8 Haziran 2007 Cuma

KÜRESELLEŞME VE GÜVENLİK

“Küreselleşme ve Kültür” konusundaki makalemden sonra, küreselleşme olgusunun güvenlik konularına etkisini araştırma ihtiyacını hissettim.

Bu maksatla;

Öncelikle küreselleşme ile ilgili bazı hususlara açıklık getirmek

  • Küreselleşme uygulamaları ve sonuçları ile bu konudaki örnekleri hatırlatmak
  • Bu sonuçların yarattığı tehditler,
  • Bu tehditlere karşı, Güvenlik Kuvvetlerimizin alması gereken tedbirler ile yapılan değişiklikler konularına açılım getirmenin uygun olacağını düşündüm.


1. Küreselleşme ile ilgili bazı hususlar;

Küreselleşme; bilindiği ve açıklandığı üzere soğuk savaşın sonunda üretilen yeni kavramlardan biridir. Ancak küreselleşmenin köken olarak kolonyalizm (yani sömürgeci ve yayılmacılık) olduğu da malumlarınızdır.

(Esasen kolonyalizm ile başlayan bu sürecin 18 ve 19. yüzyıllardaki kısmını emperyalizm, 20. yüzyıldaki kısmını da kapitalizm olarak tanımlamak uygun olacaktır.)

Böylece küreselleşmeye giden yolun; kolonyalizm, emperyalizm ve kapitalizm aşamalarının sonucu olduğunu söylemek doğru bir yaklaşım olacaktır.

Esas konumuz olan küreselleşmenin güvenlik boyutunu gerçek yönleri ile tespit edebilmek için, kavramın sorgulanması, yani kavramı yaratanlar ile uygulayanlar veya uygulamaya mecbur bırakılanların belirlenmesi uygun olacaktır.

Bilindiği gibi; herkesin üzerinde hem fikir olduğu bir küreselleşme tanımı olmamakla birlikte elde edilen bilgiler ışığında küreselleşmeyi şu şekilde tanımlayabiliriz. Gelişmiş ülkelerin, ortak bir dünya pazarı oluşturarak refahı artırıp, homojen bir kültür etrafında insanları toparlayarak, ülkeler arasındaki sınırların kaldırılması sonucunda serbest ticareti ve serbest dolaşımı sağlamak, dünyayı küçülterek insanları birbirine daha fazla yaklaştırmak gibi söylemleri kullanarak, soğuk savaş döneminin sona ermesi sonucu;

ABD liderliğinde tek kutuplu süper güç egemenliğine dayanan yenidünya düzeni içinde yer alan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri, kurdukları uluslararası siyasi ve ekonomik örgütler ile daha etkin bir şekilde kontrol etmek maksadı ile yarattıkları bir süreç olarak tanımlamak mümkündür.

2. Küreselleşme uygulamaları ve sonuçları;

Berlin duvarının çökmesi ile ABD hâkimiyetinde tek kutuplu dünya düzeni oluşturma çabaları sonucu; sermayenin küreselleşmesi; tüm dünyanın gündemine, “Yeni Ekonomik Düzen” adı altında yerleşmiş bulunmaktadır.

Bu sürecin; gelişmekte olan ülkelerin siyasi, ekonomik ve sosyal yaşamlarında yarattığı olumsuzluklar, ABD güdümündeki uluslararası aktörlerin (IMF ve Dünya Bankası gibi) söz konusu ülkelerin mâli politikalarının yanı sıra siyasi politikalarına da etkin olarak müdahale etmeleri sonucunu doğurmuştur.

Şu çarpıcı örnek, sanırım birçok hususu açıklamak için yeterli olacaktır.

Dünya nüfusunun % 84.5’luk bölümünü oluşturan az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin, dünya gelirlerinin ancak % 26.8’ine, sahip olmaları ilginç ve dikkate değer bir durum olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu uygulamalar sonunda; Kamu harcamaları kısıtlanmış, sosyal güvenlik ve sosyal refah programları gözardı edilmiş, özelleştirilmeye hız verilmiştir. Ancak; üretim azaltılırken, tüketim bilinçli olarak artırılmış, finans piyasaları yeni savaş alanları haline gelmiştir.

Bu husus; gelişmekte olan ülkeleri daha çok dışa bağımlı hale getirmiştir. Bu durum, ulusal ekonomilerin ciddi anlamda zarar görmeleri sonucunu doğurmuştur.

Bütün bu gelişmeler, kabul edeceğiniz gibi güvenlik sorunu ile yakinen ilgilidir. Ortaya çıkan bu tablo, ülkelerin yarattığı güvenlik sorunlarını da beraberinde getirmiştir.

Unutulmamalıdır ki; uluslararası ilişkilerde ulusal çıkar vardır, duygusallığa yer yoktur. Tek ortak payda, karşılıklı menfaattir.

İnsanlığın eriştiği entelektüel ve hümanist gelişmeye rağmen, güçlünün güçsüzü sömürmesi gerçeği maalesef devam etmektedir.

Biraz önce açıklamaya çalıştığım, küreselleşme olgusu, içinde bunları barındırıyorsa, bu konuda sadece ana oyuncuların güvenliği ile ilgili düşünceler üretilebilir. Çünkü mevcut küreselleşme retoriği; gelişmemiş ve gelişmekte olan ekonomileri kontrol altında tutarak gelecekteki rekabeti engellemek, üretim alanlarını daraltarak ülkeleri bağımlı hale getirmek, ikinci sınıf teknolojiyi paylaşarak denetimlerini sürdürmekle mümkün olabilmektedir.

Kuşkusuz bunun yolu ulus-devlet modeli ülkelerin, milliyetçilik temalarını ekonomik baskı ile erozyona uğratarak söz konusu ülkelerdeki kaynaklar üzerinde itirazsız kontrol sağlamaktır. Hatta bununla da yetinilmeyip, ülkedeki farklılıklar kaşınarak, milli birliğin zayıflatılması sağlanır. Dengeler sarsılır, işsizlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik etnik ve dini sorunlar gibi pek çok sorun ortaya atılır. Polis ve Silahlı Kuvvetler, pasifize edilir ve gerekliliği sorgulanan bir ortam yaratılarak direncin kırılması sağlanır ve ülke kaosa sürüklenir.

Daha açık ve net ifade etmem gerekirse küreselleşme; kontrol altına alınan kaynakların, tüketim marjı yüksek ve teknolojisi gelişmiş ülke vatandaşlarına kesintisiz sunulması için yaratılan yeni kavram ve düşünceler manzumesi olarak gelişmiş ülkelerce uygulanan yenidünya düzeninin masumane adıdır diyebiliriz.

Bu genel açıklamadan sonra; zahiren demokrasi ve serbest piyasayı amaçladığını iddia eden, küreselleşmenin baş aktörü ve uygulayıcısı olan ABD’nin, izlediği politikalar sonucu yarattığı sorunlar ve tehditler hepinizin malumudur.

Bu nedenle ABD’nin politikalarına kısaca temas etmek uygun olacaktır.

Yarım yüzyıldır siyasi özgürlüğün ve ekonomik düzenin savunucusu olduğunu iddia eden ABD, içinde bulunduğumuz dönemdeki uygulamaları ve hegomonik tavırlar ile uluslararası bir düzensizliğin en büyük etkeni olmuştur. Ayrıca, tüm dünyaya art niyetli devletlerin olduğu ve onların bastırılması gerektiğini kabul ettirmeye çalışmaktadır.

ABD, gövde gösterisi amaçlı bir strateji izleyerek, muhtemel rakiplerini etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Diğer taraftan, terörizmin evrensel güç boyutuna ulaşması dünyayı sürekli savaş halinde olmaya yöneltmiştir. Soğuk savaş olarak isimlendirilen savaşı kazanan ABD’nin, bundan böyle de dünyayı savaş halinde tutma gayreti içinde olacağını söylemek yersiz değildir.

Esasen; 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin daha insancıl, daha hassas bir tavır sergileyeceği düşünülüyordu. Ancak kısa bir zaman sonra bunun hayal olduğu görüldü. Esasen, Ottowa Anlaşması ve Kyoto Protokolüne, ABD’nin karşı çıkması uluslararası ilişkilerinde bir takım değişiklikler yapılacağının işaretlerini vermektedir.

Eğer ABD; gerek Afganistan’da El-Kaide’ye, gerekse Ortadoğu’da direnişçilere karşı daha dikkatli ve makul davransaydı, yaptığı mücadelenin meşruluğunu belki anlatma imkânı bulurdu.

Bugün dünya, gerçekten kaygı duyulacak bir dönemden geçiyor. Çözüm; süper güç ABD’nin, yapmak istediklerini, tatmin edici bir açıklama ile dünyaya duyurmasından geçmektedir. Aksi takdirde; ABD karşıtlarının, güç kazandığı bir iklim dünyaya hâkim olacaktır. ABD enerjisini terörizmle mücadeleye harcarken, dünyanın sosyal ve ekonomik problemleri de giderek artmaktadır.

Bilindiği gibi; ABD’deki değişim 90’lı yıllarda başladı. Oysa ki; 2’nci Dünya savaşı sonunda ABD kendi sorunları ile yüzleşerek arzulanabilir bir medeniyetin sahibi olmuştu. Bu savaştan yaklaşık 30 yıl sonra Regan döneminde ABD’de silah sanayinin büyüyerek, yıldız savaşları projelerinin başladığını ve bu ülkenin nihayet Vietnam sendromundan kurtulduğunu görüyoruz.

Soğuk savaşın bitmesinden sonra (3’üncü Dünya Savaşını kazandığını düşünen ABD) baba Bush döneminde ABD’de bir özgüven patlaması yaşandı. Bill Clinton dönemi, dünyada her şeyin küreselleşme ile izah edildiği yıllar oldu. Huntington ve Fukayama’nın geleceğe ilişkin öngörüleri ile nihayet ABD Neoconların dönemine geldi.

Dünyayı iyi veya kötü diye gören bu kadro; dünyayı değiştirmek hedefi ile Ortadoğu ve Irak’a yöneldiler. İşte bugün içinde yaşadığımız çatışma ve kaos ortamına, bu süreçten geçerek gelmiş bulunuyoruz.

Soğuk savaşın ardından ABD dış politikasının ana temasının; yeni bir süper gücün yükselmesini engellemek amacı ile “Full Spektrum Egemenlik” olduğunu kabul etmek mecburiyetindeyiz.

Bu politikanın amacı; askeri güç coğrafyası, Ortadoğu’dur. Bilindiği gibi; bu politikanın uygulamaları; kan, gözyaşı ve sefalet getirmiştir. Bu nedenle bütün dengelerin bozulduğu dünyada emperyal işgal kültürü, her türlü insan haklarını ayaklar altına almıştır.

Diğer taraftan; ABD’nin stratejik üstünlüğü ancak, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin realize edilmesine bağlıdır. Bunu gerçekleştirilebilmek için, Türkiye coğrafyası üzerinde hesaplar yapıldığı da bilinmektedir. Ancak bugün itibariyle; Mezopotamya’dan, yenidünya düzeni ve BOP’un çıkamadığını, net bir şekilde görmekteyiz.

Aslında bugün ABD’nin, BOP çerçevesinde Irak’ta giriştiği inandırıcı olmayan savaşın kökenlerinin, 1980’lerde açıklanan Carter Doktrini’ne dayandığını da biliyoruz. Belirtilen bu doktrin, Ortadoğu’yu hedef almaktaydı. Ancak bugün ABD; tek kutuplu bir dünya oluşturmak yönündeki kendi düşüncelerinin, kültürel ve ekonomik etkinlikleri gelişmiş ülkeleri ikna etmeye yeterli olamadığını görmüş bulunmaktadır.

Bu nedenle; ABD, NATO’yu dünya çapında bir operasyon düzenleyebilen bir müdahale birliğine dönüştürmek istemektedir. Avrupalı NATO ülkeleri, her ne kadar bu konuya soğuk bakıyorlarsa da ABD; NATO’nun küreselleşmesi gerektiğini savunmakta, NATO için ortaya çıkan küresel talepler göz önüne alınarak ittifak üyeliğinin de küresel olması gerektiğini vurgulamaktadır.

ABD’ye göre, NATO’ya 35 yeni üye almak suretiyle, “Yeni NATO” adı altında gönüllü bir koalisyon gücü oluşturulmalıdır. (Riga zirvesinde de bu yönde kararlar alınmaya başlandığını görüyoruz.)

Diğer taraftan, ABD Ulusal Güvenlik Stratejisine göre;

* ABD’nin savaş içinde olduğu,

* Küreselleşmenin ana ekseninin demokratikleşme ve serbest piyasa ekonomisi olduğu,

* Önleyici müdahale stratejisinin devam edeceği vurgulanmaktadır.

Ancak bugün gelinen noktada; çöken bu stratejinin, 11 Eylül’de şekillendirildiğini biliyoruz. ABD’nin 11 Eylül sonrasındaki politikasına egemen olan düşünce ise;

* Hukuksuzluğun ve şiddetin üstünlüğü ve bunların dünyaya dayatılması,

* Toplumda korku politikalarının hâkim olması,

* Tehdit belirmeden tehlikenin ortadan kaldırılması,

* Başka ülke ve kuruluşların görüşlerine ihtiyaç hissedilmemesidir.

3. Küreselleşme Sonuçlarının Yarattığı Tehditler;

Kapalı ve zayıf ekonomilerin dünyaya açılması ile bu ülkelerde kısa sürede mevcut siyasi ve ekonomik yapının bozulduğu görülür. Güçsüz ülkelerde, ekonomi hızla kayıt dışına kayar ve toplumsal barış zedelenir. Yaşanan ekonomik krizler; terörün tırmanmasına ve vatandaşın aidiyet duygusunun azalmasına sebep olur.

Dengeleri bozulan ülkelerde, ulus kavramı ve toplumsal değer yargıları sorgulanarak ulusalcı yaklaşımlar küreselleşme ironiği altında ezilmek istenir. Teknolojide gelişmiş ülkelerle yarışması mümkün olmayan devletler, gelişmiş ülkelerden silah satın alma yoluna giderek, biriken sermayesini de böylece çarçur etmek zorunda kalırlar.

Silahlanma yarışında üretici olmadıklarından, daima bir yenisini veya gelişmişini alma ihtiyacını duyacaklardır. Bu girdap, zayıf ülkeleri güvenlik kaygısıyla güçlü bir pakta girmek zorunda bırakmaktadır.Küreselleşmenin güvenlik boyutunu ele almak, küreselleşmeye nasıl baktığınızla ilgilidir. Yukarıda yaptığımız değerlendirmenin ışığında baktığımızda, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, küreselleşme sonucu geleneksel tehdit algılamasına göre düzenlenen güvenlik doktrinlerinin hızla değişeceği gerçeğini görebilmeliyiz.

Uluslararası sistemi ve güvenlik stratejilerini derinden etkileyen ve değiştirme sürecini başlatan olaylardan biri, bilindiği gibi, 1990’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi, diğeri ise 11 Eylül’de İkiz kulelere yönelik terör saldırısıdır.

Soğuk savaş dönemine kadar, klasik askeri yapılanma çerçevesinde; gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkeler; kendilerine yönelebilecek tehdit kapsamında stratejiler geliştirmiş ve silahlı kuvvetlerini bölgesel savaşlara göre örgütlemişlerdi. Dolayısıyla; devletler kendi güvenliğini esas alarak, tehdit değerlendirmesi yapmış ve böylece ülkelerin ölçülür ve gözetlenir askeri ve ekonomik imkânları potansiyel tehdit olarak görülerek, karşı tedbirler almışlardı. Yani tanka karşı tank, uçağa karşı uçak, füzeye karşı füze, asker sayısının dengelenmesi vs. gibi. Bu dönemde orduların temel fonksiyonları ülkelerin toprak egemenliklerine bir saldırı olduğunda, onları sınırda karşılamak ve olabildiğince büyük bir hızla onları yok etmekti. Saldırılmadan saldırma, tehditleri dışarıda karşılama gibi kavramlar henüz stratejik planlamalarda öne çıkan unsurlar değillerdi. `Güvenlik-özgürlük ilişkisi denkleminde; güvenlik, daha ağır basmakta, kimin güvenliği sorusuna cevap verilirken “ulus-devletin” güvenliği toplumsal güvenlikten önde gelmekteydi.`[1] Bölgesel tehdit doktrinleri; bu mihverde oluşurken, global çatışmalar ise, paktlardaki büyük devletlere bırakılmıştı. Paktlara üye olmayanlar da, tarafsızlık ve bağlantısızlıklarını ilan ederek, sessizlik ve tepkisizliği esas almıştı. Böylece tehdit altında olan veya öyle düşünen ülkeler; en ideal yol olarak yerli askeri imkânları artırarak tehditle baş etmeye çalışırlardı. “Askeri güvenlik kaygıları, diğer bütün güvenlik kaygılarından daha öncelikli konumdaydı. Soğuk Savaş boyunca, askeri tehditler genel anlamda simetrik bir düzlemde tanımlanmaktaydı.”[2]

Tahrip gücü yüksek nükleer silahların varlığı ise, kutuplar arasında genel bir denge oluşturmakta, tedrici olarak artan konvansiyonel askeri yapılanma ve silah teknolojisinde meydana gelen gelişmeler, karşılıklı caydırıcılık esasına dayanmaktaydı.

Yukarıda anlattığımız değişimi tetikleyen olaylar, SSCB’nin kapitalist ekonomi karşısında iflas ettirilerek, söndürülmesi ve dünyanın tek kutuplu ABD hegemonyasına girmesi ile sonuçlanmıştır. Böylece bilgi çağının ortaya çıkmasını sağlayan ve bilgi devrimi olarak izah edilen küreselleşme ile tehdidi önleme konseptlerine; asimetrik tehdit kavramı, terörizm’in uluslararası boyuta taşınması ve kitle imha silahlarının yayılması başlıklarını eklemek gerekmiştir. Klasik muharebelere göre şekillenen ordular, bu değişimle, düşmanın kim olduğu, ne yapabileceği ve ne vasıtayla gelebileceği bilinmezliğine göre yeni düzenleme gereksinimi duymaktadırlar. Örneğin; klasik dönem olarak ifade edebileceğimiz 2’nci Dünya Savaşı sonrası 45 yıllık sürede, özel kuvvetlere duyulan ihtiyaç bugünkünden oldukça farklı olduğu için, bugün ülkeler; terörizm ve mafya ile mücadele ile lokal operasyonlara yönelik özel ve profesyonel birlik sayısında artırmaya gitmektedirler.

Küreselleşme ile ortaya çıkan asimetrik tehdit; “Saldırganın muhatabından göreceli olarak daha zayıf olmasına karşın muhatabının zafiyetlerinden yararlanmaya yönelerek oluşturduğu tehdit olarak tanımlanmakta ve “Asimetrik tehdit”, ani ve hazırlıksız saldırıyla karşı karşıya kalma olasılığını artırmaktadır.”[3

“Dünyada iki kutuplu cepheleşmenin sona ermesi ve geleneksel tehdidin değişmesi; Avrupa’daki ortak güvenlik sistemlerini de yeniden şekillendirmiştir. Bu bağlamda, Merkezi ve Doğu Avrupa daha güvenli ve istikrarlı bir ortama kavuşmuştur. Ancak bazı siyaset bilimcilerinin “İkinci Ortadoğu” olarak nitelendirdikleri Balkanlar ve Kafkaslar bölgesi, yeniden alevlenen etnik çatışmaların doğurduğu istikrarsızlık, tüm bölge ülkeleri için yeni tehlikeleri ve tehditleri de beraberinde getirmiştir.”

Eskiden potansiyel tehdit teşkil edebilecek ülkelerin, sadece askeri güçleri çerçevesinde şekillenen tehdit kavramı bugün artık;

· Bölgesel krizler ve etnik çatışmalar,

· Çeşitli radikal akımlar ve mikro milliyetçilik,

· Ülkelerdeki siyasi ve ekonomik istikrarsızlık ve belirsizlikler,

· Kitle imha silahları ve uzun menzilli füzelerin yayılması,

· Kökten dincilik,

· Uyuşturucu ve her türlü silah ve insan kaçakçılığı ile göç sorunu,

· Uluslararası terörizm şeklinde ortaya çıkan tehdit ve riskler,

· Tehdit kavramının şekil değiştirmesi ile post-modern orduya olan ihtiyaç şeklinde sıralanmaktadır.

Gelinen noktada; gelişmekte olan yoksul ülkelerin, şiddetli bir çatışmaya dâhil olması veya maruz bırakılması olasılığının, zengin bir ülkeye göre çok daha fazla olduğu dikkate alındığında, sanırım küreselleşmenin sonuçları bağlamında getirdikleri ile asimetrik savaş daha iyi anlaşılacaktır.

Küreselleşme; aynı zamanda günümüz savaşlarındaki düşmanlık öğesini inanılmaz ölçülerde arttırmıştır. Sınırlı savaş teorisinin öngördüğü kontrol edilebilir düşmanlık ve yıkım anlayışı artık geçerli değildir.

Bir yandan teknolojik imkânlar siyasi liderlere toplumlarını düşmanlarına karşı kolayca yönlendirme imkânını verirken, diğer yandan da aynı gelişmiş olanaklar günümüz savaşlarını artık bir ölüm-kalım mücadelesine dönüştürmektedir.” Böylece 1990’lardan sonra dünyanın çeşitli bölgelerinde; bölgesel çatışmalar ve etnik kavgalar ortaya çıkmıştır. Balkanlarda; Sırp-Boşnak, Kafkaslarda; Çeçen-Rus, Orta Doğu’da; Filistin-Lübnan-İsrail gibi.

Küreselleşme, doğurduğu ağır ekonomik buhranlar ile etnik homojenliği olmayan az gelişmiş ülkelerde, radikal akımların güçlenmesine ve mikro milliyetçilik ile etnik ayrımcılığın giderek artmasına neden olmuştur. Bunun en tipik örneği Boşnakların, tüm dünyanın gözü önünde etnik soy-kırıma uğratılması, Çeçenlerin bağımsızlık mücadelesi ve Rusya’ya karşı terör yoluyla tepkilerini örnek vermek mümkündür.

İki kutuplu Dünya’da; kitle imha silahlarına sahip olma belli ülkelerin tekelinde iken, global dönüşüm sayesinde gelişmekte olan ülkeler de nükleer silah üretme gayreti içine girmiş veya üretici olmuşlardır. Gelişen internet bağlantısı ve teknolojik kaçakçılık, bilgiyi ulaşılabilir kılarken, teknolojik hareketlerin daha da mobilize olmasını sağlamıştır. Örneğin; Dünya’nın fakir ülkelerinden biri olan Kuzey Kore’nin nükleer silah denemesi gibi. SSCB’nin dağılmasıyla kolayca ulaşabilecek nitelik kazanan nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar da tehdide farklı bir boyut kazandırmaktadır. Bununla birlikte, bilgiye hızlı ulaşmak, ucuz maliyetli kimyasal ve biyolojik silahların üretimi imkânını da artırmıştır. ABD Hükümeti, her sene önemli bir miktar parayı Sovyet silah teknolojisinin ve imkânlarının tehlikeli ellere geçmemesi için harcamaktadır.

Soğuk Savaş döneminin bitmesi, kökten dinci faaliyetlerin artışına neden olmuştur. Birçok İslami örgüt, Soğuk Savaş döneminde; ABD ve Sovyetler Birliği tarafından desteklenmişlerdir. ABD ve Sovyetler Birliği tarafından desteklenen bu örgütler, giderek güçlenmiş ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye başlamışlardır.

Soğuk Savaşın son bulması ile toplumuna bir düşman göstererek, toplum dinamiklerini arkasına almaya endeksli ABD yönetimleri, yenidünya düzeni kapsamında, Müslüman dünyasını; “Radikal İslam”, “İslamofaşizm” ve “Terörist Kaynakları” olarak lanse ederek, yeni düşmanını yaratmıştır. Yukarıda anlattığımız küreselleşme ve asimetrik savaşın sonuçları; özelikle İslam dinine mensup coğrafyada, köktendinciliği körükleyen ana nedenlerdendir. Köktendincilik, birazdan anlatacağımız Terörizm’i besleyen önemli damarlardan biridir. Dünya’daki hızlı gelişim ve teknolojik değişime ayak uyduramayan ülkelerde, insanlardan bir kısmı kurtuluşun ancak din sayesinde mümkün olabileceği savıyla, dine sarılmakta ve teokratik yönetime ulaşmak için teröre başvurmaktadırlar. El-Kaide, Hizbullah gibi.

Küreselleşmenin önemli sonuçlarından biri de; uyuşturucu ve her türlü silah ve insan kaçakçılığı ile göç sorunudur. Esasen göç; gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin sosyal ve güvenlik problemlerinin de önemli sonuçlarından biridir. Yılda 200 milyonu kişiyi bulan göç sorunu, bölgesel çatışmalara ve ekonomik buhranlara yol açmaktadır. Ayrıca, AB ülkeleri tarafından; artık mültecilerin, iş bulmak için Kuzey Afrika, Orta Doğu, Orta ve Doğu Avrupa Ülkelerinden göç ederek gelmeleri tehdit unsuru olarak görülmektedir. ABD de Meksika ve Güney Amerika’dan yapılan insan göçünü aynı şeklide algılamaktadır. 1960 yılında 1.4 milyon olan ABD’nin mülteci miktarı, 1982 yılında 10 milyon, 1995 yılında ise 23 Milyon’a yükselmiştir.

Küreselleşme retoriği ile gelişmiş ülkelere; gelişmemiş ülkelerinden, önemli miktarda uyuşturucu ve insan kaçırılmaktadır. Gelişmiş ülkelerin, yenidünya düzeninde en fazla kaygılandıkları konulardan biri olan bu konu, mafya oluşumlarını güçlendirirken, önemli miktarda kara paranın da kontrol dışına çıkmasına ve bu paranın önemli bir kısmının ise terör örgütlerine akmasına sebep olmaktadır. Yıllık bir trilyon doları bulan uyuşturucu ticareti, kara para, mafya, insan kaçakçılığı gibi sektörlerden terör örgütlerine para akmaktadır. İllegal gruplar, buralardan elde ettikleri paraları, profesyonellerin yönettiği finans ve yasal ticaret piyasalarında kullanarak güçlerine güç katmaktadırlar. İnternet, uydu telefonu, televizyon yayıncılığı, cep telefonu, diz üstü bilgisayarları gibi iletişim teknolojilerinden faydalanarak bilgiye ulaşma, onu istihbarata dönüştürme ve geniş kitlelere propaganda yapma imkânını yakalamışlardır.

11 Eylül saldırısı ile tüm dünya; ciddi bir şok dalgasına maruz kalırken, olayın vahameti yanında, artık bütün ülkelerin terör tehdidi altında ve vurulabilir olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalınmıştır. Böylece; ABD’de ve müteakiben AB’de meydana gelen terör dalgası, yıllarca Türkiye’nin anlatmaya çalıştığı ama sağır kulaklara duyuramadığı gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.

Terörü beslemenin veya göz yummanın mükâfatının olamayacağı, bu silahın bir gün mutlaka hamilerine de döneceği gerçeği ortaya çıkmıştır. Küreselleşme; ekonomik, sosyal ve askeri değişimin yanı sıra, terörizm de yeni şekli ile hızla yenidünya düzene uyum sağlarken, aslında yukarıda saydığımız ekonomik ve sosyal dalgalanmaların sonucu olarak, kendisine geniş bir destek ve finans imkânı bulmuştur. Çok uluslu şirketlerin ortaya çıkması gibi; çok uluslu terör örgütleri de ortaya çıkmış ve terör küreselleşmiştir. Aşağıda vereceğimiz örneklerin tümü teröre matuf olmasa da teknolojinin getirdiklerinin nasıl kullanıldığının tipik ampirikleridir.

“Seylanlı Tamil gerillaları gibi bazı ayrılıkçı terörist gruplar, yurtdışındaki yandaşlarından malzeme ve para yardımı almak için İnternet’i kullanmışlardır.”

“Meksikalı Zapastita gerillaları; merkezi otoriteye karşı ayaklanmaları karşısında, askeri güç kullanan Meksika hükümetine karşı ülke dışındaki, medya, internet, diğer ülkelerdeki Sivil Toplum Örgütleri (STÖ), vakıflar, baskı grupları, lobiler ve Hükümet Dışı Organizasyonları (NGO) kullanarak, bir nevi bilgi operasyonları icra edip, Meksika hükümeti üzerinde, küresel, bölgesel ve ülkesel baskı oluşturarak askeri güç kullanımından vazgeçirmiştir.”

Bir avuç Ukraynalı gencin oluşturduğu, Doğu Avrupa Açık Üniversitesi’nin ve Soros Vakfı’nın kurucusu George Soros’un finanse ettiği ve uluslararası kuruluşların ve STÖ’nin desteklediği ve İnternet ortamında da faaliyet gösteren “PORA” adlı sivil hareket kitleleri tetikleyerek, tek bir çağrıda başkent Kiev’de hükümeti protesto için 200 bin kişi toplamıştır.

Benzer bölgesel ve uluslararası destekleri olan Sırbistan’daki “OTPOR” ve Gürcistan’daki “KMARA” sivil hareketlerini model alan “PORA” 2004 seçimleri için, Miloşeviç’i deviren Sırp STÖ’lerinden eğitim alarak ülkelerine döndü. 9 bini aşkın genci örgütleyerek Ukrayna’yı köy köy, kasaba kasaba dolaşarak seçmenlere oy vermek için propaganda faaliyetleri icra ettiler.

Ukrayna Gizli Servisi’nin her türlü sindirme çabalarına rağmen; geceli-gündüzlü parlamento ve başbakanlık binalarını kuşatma altında tutan insanları Rusya ve güdümündeki Ukrayna yönetimine karşı oylarıyla tavır almalarını söyleyerek amaçlarına ulaştılar.

“Romanya’da yüzlerce genç; aylar boyunca ülkeyi gezerek, rüşvet ve yolsuzluklara karıştıkları belirlenen 153 ismi içeren broşürleri dağıtarak, şaibeli kişilere oy vermemeleri için çağrıda bulundular.

Bir nevi bilgi operasyonu aracı olan broşürlerdeki kara listenin arkasında Helsinki Komitesi, Demokrasi Birliği, Özgürlük Evi, Uluslararası Saydamlık Hareketi, Açık Toplum Vakfı gibi toplam 12 adet STÖ, vakıf ve NGO’nun desteği vardı.”[4]

Gördüğümüz gibi terör veya Sosyo-Kültürel olaylar ile ülkelerin iç sorunları, zekice kullanılan yöntemler ve araçlarla etkili ve yıkıcı saldırı silahlarına dönüştürülebilmektedir. Küreselleşme, terör örgütlerinin elini güçlendirmekte, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişme ile mal, hizmet, insan, bilgi ve finansın serbestçe ve hızlı yer değiştirmesini sağlamaktadır.

Ulusal sınırların engel olmaktan çıkması, sadece kar amaçlı şirketlerin değil, terör örgütlerini de değişime uğratırken, terör örgütleri küreselleşmenin sunduğu nimetlerden faydalanarak finans sorunlarını çözmektedirler.

“İletişim teknolojilerindeki gelişmeler terör örgütlerinin örgütlenme modellerini tıpkı büyük şirketler gibi değişime uğratmış, örgütlerde bürokrasi azalmış, yatay örgütlenme modelleri ön plana çıkmıştır.”[5]

Böylece karar alma süreçleri kısalırken, eylemlerin engellenmesi için gereken reaksiyon süresi azalmıştır. Merkezden bağımsız hareket edebilen, kendiliğinden eylem kararları alabilen, ekonomik bağımsızlığı olan, şubelere bölünmüş örgüt yapıları ortaya çıkmıştır.”

Terör örgütlerinin asıl hedefi; devlet otoritesini ortadan kaldırmak ve toplumda derin yaralar açıp, güvensizliği oluşturmaktır. Terörizm, toplumun sosyo-kültürel yapısına verdiği zararlar ile toplum içinde kutuplaşmaları doğurur ve derinleştirir. Bu durum; iç göçlere, ekonomik dengelerin sarsılmasına ve kargaşaya sebep olur.

Böylece teröre maruz kalan devletler, mali kaynaklarını terörü önlemeye ayırmak zorunda kaldıklarından, bu durum tüm toplumu etkileyen bir nitelik haline gelir. Bu konuda en çarpıcı örnek ülkemizdir.

PKK terör örgütünün yaklaşık 20 yıllık bilançosu; 35.000 kayıp ve 100 milyar dolarlık mali yüktür. Ayrıca, El-Kaide terör örgütünün tüm dünyada yaptığı tedhiş hareketleri ve bunları önlemeye yönelik çalışmaları her gün görmekte ve yaşamaktayız.

Gelişmiş ülkeler; yenidünya düzeni ve yukarıda saymaya çalıştığımız tehditleri önlemeye yönelik, arayışlarına devam etmektedirler. Bu kapsamda; silahlı kuvvetlere duyulan ihtiyacın küreselleşme ile azalacağı tezlerine rağmen, bu ihtiyaç giderek artmaktadır.

Japonya; silahlı kuvvetlerini geliştirmek için BM’den izin talebinde bulunmakta, Almanya ise daha gelişmiş silahlar üretmektedir. Ancak, tehdit artık klasik olmaktan çıktığı için gelişmiş ülkeler post-modern ordu anlayışına yönelmişlerdir.

4. Bu tehditlere karşı, Güvenlik kuvvetlerinin alması gereken tedbirler ve yapısal değişim;

21’nci yüzyıla giren dünyamızda; hızlı değişimler bu güne kadar olan tüm dengeleri, altüst etmiştir. Sınırların değiştiği, düzenleyici ve belirleyici güçlerin arttığı, çeşitli grupların klasik devlet yapılarını zorladığı bölgelerde istikrarsızlık ve çatışmaların hâkim olduğu bir ortam meydana gelmiştir.

Bu ortam içinde; ülkelerin silahlı kuvvetlerinin bağımlılık dereceleri, ulusal sanayilerin gelişmişlik düzeyleri, ileri teknoloji ürünü ve kitlesel imha gücüne sahip silahların varlığı, ulusal güvenlik politikalarının belirlenmesinde etkin rol oynamaktadır.

Klasik anlamdaki; savunma, ordu denklemi yerine; savunma sanayi, bilişim, stratejik analiz kapasitesine sahip özel ve kamu kuruluşları ile sivil yöneticilerin ordu ile üretken ve verimli işbirliğine olan ihtiyaç artmıştır.

“Bilgisayar, elektronik ve uzay-havacılık alanlarındaki teknolojik gelişmelerin; vizyonu daha geniş ufuklara taşıdığını, stratejik ve taktik seviyede konsept değişikliğine neden olduğunu görüyoruz.

Bilginin korunması ve bilgi yoğun işlerin sistamatize edilmesi olarak tanımlanabilecek bilgi savaşı önümüzdeki yılların temel harp şekillerinden biri olacak ve barış dönemini de tamamen kapsayacaktır.

Genellikle harp ve çatışmaların muhtemelen düşük yoğunlukta ve bölgesel olarak devam edeceği değerlendirilmektedir.”[6] Saldırılmadan, saldıran, tehditleri ana yurtlarının dışında karşılayan anlayış; asimetrik tehdidi önlemeye, terörizmi bulunduğu yerde imha etmeye ve kitle imha silahlarına karşı caydırıcı görev icra etmeye yöneliktir.

Unutulmamalıdır ki; Körfez savaşından sonra dünyada meydana gelen ve büyük çoğunluğu iç savaş niteliği taşıyan 116 çatışmanın önemli bir bölümü; küreselleşme sonucu meydana gelmiştir.

Bu genel açıklamadan ve söz konusu tehdit algılamalarından sonra; Güvenlik Kuvvetlerinin yapısal değişiklikleri gündeme gelmiş, klasik tehdidi, terör tehdidini ana yurtları dışında gören siyasi ve ekonomik istikrarı yakalamış ülkeler ile Türkiye gibi anavatanı içinde terör ile uğraşan, terör üreten ülkeler ile çevrilmiş siyasi ve ekonomik istikrarı yakalayamamış ülkelerin güvenlik güçlerini yapılandırma anlayışında ciddi farklar olması kaçınılmazdır.

Öncelikle; batı dünyasının yeni güvenlik yapılandırılmasını somut bir şekilde anlatan bir kitaptan söz etmenin uygun olacağını düşünüyorum. “The Postmodern Military” (Armed Forces After Cold War) Charles C. Moskos, John Allen Williams, David R. Segal’ın yazdığı “Post Modern Ordu”, isimli kitaptan bazı alıntılar ile konuya açıklık getirmek istiyorum.

ABD ve batı gibi gelişmiş demokratik ülkelerinin silahlı kuvvetleri; modern askeri organizasyon olarak adlandırılabilecek bir yapıdan, post-modern bir yapıya doğru yönelmiş bulunmaktadır.

Modern ordunun, ulus devlet ile ilişkilendirilebileceğini; post-modern ordunun ise ulus devleti ile olan bağlarının giderek zayıfladığını görüyoruz. Post-modern orduda; temel yapı sivil halk ile daha geçirgen bir ilişkiye dayanan gönüllü kuvvete doğru değişmektedir.

Bu genel yaklaşımla ele aldığımız post-modern ordu kapsamında; silahlı kuvvetlerin incelenmesine esas olacak şekilde konuyu açarsak; “Modern Dönem”in 19’uncu yüzyılda başladığı, İkinci Dünya Savaşı’nın bitimi ile sona erdiğini; “Genç-Modern Dönem”in 20’nci yüzyılın ortalarından başlayıp 1990’ların başlarına kadar gelinerek, Soğuk Savaş ile aynı dönemde bittiği, “Post-modern dönem”in ise bugün geçerli olduğunu görmekteyiz.

Söz konusu dokümana göre; Post-Modern silahlı kuvvetler, beş temel organizasyona ihtiyaç duymaktadır. Bunlar;

  • Sivillerin ve askerlerin; hem kültürel, hem de yapısal olarak birbirlerine daha fazla yaklaşması,
  • Silahlı kuvvetlerde sınıf, rütbe, muharip, muharebe desteği gibi konulardan kaynaklanan farklılıkların azalması,
  • Geleneksel olarak muharebe görevi olmayan işlerin (İnsani yardım, barış görevi, koruma görevleri gibi) ağırlık kazanması,
  • Silahlı kuvvetlerin daha fazla uluslararası görevlerde kullanılması,
  • Post-modern anlayışa göre Silahlı kuvvetlerin daha fazla uluslararası bir özellik kazanması olarak sıralanmaktadır.

Bugün ülkeler arasındaki savaşlar azalmakla birlikte, ülkelerin içerisindeki savaşların arttığını, ülke içersindeki savaşların bazen ülkelerin çökmesi ile sona erdiğini, bu nedenle barışı koruma ve insani yardım görevlerinin ağırlık kazandığını görüyoruz.

Değişimin yalnızca silahlı kuvvetlerde değil toplumlarda da olduğunu, bu kapsamda; “Endüstri sonrası” oluşan bir toplum yapısının ortaya çıktığını, post-modern dönemde ise ulus-devlete olan bağlılığın giderek azaldığı anılan doküman tarafından ifade edilmektedir.

Bilgi teknolojisi ve bu teknolojinin silahlı kuvvetler üzerindeki etkisinin; devrim olarak nitelendirildiği, bu teknolojinin silahlı kuvvetlerin etkinliğini artırdığı, ancak bu yeni teknolojiye kaynak ayrılabilmesi maksadıyla; asker sayısının azaltılması gerektiği vurgulanmaktadır.

Post-modern anlayışa göre; Silahlı Kuvvetlerdeki değişim, somut olarak söz konusu kitapta, çeşitli değişken konular üzerinde incelenmiştir. Değişken konular; algılanan tehdit, kuvvet yapısı, görev tanımı, hâkim askeri lider tipi, halkın silahlı kuvvetlere karşı tavrı, medya ile ilişkiler, silahlı kuvvetlerde sivillerin yeri, kadınların durumu, eşlerin durumu göz önüne alınmaktadır.

Yeni konsepte göre; muharip lider özelliği yanında, “asker-devlet adamı”, “asker-bilim adamı” ve “asker-diplomat” lider özelliği de aramakta olduğunu görüyoruz.

Ayrıca; zorunlu askerliğin gerekliliği tartışılmakla birlikte ordunun milli bir karakter taşıması da desteklenmektedir. Yine aynı dokümana göre; söz konusu değişimden sonra, ordu ulusal ve uluslararası faktörlerden en fazla etkilenen ve değişime uğrayan kurum olmuştur.

Uluslararası durumun ortaya çıkardığı tehdit algılamasının ve fırsatlarının; kuvvet yapısını, ordunun görevini ve ordu-toplum ilişkilerini şekillendirdiğini görüyoruz. Kuşkusuz benzer şekilde bir ulusun politik kültürü ve hafızası hem ordunun kendisini hem de ordunun toplumla olan ilişkisini etkilemektedir.

Ülke içinde oluşan kültürel ve politik düşünceler; sivil-asker ilişkilerini belirlemektedir. Ayrıca , ülkelerin kendi tarihlerinden etkilendiği, bir vakıadır ve kaçınılmazdır. Bu nedenlerle, ülkelerin olaylardan etkilenmelerinin de farklı olacağı kaçınılmazdır.

Yüksek maliyetli ileri teknoloji ürünü silah ve teçhizatın; satın alınması konusunda orduların maddi sıkıntılarının olduğu, yeni ortaya çıkan konjonktürde tehditlerin belirsiz olduğu, belirgin bir tehdit ortaya konulamaması nedeniyle, orduların harcamalarının kamuoyu tarafından benimsenmesinde problemler olmaktadır. (Post - Modern ordular tipinde)

Görev tanımı olarak İsrail hariç, bütün batı orduların post-modern olduğu, bu kapsamda ordulara geleneksel anlamda askeri olmayan görevler verildiği bilinmektedir.

Post-modern çağda alınacak görevlere; uygun personelin yetiştirilmesi için iyi eğitim veren sivil kurumlardan da istifade edilmesi gerekmektedir.

Post-modern ordulara sahip ülkelerde, tam olmasa bile halkın kısmen de olsa ordularını desteklediği görülmektedir.

Post-modern orduya sahip birçok ülkede, ordunun medyayı yönlendirdiği, medyanın da bunun farkında olduğu bilinmektedir.

Post-modern orduya sahip birçok ülke, sivil personel kullanımı arttırmıştır.

Kadınların henüz tam olarak ordu ile bütünleştiği söylenemez.

Eşlerin çalışma hayatında olması nedeniyle, ordudaki rolünün azalması şeklinde değerlendirilmektedir. ???

Ayrıca; zorunlu askerlik; yerine profesyonelliğe geçişin olması nedeni ile, “Vicdani Ret” konusunun önemini kaybettiği görülmektedir.

“Güvenlik ortamındaki bu gelişmeler şüphesiz güvenlik stratejilerinde de büyük değişimlere yol açmaktadır. Gelinen noktada özellikle uluslararası terörizm coğrafi sınırlara göre şekillenen savunmayı öngören stratejik düşünceden; genel veya kıtasal stratejik düşünceye, dönüşümü zorunlu kılmıştır.

Bu dönüşüm, konvansiyonel savaştan asimetrik savaşa geçiş anlamına gelmektedir.”[7]

Bu açıklamalardan sonra; söz konusu kitaptan özetlenmiş bir çizelge ile bu fikri ve görüşleri daha somut bir şekilde ifade etmek mümkündür.

Değişen Faktörler

Modern Dönem
1900 - 1945

Geç Modern Dönem
(Soğuk Savaş)

1945 - 1990

Post Modern
(Soğuk Savaş Sonrası)

1990’dan sonra

Algılanan Tehdit

Düşman İstilası

Nükleer Savaş

Ulus için Tehdit
Etnik Terörizm

Kuvvet Yapısı

Mükellefiyet Yolu İle Teşkil Edilen Ordu

Büyük Profesyonel Ordu

Küçük Profesyonel Ordu

Asıl Görev

Vatanı Savunma

İttifak Destekleme

Barışı Koruma, İnsani Yardım vb.

Etkin Askeri

Profesyonel Görevler

Savaşçı Lider

Yönetici veya Teknisyen

Askeri Diplomat,
Askeri Bilim Adamı

Kamuoyunun
Orduya Yaklaşması

Destekleyici

Kararsız

Umursamaz

Medya İlişkileri

Bütünleşmiş Yapıda

Orta Derecede Önemde

Ana Unsur

Kadının Rolü

Farklı Birliklerde ve Asgari

Kısmi Entegrasyon

Tam Entegrasyon

Post-modern orduya geçiş sürecini yaşayan, güvenlik problemi olmayan veya çok az olan ülkelerin; paradigmaları ile ilgili bazı konulara değindikten sonra ulus-devlet yapımız için vazgeçilmez bir teminat olan güvenlik kuvvetlerimizin (ağırlıklı olarak silahlı kuvvetlerimizin) durumuna değinmek istiyorum. İç bünyemizde terörle mücadele eden, dolayısıyla; demokratik sosyal ve özellikle laik yapımızı koruyan, dış tehdit itibariyle; ülkemizin Güneydoğusunu da için alacak bir Kürt devletinin kurulmasına karşı mücadele veren, Kıbrıs ve Ege’deki menfaatlerimizi savunmak durumunda bulunan silahlı kuvvetlerimiz, yukarıda izaha çalıştığım ölçüde post-modern anlayışa uygun bir yapı içinde olması bugün için düşünülemez. Modern ve milli bir ordu olma özelliğini idame ettirmek mecburiyetinde olan silahlı kuvvetlerimiz yukarıda izah edilen özelliklere sahip ordulardan farklı olması kuşkusuz tehdit algılamalarından kaynaklanmaktadır.

Silahlı Kuvvetlerimizi söz konusu faktörlerin ışığında tahlil edersek şu sonuçları varırız.

Silahlı Kuvvetlerimiz; Ulus Devletini korumak için bazı zorunlu teknik görevler hariç mükellefiyet sistemine devam etmelidir.

Bu sistem Silahlı Kuvvetlere; milletinin bir parçası olma, dolayısıyla Ordu-Millet olma özelliği kazandırır.

Ulusal ve uluslararası değişimden etkilenmekle birlikte silahlı kuvvetlerimizin ulusal niteliği; O’na yurtsever bir özellik kazandırmakta, ordu toplum ilişkileri bu perspektif içinde ele alınmaktadır. Bu yönü ile de paralı veya gönüllü askerlikten ayrılmaktadır. Esasen batı dünyasının silahlı kuvvetlerimiz ile ilgili anlayamadığı husus da budur.

Klasik silahlı gücümüzün yanı sıra, terörle mücadelede ve uluslararası görevlerde etkili bir yapının muhafazası gelecekte de dikkate alınması gereken bir konu olacaktır.

Ordumuz görev tanımı ve temel felsefesi itibarıyla, savaş merkezli olmalı ancak, çok amaçlı uluslararası görevleri de yerine getirecek olan yapıyı içerir bir halde bulunmalıdır. Çünkü; bulunduğumuz coğrafya ve bu bölgedeki tehdit algılamaları böyle bir yapının muhafazasını zorunlu kılmaktadır.

Yüksek maliyetli ileri teknoloji ürünü, silah ve teçhizatın temininde parasal olduğu kadar, idari ve siyasi sorunların da yaşandığı bir gerçektir. Bu nedenle; bir taraftan ileri teknolojiyi transfer etmeye çalışırken (ki çok zor olmaktadır) diğer taraftan, milli imkanlar ile temin etmek esas hedef olmalıdır.

İleri teknolojiyi yerleştirmeden, orduda sayısal bir azalmaya gitmenin çok riskli sonuçları doğuracağı, kuşkusuz yetkililerin bilgisi dâhilindedir.

Batıda güvenlik harcamalarının kamuoyu tarafından çok yönlü sorgulanmasına karşılık, ulusumuzun silahlı kuvvetlerine olan güveninin bir sonucu olarak böyle bir sorgulama ihtiyacı duyulmamakta, mevcut yasaların öngördüğü hudutlar içinde bu sistem en iyi şekilde çalışmaktadır.

İçinde bulunduğumuz çağın koşularına uygun olarak, alınacak her göreve uygun personelin yetiştirilmesi için iyi eğitim veren sivil kuruluşlardan da istifade edilmesi kanaatimce çok önemlidir. Esasen silahlı kuvvetlerimiz bu konuda çok ciddi mesafeler almıştır. Ancak bu konuda alınacak tedbirler olduğunu, sivil ve askeri eğitim kurumlarının yakın işbirliği içinde olması lazım geldiğini düşünüyorum.

Diğer modern ordularda olduğu gibi; kadınlara da ordumuzda yer verilmektedir. Ancak bu konu post-modern, ordularda olduğu gibi abartılı boyutlarda olmamaktadır. Esasen, milli ordu statüsünde olan ordumuz için, bu husus makul bir seviyededir.

Teknik ve özellik arz eden konularda, sivil personelden istifade etmek post modern ordular gibi bizim için de hayati öneme haiz bir konudur. Zaman içinde daha da gelişmesi arzuya şayandır.

Son olarak, bir kez daha vurgulamak istediğim husus; Ordumuzun yönetiminde söz sahibi olacak personelin yetiştirilmesinde makul ve belirli sayıda “Asker-devlet adamı” “asker-bilim adamı, asker-diplomat yetiştirmek” ne kadar önemli ise “Savaşçı lider tipinin yetiştirilmesi de bir o kadar önemlidir.” Bu husus çok hassas bir dönemden geçen ülkemizin bekasında önemli roller üstlenecek ordumuzun savaşçı ruhunun muhafazası açısından fevkalade önemlidir.

Sonuç :

Küreselleşme sonucu yaşanan olaylardan örnek vererek incelememi tamamlamak istiyorum. 1995 yılında bir sonbahar günü Financial Times’ın ön sayfasında bir resim: “Resimde Microsoft Başkanı Bill Gates, Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’le konuşurken görülüyordu.” Anlaşılan o günlerde Çinli’ler, Bill Gates’e Bill Clinton’dan daha fazla ihtiyaçları olduğuna inanıyordu.

Onları kim suçlayabilir ki? Çinliler Windows 3.1’i Çinceye çevirme işinin Tayvanlı bilgisayar dilbilimcileri tarafından (Tayvan usulü Çince karakterler ve bilgisayar kodları kullanılarak) yapılmasına kızmışlardı.

Küreselleşme ile Filipinler’de yaşayan ve Amerika’yı hiç görmemiş bir liseli genç FBI’ın sitesini “hack”leyebilmektedir. Rusya’dan başka bir genç, Londra’daki büyük birkaç bankanın saygın müşterilerinin hesabından para aktarabilmekte veya en basit haliyle, sizler internette Brezilya’daki bir gençle sohbet edip Santranç oynayabilmektesiniz. İlginç olan nokta ise bunları yaparken tek ihtiyacınız olan şey bir bilgisayar ve internet bağlantısıdır.

Dünya barışı ve insanlık âleminin mutluluğu, ancak refahın hakkaniyetli paylaşımı ile sağlanabilir.

Bu kapsamda;

Gelişmiş ülkelerin küreselleşme politikaları; bencil olmayan sosyo-ekonomik metotlarla, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, yerinde çözüm modellerinin uygulanması ile sorunlara büyük oranda çözüm bulunacağı,

Ülkeler arasındaki kalkınmışlık düzeyi farklılıklarının makul seviyelerde olması,

BM ve NATO ve diğer uluslararası ekonomik ve siyasal kuruluşların her alanda eşit iş birliği,

Terör’ün ortak tanımının tüm ülkeler tarafından kabulü ve teröre karşı global (mali, haberleşme, insan kaynağı denetimi) tedbirlerin geliştirmesi ile çözümün kolaylaşacağı değerlendirilmektedir.

Sonuç olarak; 20’nci yüzyılın son çeyreği ile 21’inci yüzyılda dünyada meydana gelen değişimler, statükocu olarak tanımlanan devletlerin sistematiğini alt üst etmiştir. Bu yeni düzen, bölgesel çatışmaları artırmış, toplumları kendi içinde radikalleştirmiştir.

Tüm bu karışıklıklar, zayıf ülkelerin güçlü ülkelere yanaşması veya ittifak kurması ihtiyacını duymalarına neden olurken, kitle imha silahlarına ulaşan yeni devletlerin bölgesel güç olma gayretleri ortaya çıkmıştır.

Yukarıda detaylı olarak anlattığımız nedenlerden dolayı; bölgesel krizler ve etnik çatışmalar, mikro milliyetçilik, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar, kitle imha silahları ve uzun menzilli füzelerin yayılması, köktendincilik, uyuşturucu ve her türlü silah ve insan kaçakçılığı ile göç sorunu ve uluslararası terörizmin daha uzun bir süre devam edeceği değerlendirilmektedir.

Aytaç YALMAN

E. Org.

41 nci Kara Kuvvetleri Komutanı



[1] Tarık OĞUZLU, Küreselleşme Bağlamında Değişen Güvenlik ve Tehditler, (http//www.liberal-dt.org.tr)

[2] Tarık OĞUZLU, Küreselleşme Bağlamında Değişen Güvenlik ve Tehditler, (http//www.liberal-dt.org.tr)

[3] Elif ÇETİN, Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik, (http//www.foreignpolicy.org.tr)

[4] (http//www.rahle.org.tr)

[5] (http//www.tasam.org.tr)

[6] Paul Kenedi, 21’inci Yüzyıla Hazırlanırken, Çev.Fikret ÜÇCAN, Milpa Matb. 1999, Ankara, s.37

[7] (http//www.tasam.org.tr)