savunma Sanayi Destekleme Fonu (SSDF) ile ilgilidir. Yukarıda sözü edilen hükümler, askeri harcamalar alanında bütçe ödeneklerinin belirlenmesinde Sivil Savunma Sanayi Müsteşarlığının rolünün güçlendirilmesine de katkıda bulunmuştur.

İkinci olarak, askeri ve savunma harcamalarının harcama sonrası denetimlerine ilişkin yeni hükümler kabul edilmiştir. Meclis Başkanının talebi üzerine, Sayıştay'ın askeri ve savunma harcamalarını denetlemesine imkan veren bir Yönetmelik Şubat ayında kabul edilmiştir. Mayıs 2004'de kabul edilen bir anayasa değişikliği ile "ulusal savunmanın gerektirdiği gizlilik ilkeleri uyarınca Silahlı Kuvvetlerin sahip olduğu hazine malları için Sayıştay denetim muafiyeti kaldırılmıştır. Bu önemli reformun uygulanmasını sağlayacak uygun bir mevzuat gereklidir. Son anayasal ve yasal değişikliklerle YÖK üyeliğine Genelkurmay Başkanı tarafından üye belirlenmesi uygulamasına son verilmiştir. Ayni şekilde,RTÜK'te MGK Genel Sekreteri tarafından atanan bir üye bulundurulması uygulamasına da son verilmiştir.

Savunma harcamaları azaltılmıştır. Son verilere göre, eğitim harcamalar! ilk defa savunma harcamalarından yüksektir. 2004 bütçe rakamları, savunma harcamalarının 5,6 milyar dolar veya GSYİH'nın %2,59'u, eğitim harcamalarının ise 6,7 milyar dolar veya GSYİH' nın %3.06'sı olduğunu göstermektedir. Yukarıda sözü edilen gelişmelere rağmen, ordunun bir ölçüde özerkliğinin korunmasına imkan veren bazı hükümler bulunmaktadır. Kurumsal çerçeve ile ilgili olarak, sivil kurumlara karşı sorumlu olmayan yasal ve idari yapılar hala mevcuttur. Siviller, bazı suçlar ile ilgili olarak askeri mahkemelerde yargılanabilmektedir.

Türkiye'de Silahlı Kuvvetlerin rolü ve görevleri çeşitli yasal hükümlerle belirlenmiştir. Birlikte değerlendirildiğinde yorumlanmalarına bağlı olarak, bu hükümlerin bazıları, potansiyel olarak orduya geniş bir manevra alanı sağlamaktadır. Bu, özellikle, Türk Silahlı Kuvvetlerinin görevlerini, ülkenin bölünmez bütünlüğünü, laiklik ve cumhuriyetçilik dahil olmak üzere, Anayasanın giriş bölümünde belirtilen ilkeler ışığında, Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak olarak betimleyen TSK İç Hizmet Kanununun 35'inci ve 85/1'inci maddeleri için geçerlidir.

Ayrıca, gerektiğinde, hemen hemen her politika alanını kapsayacak şekilde yoruma açık olan Milli Güvenlik Kurulu Kanununun ulusal güvenliği tanımlayan 2(a) maddesi için de durum aynıdır.

Türkiye'de Silahlı Kuvvetler gayri-resmi mekanizmalar vasıtasıyla etkili olmaya devam etmektedir. MGK'nın askeri üyeleri, çeşitli vesilelerle, siyasi, sosyal ve diş politika konularında görüşlerini ifade etmişlerdir.

Genel olarak, geçen yıl boyunca MGK'nın işleyişine ilişkin reformlar, sivil-asker ilişkilerindeki dengeyi sivillere doğru değiştirmiş ve bu alanda kamuoyu tartışmasını teşvik etmiştir.

Yasal ve kurumsal çerçevede yapılan resmi değişiklikler dışında, özellikle komşu ülkelerle olan ilişkiler konusunda, ulusal güvenlik stratejisinin belirlenmesi ve uygulanması ve savunma bütçesinin denetimi alanlarında sivil otoritenin uygulamada denetim görevini tam olarak yerine getirmesi önemlidir.

Yargı

Türk yargı sisteminde, 1999'dan bu yana, bazı önemli iyileştirmeler yapılmıştır. Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılarak Bölgesel Ağır Ceza Mahkemeleri kurulmuştur. Yargının etkinliğini artırmak amacıyla yeni ihtisas mahkemeleri kurulmuştur. Yasal düzenlemeler yapılarak savunma hakkı konusunda iyileştirme yapılmıştır. Adalet Akademisi kurulmuş ve yargıç ve savcıların uluslararası hukuk ve insan hakları konusunda eğitimi konusuna ağırlık verilmiştir. Yargıç ve savcılar, reformların uygulanması konusunda önemli role sahiptir.



[1] NAC-S (9) 65, The Alliance’s Strategic Consept, 24 April 1999

[2] European Convention, CONV 850/03, 18 July 2003.

9 EUROPEAN COMİSİON,1998 REGULAR REPORT ON TURKEY’S PROGRESS TOWARDS ACCESSİON,24 NOVAMBER 1998.

10 EUROPEAN COMİSİON,1999 REGULAR REPORT ON TURKEY’S PROGRESS TOWARDS ACCESSİON,13 OCTOBER 1999.

11 EUROPEAN COMİSİON,2000 REGULAR REPORT ON TURKEY’S PROGRESS TOWARDS ACCESSİON, 8 NOVAMBER 2000.

12 EUROPEAN COMİSİON,2001 REGULAR REPORT ON TURKEY’S PROGRESS TOWARDS ACCESSİON,13 NOVAMBER 2001.

13 EUROPEAN COMİSİON,2002 REGULAR REPORT ON TURKEY’S PROGRESS TOWARDS ACCESSİON,9 OCTOBER 2002.

14 EUROPEAN COMİSİON,2003 REGULAR REPORT ON TURKEY’S PROGRESS TOWARDS ACCESSİON,5 NOVAMBER 2003.

15 EUROPEAN COMİSİON,2004 REGULAR REPORT ON TURKEY’S PROGRESS TOWARDS ACCESSİON,24 NOVAMBER 2004.

16 REPORT ON THE 2004 REGULAR REPORT AND THE RECONMENDATİON OF THE EUROPEAN COMMİSSİON ON TURKEYS PROGRESS TOWARDS ACCESİON,15 DECEMBER 2004

17 Türkiye için katılım ortaklığı belgesi,DPT-AB ile İlişkiler Genel Md.lüğü.Nisan 2003

18 AB Müktesebatının üstlenilmesine ilişkin Türkiye Ulusal Programı,24 Temmuz 2004 tarih ve 178 sayılı RG

19 TSK İç Hizmet Kanunu Kanun No 211 04/01/1961

20 TC Anayasası,Kanun No 2709, 18.10.1982

21 1324 sayılı Genelkurmay Başkanının Görev ve yetkilerine ait kanun 31.07.1970.

22 REKS / 172, OPİNİON EUROPEAN ECONOMİC AND SOCİAL COMMİTTEE , EU-TURKEY RELATİONS WİTH A VİEW TO THE EUROPEAN COUNCİL OF DECEMBER 2004,15 JULY 2004

23 Mayıs 1999 da Amsterdam Antlaşmasının yürürlüğe girmesi ile birlikte Kopenhag zirvesinde tanımlanan siyasi kriterler AB Antlaşmasının temel bir ilkesi haline gelmiştir. AB Antlaşmasının 6-1 maddesine göre birlik özgürlük demokrasi,insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanır. Bu çerçevede antlaşmanın 49 ncu maddesine göre antlaşmanın bir maddesinde öngörülen ilkele saygılı her Avrupa ülkesi birliğe üye olmak için başvuruda bulunabilir. Bu ilkeler Aralık 2000 de Nice Zirvesinde kabul edilen AB Temel Haklar Şartında vurgulanmıştır.