10 Ekim 2007 Çarşamba

SEVGİNİN GÜCÜ

D-MARİN TURGUTREİS 2. ULUSLARARASI KLASİK MÜZİK FESTİVAL’İNDE SEVGİNİN GÜCÜNÜ DÜŞÜNÜN !

Bir Ege akşamında, ay ışığının derinliklerinde, Turgutreis’in beyaz tebeşir evlerini, yakamozların lacivert denizdeki çırpınışlarını, Kos ışıklarının yanıp söndüğünü düşlerken havadaki bahar kokusunu hissettim. İşte o zaman, sevginin vazgeçilmez gücünü yakaladığımı gördüm. Martıların özgürce uçuşlarını izledim gökyüzünün koyu mavi gizeminde. Belki de mutluluk budur dedim kendi kendime. Belki de, Bodrum’un çığlıkları arasında yalnızlığın erdemiydi yakaladığım. Çünkü düşünüyor ve üretiyordum. Çünkü, coşkuyla akan bir nehir gibi geçen yaşamın şeffaflığı içinde, mutluluğu, sevgiyi ve aşkı hissediyordum.

Aslında bütün bunları düşünmeme sebep; “D-Marin Turgutreis 2. Uluslararası Klasik Müzik Festivali” nin Sevgi ve Aşk temasının bende bıraktığı duygu yoğunluğu oldu. Bu konseptin çok isabetli bir seçim olduğunu düşündüm. Çünkü yaşadığımız bu talihsiz dönemde, insanların ve toplumların sevgiye çok ihtiyaçları olduğunu ve bunu bir kez daha müziğin evrensel dili ile anlatmanın uygun olacağını hissettim.

Bu nedenle, bu sihirli sözcük üzerine, “SEVGİ” üzerine yoğunlaşalım, niçin sevgiye ihtiyaç duyduğumuzu düşünelim istedim.

Kanaatimce, modern insanın temel problemi, modernizmin ürünü olan yaşam biçimlerinin onları esir almalarıdır. İnsanı maddi anlamda tatmine yönelten bu refah toplumunda acaba insanlar mutlu ve huzurlu mu? Kuşkusuz, sorunun cevabı “HAYIR” olacaktır. Sebebi sevgi dünyalarındaki eksikliktir. Hayatın daha sade ve hatta daha ilkel olduğu yerlerde insanların daha mutlu ve sevgi dolu oldukları açıkça görülmektedir.

Modernizm, insanın sahip olma ve edinme duygusunu geliştirdi, ancak insanca, sevgi dolu yaşamanın ve mutlu olmanın gerçek bir yolu olmadığını da gösterdi bizlere. Çünkü, insan önce kendi varlığının anlamını hissetmeye başlamış, manevi değerlerin ve sevginin insan hayatındaki önemini daha sonra idrak edebilmiştir. Bunun içindir ki, manevi anlamda bunalım içinde olan batı dünyası, doğu kökenli felsefi düşünce sistemini anlamaya ve sevgiyi yeniden keşfetmeye çalışmaktadır. Kendinden bile uzaklaşan modern insan için doğa ile arasındaki olumlu ortamın yeniden kurulması önem kazanmaktadır.

Kuşkusuz, modern dünyanın vazgeçilmez ürünü olan “Bireysellik”, kişiyi toplumdan soyutlanmış bir varlık haline getirmiştir. Esasen “Modernizm”, kültürel sistemin değişmesine, geleneksel değer ve inançların da zedelenmesine yol açmıştır.

“Eğer hayata bakışınızın temelinde insan varsa, sevgiye karşı sevgi ile, güvene karşı güven ile karşılık verirsiniz.” Toplumsal ve bireysel ilişkilerdeki hayal kırıklıklarımızı sevgi ve aşk ile çözümleyebiliriz. Çünkü sevgi ve aşk bizi hayatın özüne yönlendirir.

Sonuç olarak; Teknolojideki gelişme insanın düşünce sistemini geliştirirken sevgi ve aşk yönünü zayıflatmaktadır. Dolayısıyla, sevgisiz ve aşksız insanda, şefkat ve merhamet duyguları da azalmaktadır.

Sevgi ve Aşk, insanın kendini çok iyi hissettiği zamanlarda gelişir. Diğer bir deyişle, kendinizi duygusal anlamda iyi hissetmek istiyorsanız sevgiyi ve aşkı arayın. Sevgi ve Aşk, öncelikle kendimizi tanımamız ve sevmemizle gelişebilir. Çünkü kendimizden esirgediğimizi başkasından bekleyemeyiz. Esasen sevgi, saf ve temiz bir duygudur ve sevmek ve sevilmek, var olmanın en büyük mutluluğudur. Sevgiyi karşılıksız ve sınırsız olarak alıp verebilirseniz, mutluluğu yakalayabilirsiniz.

“D-Marin Turgutreis 2. Uluslararası Klasik Müzik Festivali”nde bu mutluluğu yakalayacağınıza inanıyor, sizleri bu sevgi ortamında buluşmaya davet ediyorum.

AYTAÇ YALMAN

MÜZİĞİN EKONOMİ-POLİTİĞİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Ülkemizde XX.Yüzyılın ilk yarısında başlayan aydınlanmanın iki temel unsurundan biri bilimin ışığı ise, diğeri de sanatın özellikle müziğin duygusal estetiğidir. Bu nedenle genelde sanata, özellikle de müziğe yapılan yatırım aydınlanmamıza yapılan yatırımdır. Bu yönü ile müzik; içinde yaşadığımız kaotik ortamda beklide önemli bir umut kaynağı olacaktır.

Tarihsel bir süreç içinde, müziğin ekonomi-politiği üzerine yapılan incelemelerde, dönemsel olarak çok farklı özellikler taşıdığını öğreniyoruz. Bu çalışmaların özetini müziksever dostlarımla paylaşmak istedim.

Müziğin insanlardaki düşünce yeteneğini geliştirdiği uzun bir zamandır bilinmektedir. Kuşkusuz bu olgu toplumların geleceğinin şekillenmesine önemli katkı sağlamış, hümanizm ideallerinin derinleşmesine imkan vermiştir. Buna rağmen müziğin xx yüzyılda açık pazar haline gelmesinden sonra nasıl bir ekonomik değer üretebileceği üzerinde durulmuş, bu konu zamanın ekonomi kuramcılarının ilgi ve dikkatini çekmiştir.

Adam Smith gibi düşünenlere göre; bir müzikal eser ancak üreticisinin kazancını arttırıyorsa zenginlik yaratabilir. İşte o zaman verimlidir ve ticari olarak bir anlam ifade edebilir. Ancak zamanla, ekonomistler belli bir değer ve kazanç sağlamasa da müziğin önemini anlamışlar. Özgür düşünme bilincinin gelişmesinde özel ve müstesna bir katkı sağladığını, insan topluluklarının estetik duygularının gelişmesine yaptığı katkıyı görmüşler bu nedenle, bu konuda klasik ekonomi yasalarının uygulanamayacağını anlamışlardır.

Marx da sanatın ekonomik alt yapıdan bağımsız olarak gelişebileceğini kabul etmekle beraber konu ile ilgili olarak “Ekonomi Politiğe Giriş” isimli kitabında “Sadece sermaye yaratan işler verimlidir, dolayısıyla ne kadar yararlı olursa olsunlar bütün diğer işler kapitalizasyon açısından verimli değildir,yani verimsizdir. Kendini bir konser vermeye ve bir gelir elde etmeye adayan bir sanatçının sermaye yarattığı düşünülmektedir.”özet olarak ifade etmek gerekirse; liberal ve Marksist ekonomi teorileri; maddi olmayanın egemen olduğu, bilginin maddeyi tamamlayacağı, bir şeyin değerinin fiyat ile belirlenemeyeceği bir dünyanın hesabını yapma hususunda ciddi bir yanılgı içine düşmüşlerdir.

Oysa ki; Avrupa da zaman içinde sınıf bilincinin gelişmesi, farklı sınıfların ortaya çıkması ile popüler müzik için de bir piyasa oluşmuştur. Dolayısı ile; Müzik o zamanın burjuvazisi için çoğu zaman politik bir tehdit aracı olmanın ötesinde aynı zaman da bir kar kaynağı haline gelmiştir.

Müzik; tapınaklardan, zenginlerin evlerinden halkın içine girdiği ölçüde bireyin ve toplumun gelişimine yardımcı olmuştur. Çünkü müzik kendini ve başkalarını aşmaya, normların ve kuralların ötesine geçmeye yöneltir insanları. Onun içindir ki müzik;insanların kendi duygularını kaydettiği özel bir hafıza gibidir. Zamanı gelince bu duyguları ifade etme imkanı bulur. Esasen bu da insanların duygusal anlamda gelişimidir. Aslında yalnız duygusal anlamda değil daha önce ifade ettiğim gibi bilimsel anlamda da insanların gelişimine katkı sağlar.

Bilim adamlarından bazıları müziği seslerin akılcı kullanılması, doğada var olan sesleri şekillendirme, güzel olanın kaosun içinden çıkarılması şeklinde yorumlamışlardır. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde; politik güçler de müziği sınırlamaktan mümkün olan ölçüde sakınmışlar, hatta belli ölçüde halkın gelişimine katkı sağlayan ve halkın ilgisini çeken müziğe finansal destek vermeyi yararlı, hatta gerekli görmüşlerdir. Çünkü Platon’ dan bu yana yöneticiler sağlıklı sosyal bir düzenin müziğe bağlı olabileceğini görmüşler özellikle ilerici bir ruhun, farkında olmaksızın hızla toplumları beslediğini fark etmişlerdir.

Montesguieu; müziğin örf ve adetleri güçlendirmesi itibariyle insanlarda bir iç huzuru yarattığını görmüş, Shakespeare ise, bu konu ile ilgili olarak bir eserinde, farklılıkların dengeli olmasını vurgulamış “Dereceleri yok et, şu lavtanın akordunu boz ki uyuşmazlık başlasın” ifadesi ile farklılık ve hiyerarşi kavramları arasındaki ilişkiyi çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermiştir.

İnsan toplumlarının gelişiminden önce, müziğin değişip,geliştiğini insanlığa yön verdiğini görüyoruz,daha önce de temas ettiğim gibi müzik toplumların geleceğini öngörür batı anlayışında bu konu şöyle formüle edilmiştir. “Dünya görülmez duyulur, okunmaz dinlenir” diğer bir ifade ile müzik, yarınların çelişkilerini, mutluluk ve heyecanlarını duyurmaya çalışır. Diğer taraftan müzik; şiddete, korkuya karşı özgürlük mücadelesinin vazgeçilmez enstrümanıdır.

Marx’a göre müzik gerçeğin aynası,

Nietzche’ye göre ise; hakikati söyleyen sözdür,

Freud müziği, şifresi çözülecek bir metin olarak görmüştür.

Bütün bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, paylaşmayı içine sindirebilmiş toplumlarının gelişmesinde müziğin özel bir yeri vardır. Çünkü müzik dünyadaki kaotik ortam içinde şiddeti kontrol ederek, toplumsal yaşamımızda belli bir denge kurmamızda özel görevler üstlenmiştir. Bilindiği gibi huzurlu, güvenli ve sağlıklı bir toplum yaratılmasında en önemli faktörlerden biri şiddetin ortadan kaldırılmasıdır. işte bu nedenle müzik insanların şiddetle savaşımında önemli bir görev üstlenmiştir.

Bütün bu iyi niyetli değerlendirmelerin ışığında uluslararası ilişkilere baktığımızda, çağdaş olduğu varsayılan dünyanın toplumsal yapısı ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan ruhsal durumu incelendiğinde hem kendi içinde, hem de öteki tabir edilen diğer ülkeler ile ilişkilerinde sevginin yeterince yer bulmadığını görüyoruz.

Bu sosyolojik olguya paralel olarak; serbest piyasa kurallarının geçerli olduğu bu ekonomik anlayış içinde, kuşkusuz hem toplumsal yarar, hem de müzik dahil insan emeği piyasa ekonomisinin çarkları içinde layık olduğu ölçüde nasıl değerlendirilebilir? Tabiidir ki; bütün bunların sonucunda çağdaş insan ve toplum, kendi değerlerine ve dünyaya yabancılaşır. Çünkü insanın estetik değerleri de mal gibi görülmeye başlanmıştır. Bu değerlendirmelere rağmen, müzik yüksek bir yatırım aracı olarak görünmese bile toplumsal yarar göz önünde bulundurularak desteklenmelidir. Nitekim bizim gibi düşünen, bizlere bu hizmeti sunan gerçek sanat sevenleri en kalbi duygularımla alkışlıyorum.

Müziğin ciddi anlamda kar amaçlı bir ticaret aracı olarak değerlendirildiği bir dönemde, bu hizmeti kültürümüze bir katkı vasıtası olarak gören ve bunu sürekli bir politika haline getiren değerli kuruluşlarımızı gönülden kutluyoruz.

Aytaç YALMAN

MOZART’IN RUH DÜNYASINDAKİ SEVGİ VE ÖZGÜRLÜK

İki yüz ellinci doğum yıldönümü münasebetiyle “müzik sanatında ulaşılmazlığın simgesi” olan Mozart ile ilgili yoğun bir sene geçiriyoruz. Bu vesile ile ölümsüz eserlerindeki melodi zenginliğini ruh dünyasındaki derinliği ve doyumsuz güzelliği hissetmeye ve anlamaya çalıştık.

Bu anlamlı etkinliklere ben de O’nun eserlerindeki derin anlamı, özellikle yaşamındaki sevgiyi ve ruhundaki özgürlüğü anlamak ve bunu sizlerle paylaşmak istedim.

Bu gün elimizde ölümsüz eserleri, duygu ve anlam dolu mektupları ile tanımaya çalıştığımız bu müstesna deha için; Wagner “Mozart’ın inanılmaz dehası, onu tüm zamanların, tüm sanatlardaki, tüm büyük ustaların üstüne çıkarmıştır” demişti. Schubert ise; “Mozart’ı yaratan dünya korunmaya değer bir dünyadır. O bize bildiğimizden çok daha güzel bir dünya göstermiştir” demiştir.

Esasen müzik ile ilgisi olan herkes bilir ki; müziğin içindeki sihirli güç, insan ruhunu yüceltir ve yaşamın içinde olumlu bir denge sağlar, yeni umutların doğmasına neden olur. Bu nedenle; insanlara yaşam sevinci verir ve güven duygusu yaratır.

İşte “müzik sanatında ulaşılmazın simgesi olan” Mozart, eserleri ile, hayatı yaşanabilir hale getirdi. Müziğin sihirli gücü ile insanın kendini soyutlayabileceği veya başkası ile bütünleşebileceği bir hayal dünyası yarattı, insanları mutlu etmek için bestelediği, eserleri ile onlara umut, neşe ve iyimserlik duyguları kazandırdı.

Beş yaşında menuet, yedi yaşında konçerto, sekiz yaşında senfoni meydana getiren bu özel insanın eserlerini dinlemek, portre ve resimlerini yaptırtmak için yarıştılar zamanın soyluları. Ondört yaşında papa tarafından büyük ustalara layık görülen “Altın mahmuz” nişanı ve “şövalyelik” beratı ile ödüllendirildi. Ancak otuzaltı yaşını doldurmadan hayata veda ettiğinde bu yüce müzik dehası için ağlayanların sayısı pek de fazla olmadı. Cenazesi fakir cenazeleri için uygulanan biçimde kaldırıldı. Mezarının nerede olduğu ise bilinmemektedir. Söylenenler göre, Mozart’ın tanıdığı sadece altı kişinin katıldığı cenaze duasından sonra bu küçük kafile şiddetli yağmur nedeni ile mezarlığa kadar tabuta eşlik edemeyince cenaze dilenciler için ayrılan bir mezara gömüldü, maalesef yeri bilinmez, resimleri birbirini hiç benzemez, düşüp kırılan alçı maskı bile bulunamamıştır.

RUH DÜNYASININ DERİNLİĞİ VE YAŞAM MÜCADELESİ

Yirmibeş yaşına kadar rahat ve huzur görmeden kentten kente dolaştı, han köşelerinde. Bazen de kar ve yağmur altında atlı arabalarda uzun seyahatler yaptı. Zaman zaman aç kaldı. Esasen çocukluğunun güzelliklerini yaşamadı ama çocuksu neşe ve espri anlayışını hayatı boyunca yaşadı. Krallar ve soylulardan çok övgü aldı, manevi anlamda onur ve şan yönünden problemi olmadı, ancak daima maddi sıkıntı içinde yaşadı. Acılarını her zaman, alçak gönüllü davranışları ve daima güler yüzü ile gizlemeye çalıştı. Aristokratlar ondan sadece kendilerine hizmet etmesini istediler. Ancak özgür bir ruha sahip olan Mozart’ın direnişi karşısında çeşitli zalimliklere başvurdular.

Dostluklardan uzak çevrelerde, uğradığı hayal kırıklıklarını ve çektiği yalnızlık acısına rağmen iyimserliğini yitirmedi ve insanlara olan sevgisini eksiltmedi. Kısaca Mozart kısa süren ömründe mutluluğu, şöhreti, acıyı, sevilmeyi ve nefreti olabildiğince yaşadı. Ancak bütün bunları kişiliğini olgunlaştırmak ve insanlığa güzel eserler sunmak için kullandı. Başka bir deyişle tanrı ve doğa ona müstesna bir duygu ve müzik bilinci armağan etmişti, O’da tüm bu özellikleri yine insanlık yararına kullandı.

Eserlerinde antik çağın polifonisini, borak müziğinin kendine has üslubunu, İtalyan operasının yumuşaklığını, hatta çeşitli dansları, özellikle valsleri bağdaştırabilmiştir. Klasik müziğe 629 anıtsal eser armağan eden Mozart, eserlerinde inişli çıkışlı, sevinçli ve hüzünlü bir yaşamın kararsızlıklarını yansıtır. Onun içindir ki Mozart, tanrısal seslerle ördüğü eserleri; yoğun olarak insan sevgisi, neşe, coşku öğeleri taşımakta, insanları birbirlerine yaklaştıran dostluk ve kardeşlik duygusu kazandırmaktadır. Mozart’ın yaşamı ve müziği üzerine çalışmalar yapan Çek asıllı Amerikalı müzik bilgini Paul Nettl’in dediği gibi; “Mozart insanlığa fırtınalı ruhları sakinleştiren, acıları gideren, monoton ve melankoli dolu zamanı güzelleştiren, insanlara sevinç veren, onlara güzel duygular aşılayarak müziğe hizmet etmiştir.”

Dokuz yaşında İncilin kırkaltı sayılı ilahisinden ilk koral parçasını yazan Mozart’ın esas özelliği, bestelerini kâğıda dökmeden düşünce dünyasında çözümlemiş olmasıydı. Müziğin notaya geçirilmesi onun için yalnızca mekanik bir işti. Mozart’ın bir diğer özelliğini de ifade etmeden geçemeyeceğim. Henüz ondört yaşındayken Allegri’nin Misarere adındaki eserini Sistine Kilisesinde bir kez dinlemiş ve tüm notalarını deşifre etmiş olmasıdır.

YAŞATIĞI DÖNEMİN KÜLTÜREL YAPISININ MOZART’IN RUHUNDA YARATTIĞI FIRTINALAR VE DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ

Mozart’ın babası 1780 yılında oğluna “her kulağı gıdıklayan ve adına popüler denen müziği unutma” öğüdünü verdiği sıralarda Avrupa’da kökten devrim bir süreç yaşanmaktaydı. Bu dönemde burjuvalar, devleti ve toplumu kendi ideallerine göre şekillendirmeyi amaçlıyordu. Ortaçağın hiyerarşik yapılı toplumlarında birbirinden tümüyle kopuk yaşayan sınıfların, burjuvaların, köylülerin ve soyluların yaşam biçimleri ve gelenek – görenekleri, devletin çatısı altında doğrudan doğruya birbirleri ile ilişki içinde bulunmaktaydı. Burjuvazinin hayata geçirdiği, sermayeye dayalı yeni toplum biçiminde eskinin ve yeninin birleşmesinden bir kültür amalgamı oluşmakta ve bu oluşum kendi gelişim yollarını kendisi açmaktaydı.

Mozart’ın yaşadığı dönemde sosyal sınıfların farklı müzik algılamaları ve hiyerarşisi, enstrümanlarda dahi farklılaşma yaratmıştı.

Müzik yapmanın toplumsal açıdan açık bir şekilde sınıflandırılması ve belirli vesilelerle geleneklere bağlı olarak nerdeyse değişmez bir repertuarla uygulanması herkes için geçerli bir müziği olanaksızlaştırıyordu. Sosyal sınıfların yaşam biçimleri ne kadar farklıysa, müzikleri de o kadar farklıydı. Her sosyal grup kendi müzik evrimini kendi yaratırdı. Örneğin her sosyal sınıfın dinlediği şarkılar da farklı olurdu. Esasen bu sosyal gruplar kiliseyi kutsama töreni veya bayram gibi zorunlu nedenler dışında bir araya gelmezlerdi. Bazen de saraylarda soylular malikânelerinde “basit eğlenme” biçimi denilen ve Almanya’da saraylardaki balolarda “vur patlasın çal oynasın” adı verilen balolarda halkı taklit eden müzikle eğlenilirdi.

Yukarıda ifade ettiğim gibi; sosyal sınıflar ile o sınıfların zevkleri de net bir biçimde ayrılmıştı. Ancak burada çözümlenmesi gereken sorun; ulus olarak tanımlanan bir toplumda çok çabuk gelişen karşılıklı bağımlılığın oluşması ve bu gerçeğe dayanarak yaşamın hangi kültürel, duygusal, moral ve etik temel üzerinde oturtulacağı hususu idi.

Barok döneminde çok yaygın olan ve 1700’lü yılların ilk yarısında geçerli olan alışkanlıklara göre; müzisyenlerin toplumdaki konumları hizmetkârlar ile aynı düzeyde idi. Bilindiği gibi Mozart Salzburg başpiskoposunun sarayında çalışıyordu. Ancak başpiskoposun asistanı ile kavga edince saraydan ayrılmak mecburiyetinde kalmıştı. İşte bu dönemde babasına yazdığı bir mektupta “masanın en başında iki uşak oturuyor fakat ben en azından aşçılardan daha yüksekte oturuyorum” diyordu.

ÖZGÜR RUHLU MOZART

Bir saray müzisyeninin oğlu olarak aristokratlar ve saraylılar çevresinde dünyaya gelen Mozart, içinde yaşadığı feodal düzene karşı gerçekte nefret ediyordu. Feodal düzene karşı içinde duyduğu çalkantılar müziğine de yansımıştır. Bu nedenle, O “ müziğin Voltaire’i” olarak anılmıştır ve Onsekizinci yüzyılın zarif eleştirici zekâsı olarak kabul edilmiştir.

Onsekizinci yüzyılda kelimenin tam anlamıyla büyük ve derin düşünürleri olan müzisyenlerin uşak giysisi ve statüsü içinde soyluların bir hizmetkârı olarak çalıştırılmaları Mozart’ı derinden yaralamıştı. Bu nedenle; Salzburg Başpiskoposu Kont Colleredo’nun hizmetinden çekilmesi, “sanat tarihinin başarısızlık bildirisi” olarak yorumlanır. Kutsal Roma İmparatorluğunun güçlü prenslerinde biri olan Başpiskoposa göre müzik hala feodal idi, müzisyen ise üniformalı bir uşak ya da masa hizmetçisi düzeyinde birisi idi. Buna karşılık Mozart, kendini bir sanatçı, bir düşünür, insan haklarına sahip bir beşeri varlık olarak görmekteydi.

Özgürlüğüne düşkün Mozart, hizmetinden ayrılmak kararını bildirmek için Kont Colleredo’nun yanına gittiğinde ondan beklemediği bir hakaretle karşılaşmış, babasına yazdığı mektupta çok üzüldüğü bu olayla ilgili olarak şöyle demiştir: “ artık Salzburg sarayının hizmetinde değilim ve hayatımın en mutlu günümü yaşıyorum. İnsanları onurlu ve soylu yapan kalbidir. Kont değilsem de içimde bir sürü konttan daha çok soyluluk var.”

Ünlü “Figaronun düğünü” adlı oyunu bestelemesi için kapısını çaldıkları zaman sıcak bir ilgi göstermesinde ve bu büyük opera anıtını bestelerken, coşkun bir ilhama kapılmasında eserin konusunun etkisi vardır. Çünkü “Figaronun düğünü” o çağ için devrimci bir eserdir. Louis XVI’e soyluluğun çöküşünü haber vermiştir. Başkahramanı Figaro soylu değil bir soylunun hizmetçisidir. Daha önce oyunu Fransa Kralı XVI. Louis gibi yasaklayan II. Joseph operasına ses çıkarmamıştır; kuşkusuz, eserin bestecisi Mozart olduğu için.

MOZART’IN RUH DÜNYASININ ESERLERİNE YANSIMASI

Ölümünden önceki son beş yıl içinde Mozart’ın hummalı bir biçimde birbirinden ünlü şaheserlerini peş peşe yarattığı görülür. Sanki ömrünün uzun olmayacağını fark etmiş gibisine yoğun bir şekilde çalışır. “Figaronun düğünü”, “Don Giovanni”,Cosi Fom Tutte”, ve “Sihirli Flüt” operalarını, “Prag” ve “Jüpiter” gibi büyük senfonilerini, son piyano konçertolarını ve nihayet yaşamının en dokunaklı ve en anlamlı eseri olan “Reguiem”i bu dönemde bestelemiştir.

Mozart’ın ruh dünyasında çok özel bir yer işgal eden sevgi hoşgörü ve özgürlük kavramlarını eserlerinde görebiliyoruz. Dünyada opera klasikleri arasında yer alan Figoranın Düğünü (güldürü operası) Mozart’ın yaşadığı dönemin yaşamını eleştiren ve bestecinin özgürlük duygularını en anlamlı bir şekilde ifade eden bir eserdir.

Eser, onsekizinci yüzyılda İspanyanın Sevil kenti civarındaki Kont Almaviva’nın şatosunda geçer. Eser, sevil berberi operasının devamıdır. Eserde, uşak Figaronun nişanlısı Susanna’yı Kont’tan ve diğer erkeklerden korumak için uğraşması dört perdelik bu operada canlandırılır.

Saraydan kız kaçırma operası; ise Mozart’ın sevgi ve hoşgörü dünyasına güzel bir örnek oluşturur. 1782 yıllarında Viyana’da sahnelenen bu eserde Türk tarzı vurmalı çalgıların – timpani, ziller ve büyük davul yer almıştır.

Bilindiği gibi eser, Selim Paşa’nın sarayında geçer. İspanyol soylusu Belmonde’nin korsanlar tarafından kaçırılan ve satılan sevgilisi Konstante’nin gelişen olaylardan sonra Selim Paşa tarafından soylu bir davranışla bağışlaması ve özgürlüklerinin vermesi, bu eserde hem sevgi, hem de özgürlük temalarının işlenmesine güzel bir örnek teşkil etmektedir.

Don Giovanni operası ise Don Juan’ın çapkınlıklarını konu alan iki perdelik bir operadır. Eser yine İspanya’da Sevil’de geçer. Son sahnede Zorlina yaralı nişanlısı Masetto’nun elini kalbine götürerek (nasıl çarptığını duyuyor musun diyerek) söylediği arya da sevgiye ve erdemli olmaya güzel bir örnektir.

Cosi Fan Tutte Operası; kadınların sadakatini konu alan söz konusu operasında iki genç subayın sevgililerinden emin olmalarına karşın, yaşlı dostlarıyla iddiaya girmeleri ile gelişen konu mutlu bir şekilde son bulur. Burada sevgi ve sadakat konuları eğlenceli bir üslup içinde takdim edilir.

Sihirli Flüt Operası; ölmeden birkaç ay önce sahnelenen eser Mozart’ın en önemli eserlerindendir. Konusu Mısır’da Firavunlar çağında geçer. Ancak o günlerin Viyana’sındaki önemli kişileri simgeleyen bu iki perdelik opera bir doğu masalından alınmıştır. Opera ünlü şair Goeth’yi bile etkilemiştir. Operanın sonunda birbirini seven iki gencin zorlu sınavları aşması ve tanrılar tarafından güzellik ve akılla ödüllendirilmeleri yine Mozart’ın ruhundaki sevginin yüceliğine anlamlı bir örnek teşkil etmektedir.

Reguiem; Latince huzur kelimesinden türeyen Reguiem, Katolik kilisesinin ölüm duasıdır. Reguiem Mozart’ın son eseridir. Ancak müzikolog Frederich Blume bu eseri Huzursuzluk Reguiem’i olarak tanımlamıştır. 1791 yılında Mozart “sihirli flüt” operası üzerinde çalışırken temmuz ayında bir gün koyu gri elbiseli genç bir adam Mozart’ın evine gelir ve ondan bir Reguiem (ölüler duası veya ölüm ilahisi) bestelemesini ister. Karşılığında dolgun bir ücret teklif eder. (İsmini belirtmeyen siparişçi bu eseri kendi bestelemiş gibi o yılın şubat ayında ölen eşi için seslendirilmesini düşünen Kont Franz Vun Walsgg’dir.) Mozart Sihirli Flüt’ü tamamladıktan sonra Reguiem üzerinde yoğun bir şekilde çalışır. Ancak tamamlayamayacağını anlayınca öğrencisi Süssmayer’e eseri nasıl tamamlamayı tasarladığını açıklar ve artık onunla birlikte çalışmaya başlar. 1791 yılının 4 Aralık günü gece yarısından sonra öldüğünde Reguiem’in “Lacrimosa” bölümünün dokuzuncu mezüründe kalmıştır.

Mozart; kendisinden sonra izlenmesi gereken standartları belirlemiş, üstün ve dahi bir müzik insanıydı. Müziği Barok geleneğinden sıyırarak yeni bir anlayışla, insanın gerçek mücadele dünyasını yansıtan bir araç olarak gelişmesini sağlamıştır. Kuşkusuz bu gelişimde Fransız Devrimi’nin de etkisi olmuştur.

Mozart; ölümü, daima “yaşamın son amacı” , “insanın en yakın arkadaşı” olarak yorumlardı. Esasen yaşamı boyunca hep ölümü düşündü, fakat eserleri ile bizlere ölümsüzlüğün ne olduğunu gösterdi.

Doğanın kendisine armağan ettiği üstün yeteneğini yine insanlığın hizmetinde kullandı. Mozart insan sevgisi ile dolu eserleri ile ölümsüzlüğe ulaştı. Çünkü onun müziği her kuşakta parıldayan bir mücevher gibi tüm evrende tınlamaya devam etmektedir.

AYTAÇ YALMAN

KLASİK MÜZİK NASIL DİNLENMELİ

Bilindiği gibi, müziğin yüzlerce tarifi yapılmıştır. Ancak ben bugün sizlerle kısa bir tanımlamadan hareketle, daha önce fazla temas edilmemiş bir konuyu (müziğin dinlenmesi) gibi oldukça soyut bir kavramı tartışmak, bu konuda amatör bir dinleyicinin gözü ile bilgi ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bir ifadeye göre müzik; “sesle düşünmektir” o zaman bu düşüncenin metotlarını, genişlik ve derinliğini belirlemek ihtiyacında olduğumuzu kuşkusuz sizler de kabul edeceksiniz. Bu yazım ile söz konusu sorunun cevabını bulmaya çalışacağız.

Müzik yalnız belirli mekanlarda, konser veya başka bir sahne sanatı dinleme veya izlemenin dışında, bulunulan her ortamda, doğada var olan güzellikleri hissetme ve görme ile ilgilidir. Diğer bir ifade ile; müzik aracı ile hayatı derinliğine hissedebilir, ruhumuzun sükun bulması ile duygusal bir deşarj yaşayabiliriz.

Klasik müzik, tarih boyunca bir çok nesil için zevk, neşe, ilham ve teselli kaynağı olmuştur. Anılan müzik bir eğlence aracı olarak hizmet verdiği kadar, hatta daha ciddi anlamda insan deneyimlerinin ve duygularının zihinsel ve fikri gelişimine yardımcı olmuş ve bunlara ışık tutmuştur.

MÜZİK DİNLEMEDEN ÖNCE YAPILAN HAZIRLIK SAĞLIKLI BİR DİNLEME İÇİN GEREKLİDİR

Müzik yaratıldığı ve dinlendiği ortam ile yakinen ilgilidir. Bu yönüyle müzik için; ÇAĞIN DÜNYA GÖRÜŞÜDÜR diyebiliriz.

Seslerle düşünme sanatı olduğunu ifade ettiğimiz klasik müziği derinliğine ve genişliğine kavrayabilmek, daha açık bir ifade ile, anlayabilmek veya müziğin seslerle düşünebilme yöntemlerini bulabilmek için, dinletiden önce kapsamlı bir hazırlık yapılmasında sonsuz fayda vardır.

Öncelikle fikri, ruhi ve bedensel anlamda müzik dinlemeye hazır olmalıyız zihni ve bedeni yorgunluk içinde müziğe konsantre olmak onun derinliklerine inmek son derece zordur .Bu yönüyle müziği dinlemeye hazır olmak, dinlemenin bence yarısıdır.

Bir dinletiye gitmeden önce o programda çalınacak eserler ve besteciler hakkında bilgi sahibi olunmasında, eserin anlamlı bir şekilde dinlenmesi açısından fayda vardır.

Dinlenen müziğin bestecisinin söz konusu eseri ne amaçla ve nasıl bir ruh hali içinde yazdığının bilinmesinin ayrı bir güzelliği vardır.Bu bilgiler ile dinlenen bir eserin kaç bölüm olduğunu her bir bölümün neyi amaçladığını bilmenin eserin derinliklerine inmek acısından bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Bu husus sanatçı ile dinleyici arasındaki iletişim acısından da fevkalade önemlidir.

Müziği anlamak ve değerini kavrayabilmek için, konunun uzmanları tarafından müzik parçalarının tekrar tekrar dinlenmesi tavsiye edilir. (Ben de bu fikre bütün kalbimle iştirak ediyorum.)

Konu ile profesyonel anlamda ilgilenenler için (Joseph Kemren, Gary Tomlinson’un LİSTEN kitabını) tavsiye ederim bu dokümandaki dinleme cetvelleri ilgi duyanlara kapsamlı bilgi verecektir.

Ayrıca müzik kavramları ve terimleri hakkında bilgi sahibi olmak, müzikte duyduklarımızı daha iyi anlamamızı sağlayarak bizlere yardımcı olur. Konu hakkında analiz ve sentez yapabilmek, doğru ve uygun terimler kullanabilmek için bu bir zorunluluktur.

BİR DİNLEME YÖNTEMİ

İçinde bulunduğumuz çağın en önemli özelliklerinden biri de güncel konuları müzik ile ifade etme anlayışıdır.

Müzik, kuşkusuz, bestecinin duygularını, ruh durumunu anlatmaya çalışır dinlerken bu duyguyu kavrayabildiğimiz ölçüde eserle bütünleşebiliriz.

Cemal Reşit Rey bir olayı, bir mekanı, müzik ile resmetmeye çalışmış, bu konuda da çok başarılı örnekler vermiştir Beethoven Eroika senfonisini Napolyon için yazmıştır.Bu nedenle müziği dinlerken anılan olay, şahıs ve mekanları müzikle birlikte yaşarız.

Hayden ve Beethoven zamanında müziğin belirli bir konu ile ilişkilendirildiğini biliyoruz. Ancak günümüzde ise bu anlayış büyük ölçüde terk edilmiş insanlar müzikte belli bir yorum ve konu aramaksızın dinlemeye, dinledikten sonra belli bir senteze ulaşmaya başlamışlardır.

Bu konuda farklı bir yorum getiren Nietzcche “Müzik bir şeyi açıklamaz ne imgeleri, ne belli bir duyguyu, ne de fikirleri açıklayabilir. Bir başka sanatın yardımcısı, hizmetkarı da değildir.Sadece kendi dünyası içinde kendi gücüyle dolaşır. O gene de bir şeyi yankılamalı ama neyi? Metafizik gerçeği, evrenin duygular üstü özünü işte buradan yola çıkarak müzikçi bu gerçeği algılamış, bu sonsuzluğa akan özü görmüş olmalıdır.(NIETZCCHE’NİN MÜZİK ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİNİN PIERRE LASSERRE)

Müzikte sesler, hem aklımıza, hem de ruhumuza yönelir ve bu husus dinleyenlerde bir duygu yoğunluğu yaratır.Müziğin matematik ile olan ilişkisi nedeni ile akla, tabii ki estetik değerleri itibariyle de ruha hitap eder.Önemli olan müziği, içinde duyabilmek ve hissedebilmektir.

Bir eseri dinleyenlerin beklentileri ve hissettikleri söz konusu eserlerle bazen uyuşur bazen de çelişir. Kimileri Alman bestecilerinin müziğinden hoşlanırken bazıları İtalyan ve İspanyol müziğinden hoşlanabilirler. Çünkü müzikte güzellik ve çirkinlik gibi göreceli kavramların bireylere göre çok değişik sonuçlar doğurduğunu gördüm. Dinleme konusundaki bir başka tespitimi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Hayatın güzelliklerini terennüm eden eserlerin yanı sıra, karamsarlığı telkin eden eserlerin aslında dinlenen müzikten ziyade dinleyenlerin karakter ve ruh halleri ile yakinen ilgili olduğunu müşahede ettim.

Bir eseri dinlerken, özellikle izledikten sonra karmaşık duygular yerine huzurlu bir dünya yaratan, hayata pozitif duygularla bakmamızı sağlayan duygusal bir deşarj mümkün olabilmiş ise arzu edilen sonuç istihsal edilmiş demektir.Ancak dinleyenlerde değişik tasavvur ve tahayyül farklılıkları olabileceğini kabul etmek mecburiyetindeyiz. Çoğu zaman müzikle birlikte en rafine edilmiş hüznü, korkuyu, mutluluğu birbiri içinde yaşarız. Bu biraz önce ifade ettiğim tahayyül gücüyle yakinen alakalı bir husustur.

Dünyanın yaratılışını tasvir eden bir müzik eseri bazıları için tanrısal bir gücü izah ederken, bazıları için yalnız bir fizik olayıdır.

Daha öncede ifade ettiğim gibi; bazı eserler dinleyicileri temaları itibarıyla yönlendirir. Beethoven’in Eroika’sındaki kahramanlık teması ile pastoral senfonideki doğa duygularının yaşatılması dinleyenleri etkiler.Kuşkusuz müziğin bizlerde bıraktığı görsel tahayyül ne denli güçlü, verdiği duygu ne denli yoğun ise müzikalitesi o kadar güçlü ve anlamlı olur. Eserin bitiminde her dinleyicide değişik duygular, farklı tahayyüller farklı zenginlik ve derinlikler oluşur bazen dinleyicilerin kendi ruh dünyalarından kattıkları değerler ile şiirsel yada duygusal öğeler ön plana çıkar.Şüphe yok ki derin bilgi ve deneyim sahibi olanlar bir müzik parçasındaki ana temayı veya temaları, ona bağlı olan müziğin genişlik ve derinliğindeki vüsati ve kompozisyonun bütünündeki sağlamlığı anlarlar.

Bu arada ihmal edilmemesi gereken bir husus da; dinleyicinin duygusallığı ve müzikal heyecanı ile sanatçının müzik heyecanı arasındaki yakınlaşma ne kadar mümkün olabiliyorsa ulaşılabilecek sonuç o denli güzel ve mükemmeldir.

Sanatçının performansı, enerjisi, heves ve arzusu dinleyicilere intikal eder tabiidir ki dinleyicilerin konsantrasyonu, dinleme konusundaki ilgi ve istekleri de sanatçıyı etkiler.Görüldüğü gibi müzik insanlar arasında mükemmel bir iletişim şeklidir. Dinleyici ile müzisyen arasında oluşan manevi bağ bu iletişimin en heyecan verici olanıdır.

Dinlenen eserin hangi amaçla neyi ifade etmek istediği önceden bilerek dinlemenin insana verdiği zevki, insanda çağrıştırdığı duyguların yarattığı yoğunluktan bahsetmiştim.Bu konu ile ilgili görüş ve düşüncelerimi konuya farklı bir boyut ve düşünce kazandıran İgor Stravinski’nin “Klasik müzik dinlemede yeni bir yol” isimli seri konferanslarından bir bölümü naklederek bitirmek istiyorum. Müzik aslında bir şey ifade etmeyecek kadar soyuttur. O’nun yaptığı; beyni yalnızca duygusal bir şey olmuş gibi kandırmaktır bunun da pek ilginç yönü yoktur. Çünkü beyni kandırmak için basit bir görsel illüzyona bakmak yeterlidir. Eğer müzik bize bildiğimiz bir yeri hatırlatacak olursa nostaljik bir ruh haline girebiliriz yada eğer aklımıza mutlu anılarımız gelirse gülümseriz. Ancak bu duygular müziğin kendisinden kaynaklanmaz. Müzik bize bu duyguları anımsatan olayı çağrıştırır, bizde bunları anımsayarak bir şeyler hissederiz’’

SONUÇ

Müzik bütün güzel sanatlar içerisinde müstesna etkileme gücüyle dinleyenlerde yarattığı duygusal yoğunluk içinde bizleri günlük yaşamın dışına çıkararak, yeniden güç kazanma ve kazanılan bu yüce değerleri paylaşma imkanı ve güzelliği verir.

Müzik, insan ruhiyatındaki etkisi itibarıyla ahlaki yönden de insanı etkiler, yozlaşmış toplum yapısını yeniden düzenlemede önemli bir rol oynar. Geleneklerimizin devamında önemli bir vasıta olma özelliği taşır

Müzik sonuç itibarıyla; bizlerde oluşan ruhsal tortu ve birikimi güçlendirir genişletir ve duygularımızı yüceltir. Kuşkusuz dinleyenlerin müzik bilgisi ve derinliği sonuçta alınan zevk ile yakinen ilişkilidir.

Müziği dinlerken, müziğin diğer kültürleri anlamada bir araç olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır

Uzun bir zaman dilimi içerisinde müzik dinleyen kimselerde geniş bir kültürel bakış açısı gelişir, iyimser bir dünya görüşü oluşur.Daha açık bir ifade ile dinleyenlerde duygusal bir zevkin yanı sıra entelektüel düşünce de gelişmiş olur.

Müzik dinleyen insanların kanaatimce bilmek durumunda oldukları bir diğer husus da müziğin bir ideoloji aracı olarak çok özel bir güce sahip olduğu gerçeğidir.Bu nedenle bu güçlere karşı korunmak için müziği yalnız dinlemek yetmez okumakta gerekmektedir.

Çünkü müzik sadece dinlenmesinden zevk alınabilecek bir araç olmanın ötesinde bir kültürdür.Kendine has dili olan bir kültürdür.

Siz hiç içinde müziği barındırmayan bir kültür biliyor musunuz? Bu nedenle dinleyici olarak bizler müzikle düşünmeyi öğrendiğimiz ölçüde kendi değerlerimizi ve dünya değerlerini anlamış oluruz.

Klasik müzik aynı zamanda genç ve yaşlı kuşaklar arasında duygusal ve entelektüel bir köprü görevi görmektedir.

Müzik dışında sanatın birçok çeşidinde örneğin resimde, diğer sahne gösterilerinde somut bir objeyi hareketi görerek değerlendirmemiz mümkünken müzik gibi dinlemeye dayalı bir sanat türünde hissedebilmek diğerlerine göre daha zordur. Özellikle farklı bir kültürün müziğini öğrenebilmemiz için belli bir zamana ihtiyaç vardır.

Aytaç YALMAN

KLASİK BATI MÜZİĞİNDE BİREYSEL GELİŞİM, ULUSAL MÜZİK ANLAYIŞI VE EVRENSELLEŞME

1. GİRİŞ :

Çeşitli gazete ve dergilerde yazıldığı üzere, 45 yıldır amatör bir anlayışla klasik batı müziğiyle ilgilendiğim, birçok müzikseverin malumudur.

Emekli olduktan sonra, müzik ile ilgili kitapları daha detaylı okuma ve inceleme imkanı buldum. Bu meyanda okurken aldığım notları derleyerek konu ile ilgileneceğini ümit ettiğim müzik dostlarının bilgi ve istifadesine sunmak, onlarla bu bilgileri paylaşmak ihtiyacı hissettim.

Ancak; makaleyi yazarken konunun uzmanlarının yanında haddini aşan bir amatör olarak yazmamın uygun olup olmayacağını da çok düşündüm.

Amatör de olsa 45 yılını müzik ile yaşamış ve gönül vermiş bir dinleyici penceresinden (müzikte bireysel gelişim, ulusal müzik anlayışı ve evrensel müzik) konuların nasıl görüldüğünü yazmaya karar verdim.

Yararlı olması temennisi ile, bilgi ve duygularımı sizlerle paylaşmak istedim.

İnsanların, toplumların, daha açık bir ifade ile ulusların tarih sahnesinde var olmalarının kuşkusuz temel şartı; dil birliği, ulusal bilinç ve kültürdür. Müzik, kültür birliğinin temel unsurudur, amal-gamıdır. İnsan ruhunu direkt etkilemesi itibarıyla müzik her şeyin özü ve öncüsüdür. Ondaki yozlaşma bütün toplumsal yaşamı etkiler.

İnsanlık tarihinde bütün kültürel hareketler, bireyler ve onların ortak çabası ile gelişmiştir. Toplumsal faaliyetler derinliğine analiz edildiğinde, demokrasi ile çok sesli müzik arasında anlamlı bir ilişki kurmamız mümkündür. Çünkü çok sesli müzik ile düşünceye dinamizm kazandırılmıştır. Çok sesli müziğin geniş halk kitleleri arasında benimsenmesi ancak insan haklarına saygı ile mümkün olabilmiştir.

Her alanda olduğu gibi, dünya müzik tarihine de iki eğilim egemendir. Bir taraftan geleneksel, mevcut değerleri savunan düşünce; diğer taraftan yeni kurallar ve normlar getiren yenilikçi düşünce. Bu iki düşünce de kuşkusuz geçerlidir. Çünkü bu bir süreci ifade eder ve biri diğerinin varlık nedenidir.

Türkiye’nin cumhuriyet öncesinden başlayan çok sesli müzik arayışları, içinde bulunulan zaman ve şartlara göre, farklı bir yapı göstermiştir. Bugün özgür akla ve bilimsel bilgiye sahip ve saygılı olanlar, ihtiyaç duyulan bireysel şuur ve ulusal düşünceye ve nihayet evrimsel değerlere sahip sanatçı, yorumcu olabilmektedir.

Bir müzik yeteneğinin şekillenmesinde bireysel bilinç kuşkusuz çok önemlidir. Bireyselleşme, bilinçlenme ile oluşur. Bilinçlenme ise; insan aklının ve insan olma onurunun vicdanlarda gelişmesi, yücelmesi ve özgürleşmesidir.

ATATÜRK çok sesli müziğin bir topluma nasıl dinamizm getirebileceğini, Balkan Savaşındaki yenilgiyi, operanın olmayışına indirgeyecek ölçüde biliyor, bu yüzden de müzik devrimini, yaptığı bütün devrimlerin özü sayıyordu. (Bu konunun detaylarını müteakip bölümlerde açıklıyorum.)

2. ULUSAL MÜZİĞİMİZİN SAĞLAM BİR ZEMİNDE GELİŞMESİ

1945 yılında Almanya teslim olduktan sonra bir Amerikalı generalin “Bütün kentleriniz yerle bir oldu, şimdi ne yapacaksınız?” tarzı sorusuna Adenavor “Goethe ve Beethoven ile ayakta kalacağız” yanıtını vermişti.

Kuşkusuz ulusları yaratan, geliştiren alnında ilk önce ışığı gören ve halkına önderlik eden, sanatçılardır. Kendi tarihimizi özellikle yakın geçmişimizi bu açıdan sorgulamak mecburiyetinde olduğumuzu herkes kabul edecektir.

Ünlü Finli besteci Jean Sibelius gelenekçi bir uslup içinde çalışmalarını sürdürmüş ancak Rus işgali altındaki Finlandiya’nın bağımsızlık savaşında başta “Finlandiya” isimli senfonik şiiri olmak üzere vatanseverlik duygularını coşturan birçok eseri ile anlamlı katkı ve hizmetlerde bulunmuştur. Finlilerin “Sibelius”u sevdiği, onunla gurur duyduğu gibi bizim de müziğimize özel ve anlamlı değerler kazandıran ve “Türk Beşlileri” olarak anılan insanlarımıza sahip çıkmamız, onların eserlerini ulusumuza tanıtmamız ve sevdirmemiz hayatî önemde bir konudur. Bu konuda çok ciddi çalışmalar yapan yorumcularımızı sevgi ve takdir duygularımla anmak istiyorum. (Tarafımdan bilinen bu değerli yorumcularımızı bir ayırım yapmamak için ismen yazmıyorum.)

Rusya’nın, Napolyon’a karşı verdiği savaşlar, Rusya’da yurtseverliğin doğmasına, ulusal bilincin gelişmesine ve buna bağlı olarak hem edebiyat, hem de müzikte dev yazar ve kompozitörlerin yetişmesine neden olmuştur.

Diğer taraftan, Napolyon’a savaşlarda yenik düşen Avrupalı ulusların benliklerinde uyanan toplumsal bilincin etkisiyle, her besteci kendi ulusunun müzikal duygu ve anlayışını ifade eden eserler yaratmışlardır.

Smetana, Chopin Grieg gibi bu konuda örnek gösterilebilecek birçok besteci vardır. Özellikle Şostokoviç 1941’de Nazilerin Leningrad’ı kuşattıkları sırada bestelediği 7nci senfoniyle yurtseverliğin sembolü olmuş ve halkına moral vermiştir.

Muhakkak ki, bu besteciler, kendi halk türkülerinden ve danslarından yola çıkarak ulusal coşku ve toplumsal duyguların coştuğu dönemlerde, bugün büyük bir beğeni ile dinlediğimiz eserleri yazmışlardır.

Bugün içinde bulunduğumuz şartlar tahlil edilirse ulusal değerlerden ve folklorik zenginliklerimizden yola çıkarak, ulusal duruşumuzu ve güzelliklerimizi evrensel bir çerçeveye oturtmamızın mümkün olabileceğini söyleyebiliriz. Bu değerleri gönlünde hisseden ve bunları küresel anlamda değerlendiren birçok sanatçımız ve yorumcumuz var. Onları içtenlikle kutluyorum. Ancak bu çalışmaların yeterli olmadığını daha derin daha önemli çalışmalar ile çağdaş dünyanın aranan ve vazgeçilmez bir üyesi olabileceğimize olan inancımı özellikle belirtmek istiyorum.

Yöresel ve bölgesel nitelik ve değerler ile başlayan çok sesli müzik çalışmaları, başka ülkelerde , istek ve arzu ile dinlenebiliyor ise, o eser kendi folklorik anlatımının üstünde bir renk kazanmıştır. Daha açık bir ifade ile evrenselleşebiliyor demektir.

Bugün klasik batı müziği olarak dinlediğimiz müzik modlarının, ilk çağdan itibaren başta Anadolu olmak üzere, Mezopotamya’da yaşayan halklardan kaynaklandığını birçok bilimsel eserden öğreniyoruz.

Atatürk; müzik devrimini, bir ulusun değişiminin temeli kabul ederdi. Atatürk 1934 yılında “Bir ulusun değişim ölçüsü, musikî değişikliğine, Türk ulusal musikîsini geliştirip evrensel müzikteki yerini alması ile mümkündür.” demekle bu konuda da anlamlı bir hedef göstermiştir.

Dünyanın birçok ülkesindeki önemli besteciler, kendi ulusunun halk şarkılarını alıp çok sesli olarak seslendirmiş ve kendi özüne uygun bir değer yaratmıştır. Ancak Anadolu’daki ulusal deyiş ve söyleyişlerin yeterince toplanıp değerlendirilmediğini konunun uzmanlarından öğreniyoruz.

Gerçekten bin yıl önce geldiğimiz Anadolu’nun kültürüne gerçek anlamda sahip çıktığımızı, bu topraklarda bizden önce yaşayan medeniyetlerin kültür değerlerini yeterince özümsediğimizi söylemek mümkün değildir.

Bu nedenle, güzel yurdumuzun dört bir köşesindeki çok zengin kültür değerlerini, evrensel normlarda birbirine bağlayarak ulusal bir ruh yaratmamızın mümkün olabileceğini düşünüyorum.

Oysaki; halkımız tüm yaşamını, türkü şarkı ve danslarına yansıtmıştır. Ulvi Cemal Erkin’in Köçekçe’si folklorumuzun son derece canlı ve evrensel olmuş bir eseridir. Bartok ve Ravel de kendi folklorik değerlerini evrensel müziğe bu yolla kazandırmışlardır.

3. ULUSAL MÜZİĞİN EVRENSEL NORMLARLA YORUMU

Ortaçağ sonlarına doğru İtalya’da başlayan ve gelişen çok sesli müzik içerisinde, Fransız ve Alman kompozitörler, ulusal kimliklerinin bu ölçüt ve normlara katılması yoluyla kendi özgün müziklerine ulaşmışlardır. Bugün evrensel müzik olarak kabul gören çok sesli müzik böyle gelişmiştir.

17nci yüzyılın son yirmi yılında, siyasi ve askeri alanda güçlü olan Osmanlı İmparatorluğu kültürel alanda da batıyı ciddi anlamda etkilemiştir. Bu konuda değerli müzikolog ve müzik eleştirmeni Evin İlyasoğlu Hanımefendinin 8 Ağustos 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan konu ile ilgili yazısından bir bölümü müsaadesi ile sizlere tekrar nakletmek istiyorum:

İkinci Viyana kuşatmasından sonra başta Viyana olmak üzere tüm Avrupa’da bir Türkomonya yaşanır. İspanya ve İngiltere’ye dek uzanan bu akımdan; kahveden lokuma, günlük giysilerden maskeli balolara kadar etkilenir. Yüzlerce sahne yapıtı ortaya çıkar bu etkiden. Hatta Bach’ın Kahve Kenteti‘nde bile işlenen kahve içme konusu bu etkinin uzantısıdır. 18nci yüzyılda yazılan Türk isimli yapıtlardan bazıları da böyle örneklenebilir.

G. F. Handel’in Timur Operası, Antonio Vivaldi’nin Beyazıt Operası ve Jean Philippe Rameau’nun Zarif Hindistan balesindeki nazik Türk sahnesi, J. Adolph Hasse’nin Süleyman Operası, W.C. Gluck’un Kadının Fendi, Kadıyı Yendi ve Iphigenie Kırımda adlı operaları ile F. Joseph Haydn’ın Simyacı, Beklenmeyen Karşılama ve Askeri Senfoni gibi eserleri de yukarıdaki örnekleri destekleyen yapıtlardandır.

Avrupa’da Türk müziğinin popüler olmasının başlıca öncüsü Mozart’tır. Beethoven 1812’ deki Atina harabelerinde zincire vurulmuş dervişler korosu ve semayı temsil eden danslarında Türk karakterinden esinlenirken Mozart’ın izleyicisi olmuştur. ‘’Wellington’un Zaferi’’ başlıklı senfonik yapıtının gerisindeki kahramanca ortamı yaşatmak için mehter çalgılarını kullanır. 9 ncu senfoninin finalinde doruğa tırmanan ısrarlı ritim dokusunda ise vurma çalgılarının görkemli yükselişi Türk müziğini vurgular niteliğindedir.

19 ncu yüzyıldaki “Türk” konulu opera ve balelerden bazıları şöyle sıralanabilir: Carl Maria von Weber’in Ebu Hasan Operası, G. Passini’nin İtalya’da Bir Türk Operası, II nci Mehmet Operası,G.Verdi’nin Atilla operası,G. Bizet’in Cemile Operası.

Yirminci yüzyılın başlarında ise B.Asafiev’in Bahçesaray Çeşmesi balesi, Les Fall’in İstanbul Gülü opereti ve Seymour’un Paşanın Bahçesi balesi sayılabilir.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Sofya Ateşemiliteri olarak görev yapan Mustafa Kemal’in, Bulgar ulusal operasında Carmen’i seyrettikten sonra Varna Türk Milletvekili olan dostu Şakir Zümre ile yaptığı diyalogu aynen aktarmak istiyorum:

“Balkan savaşında yenik düşmemizin sebebini daha iyi anlıyorum. Ben bu adamları çiftçi biliyordum. Halbuki adamların operaları bile var. Operada ses sanatkarları, müzisyenleri, dekoratörleri hepsi var. Hepsi yetişmiş. Opera binası da yapmışlar.”

Operanın bittiği perdenin defalarca açılıp kapandığı sahneye buketler taşındığı, artistlerin seyircinin coşkun alkışlarıyla belki yirminci defa referanslarla karşılık verdiği dakikalarda, Mustafa Kemal hâlâ durgundu. Bilahare Mustafa Kemal ve arkadaşı Splendid Palasa döndüler ve odalarına çekildiler. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra Şakir Bey kapısında Mustafa Kemal’i görür. Mustafa Kemal “uyku tutmadı biraz konuşalım” diye geldim der.

Mustafa Kemal, Carmen operasından, Bulgar operasından söz eder, çok heyecanlıdır. “Bizim ülkemizde operaya kavuşacağımız günleri görecek miyiz?” dedi. (Bu olay, Haydar Yeşilyurt’un ‘’ATATÜRK ve komşumuz BULGARİSTAN’’ isimli kitabından alınmıştır. ) Mustafa Kemal Atatürk, Balkan Savaşı yenilgisinin nedenleri arasında çok sesli müziğin önemini görüyor ve çoğu toplum bilimcileri şaşırtacak derinlemesine bir görüşle bu konuyu vurguluyordu.

Ülkelerin gelişmesinde başta müzik olmak üzere, kültürün gerçek anlamda rolü olduğu bilinmektedir. Bir ülkenin gelişimi ile (özellikle müzik alanındaki gelişimi) hakim kültür arasındaki ilişkiyi en çarpıcı şekilde anlatan Bernard Lewis, (What Went Wrong) kitabının 7nci bölümünde (Kültürel Değişimin Yönleri) batı ve doğu arasındaki kültürel iletişimin boyutlarını anlatır. Bu bölümde yazar özetle “Ortaçağda ordu bandolarının varlığından söz ederken Osmanlı ordusunda bandonun önemli bir yere sahip olduğunu çok sayıda davul ve borazandan oluştuğunu 18nci yüzyıl Türk askeri müziğinin Avrupa tarafından tanındığını ve hatta bazı Avrupalı taklitlerine ilham verdiğini” ifade etmektedir.

Yazara göre “kültürel değişim, batılılaşmadır. Kuşkusuz modernleşmenin bir parçasıdır. Ancak genel görüşe göre zaruri bir parçası değildir. Bu görüşe göre batılılaşmadan modernleşmek mümkündür. Müzikte batılılaşmanın çok iyi karşılanmadığını, Ortadoğu ve batı arasında yüzyıllardır devam eden temasa rağmen müzik alanında Avrupa kültürünün en ufak bir etkisinin görülmediği” ifade edilmektedir. “Genel olarak Ortadoğu’da batı müziğinin kabulü inanılmaz kısıtlıdır. Batılılaşmış birkaç toplum dışında bugüne kadar Ortadoğu’daki büyük uluslararası virtüoziteler dünya turne programlarında bulunmamaktadır.

Batılılaşmanın en fazla gelişim gösterdiği Türkiye’de en geniş kabulü, batı müziği gördü. Ancak bu yalnızca nüfusun çok az bir kısmına işaret eder. İsrail hariç klasik batı müziği sağır kulaklara gider”.

Yazar bu bölümün sonunu aşağıdaki çarpıcı ifadeler ile tamamlıyor.

“İnsanlık tarihinin her çağında modernlik, bazı eşanlamlı terimler, baskın ve genişleyen uygarlığın yolları, normları ve standartları anlamına gelmiştir. Her baskın uygarlık kendi modernliğini en iyi olduğu dönemde empoze etmiştir. Helenistik krallık, Roma İmp. , Ortaçağ Hıristiyanlığı ve İslamla beraber Antik Hint ve Çin Uygarlıkları gibi geniş bir alan üzerinde kendi normlarını empoze ettiler. Ve çok daha geniş yerlerde nüfuzlarını imparatorluk sınırlarının çok ötesine yaydılar. İslam bu alanda önemli gelişim gösterdi. Ancak batı uygarlığı tüm gezegeni kucaklayan bir ilkti. Bugün şimdilik Atatürk’ün fark ettiği ve Hint bilgisayar bilimcileri ve Japon ileri teknoloji şirketlerinin anladığı gibi hakim uygarlık batı uygarlığıdır ve bundan ötürü batı standartları modernliği tanımlar. Geçmişte başka hakim uygarlıklar da oldu; hiç şüphesiz gelecekte de olacak. Batı uygarlığı birçok eski modernliği kapsar; Diğer kültürlerin etkisi ile zenginleşen batı kültürü de mirasını diğer kültürlere bırakacaktır.”

Bu tespit ışığında yapılacak olan değerlendirmeyi okurlarımızın takdir ve sağduyularına bırakıyorum.

Osmanlının son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yıllarındaki çok sesli müzik çalışmalarına temas ederek bu bölümü tamamlamak istiyorum.

Giuseppe Donizetti’nin Türkiye’ye gelişi ve ‘’hamparsum’’ notasından bugün kullanılan notaya geçilmesi ile başlayan çok sesli müziğe yönelişimiz 19ncu yy.da Osmanlı sarayında başlamıştır.

Abdülmecit dönemindeki Muzika Meşkhanesi dönemin konservatuarı gibi hizmet vermiştir. Franz Liszt bu dönemde İstanbul’a gelmiştir.

Ulusal anlayış dışında ancak çağdaş ve batı tarzı ve batı armonileri kullanılarak birçok eser yazılmış ve icra edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Mızıka-i Hümayun’un Almanya konserlerini bazı dokümanlardan öğreniyoruz.

Abdülaziz’in bu tarz müziğe pek fazla ilgi duymadığını biliyoruz. Ancak V nci Murat’ın piyano için yazdığı polka, mazurka, vals tarzı muhtelif besteleri vardır. Özellikle Abdülhamit döneminde Guatelli Paşanın yönlendirmesi ile bu anlamda çok önemli gelişmeler olmuştur. Türk müzik kültürü, cumhuriyetimizin kuruluşu ile yeni bir sürece girmiştir. Bu sürecin özünde ulusallık, yönetimde çağdaşlık, niteliğinde evrensellik vardır. Bu bir Türk müzik devrimidir. Bu devrimin mimarı kuşkusuz, Türk beşlileridir ve ayrı bir ekoldür.

Müzik alanında ulusalcı olmak ve çağdaşlaşmak, cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün ortaya koyduğu birbirini tamamlayan iki kültür ilkesidir.

Adnan Saygun gibi birçok bestecimiz halk müziğinden hareketle ulusal müziğin yaratılması çalışmalarına başlamıştır. (Bu arada Ferit Alnar’ın makamsal çok sesli müzik çalışmalarını da burada zikretmeden geçmek istemiyorum.) Ancak bu arada müzikte ulusallık yerine evrensellikten yana olanlar, halk müziği modasının geçtiğini, ulusal müzik yerine uluslar arası müziğin ön plana çıkması lazım geldiğini savunmuşlardır.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bu fikir mücadelesinin günümüze ne şekilde yansıdığını okurların takdirine bırakıyorum.

Ancak ulusal ve çağdaş Türk müziğinin gelişmesini sağlayan başta ilk kuşak bestecilerimiz olmak üzere, bugün yaşayan bestecilerimizi saygı ve takdirle anıyoruz.

4. SONUÇ:

1935 yılında ülkemizde incelemeler yapan Hindemith’in o zamanki hükümete tavsiyesi Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası’nın (CSO) yılda on iki program hazırlaması, önce seçkinlere, ardından da açıklamalı olarak halka konser vermesi; ayrıca, orkestranın Ankara çevresinde çeşitli dinleti programları düzenlemesi istikametinde idi. Oysaki bugün geldiğimiz noktada birçok orkestra, opera ve bale sanatçımız yurdumuzun dört bir köşesinde halkımız ile buluşmakta ve ciddi manada bir kültür hizmeti verilmektedir.

Ayrıca yurt dışı turneler ile de çok ciddi bir tanıtım hizmeti gerçekleştirilmektedir.

Son dönemde gerçekleştirilen çeşitli festivaller ve orkestralarımızın Türk bestecilerine programlarında daha çok yer vermeleri, bizleri ümitlendirmekte ve gururlandırmaktadır.

Kuşkusuz, temennimiz bu özgün eserlerin dünyanın her ülkesinde çalınması ve kültürümüzün yayılmasıdır. Dünya müziğine katkıda bulunan bestecilerimizin artması en halisane temennimizdir. Çünkü çağdaş çok sesli Türk müziğinin evrensel müziğe katkısı nispetinde kendimizi tanıtma imkanı bulacağız. Bu konuda gururla izlediğimiz müstesna yeteneklere sahip yorumcularımızı şükran ve saygı duygularımla anmak isterim.

Şurası muhakkak ki; yalnız geçmişte yaratılan yapıtlarla beslenmeye devam edemeyiz. Yeniden üretmeden sadece mevcutları değerlendirerek, geleceğe ümitle bakamayız. Gelişmiş ekonomiler yeni eserlerin oluşmasına imkan sağlayarak, gelecek nesillere kültür mirasını aktarabilirler. Bizlerin de gelecek kuşaklarımıza yeni eserler kazandırmamız, yaratıcı ve ulusal değerlere sahip insanlarımıza yapacakları çalışmalarda yardımcı olmamız fevkalade önemlidir.

Klasik müziğimize hizmet eden insanlarımızın anılarının yaşatılması, hayatta olanların ödüllendirilmesinin önemini özellikle vurgulamak istiyorum. Türk bestecilerin eserlerine zaman zaman yer veren CRR orkestrası 25 Ekim 2004 günü Cumhuriyet haftası etkinlikleri ile birlikte, Onuncu yıl marşımızın bestecisi Cemal Reşit Rey’in 100 üncü doğum yılı anma gecesine katıldım. Gecede sayın Sezgin’inde ifade ettiği gibi, “Ulusal eserlere nitelik kazandırmada, çağdaş müzik kültürünün ortak tekniğinden yararlanmada üstünlük sağlamış ve birçok özellikleri kişiliğinde toplamış müzik dünyamızın ilk ulusal Türk bestecisi merhum Cemal Reşit Rey’in özgün eserlerinin mükemmel yorumu öncesinde bestecinin sanatsal özelliklerini konu alan konuşmalar yapıldı.

Bu meyanda sayın Halit Refiğ’in üstadın otuz yıl çalışarak en muhteşem eserim dediği “ Çelebi ” operasının hiç çalınmadan notalarının kayıp olduğunu üzülerek öğrendim.(İki aryası ve Şef partisyonu hariç.) Değerli hocam Yalçın Turan’ın üstadı eserlerindeki melodi zenginliği ve üstün teknik özelliklerini açıklayan konuşmalarından sonra sayın Özen Sezgin’in özenle hazırlanmış konuşmasının son bölümünü kendi ifadeleri ile sizlere nakletmek ve yetkililerin ilgisine sunmak istiyorum. “ Çok sesli müziğin öncü eserleri olan eserleri acaba şimdi nerede? Bir göz atalım. Bakanlıklarda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi şehir tiyatrolarında, Ankara ve İstanbul operalarında, Cumhurbaşkanlığı, İstanbul devlet senfoni orkestrasında, özel tiyatrolarda, TRT kurumunda, İstanbul ve Ankara konservatuarlarında, İstanbul Filarmoni derneğinde, bazı kişi ve varislerin elinde. Fransa’da Avusturya’da ve bu arada Amerika’da kaybolanlar da var. Bu durum sadece Cemal Reşit Rey’in eserleri için söz konusu olmayıp Saygun, Anlar, Erkin, Tarcan, Tüzün ve diğer besteciler içinde aynıdır.Ülkemizde Besteciler Birliği, Nota Yazım Kurumu, Edisyon kurumları bulunmadığı ve kurumsallaşmadığı için bu tablo üzüntü verici ve düşündürücüdür. Neyin nerede olduğunu bir bilenin olduğunu sanmıyorum.”

Bilindiği üzere en doğal müzik enstrümanı, insan sesidir. Bu nedenle çok sesli müziğin en ekonomik yoldan yaygınlaştırılmasında korolarımızdan istifade edilmesi, yeni korolar kurulması, (okul içi ve okul dışında) çok sesli müzik kültürümüzün gelişmesine yardımcı olabilir. Özellikle, bu çalışmalarda Türk bestecilerinin eserlerine ağırlıkla yer verilmelidir.

Kuşkusuz en önemli konulardan biri de mevcut orkestralarımızın çağdaş değerlere uygun bir ekipman ile hizmet vermelerine imkan sağlanmasıdır.

Çok sesli müziği Anadolu’ya götürmek kadar müstesna yetenekleri de çıkarıp yetiştirmek ve bunları ülkemize ve Dünyaya kazandırmak da en önemli ve anlamlı bir görevdir. Bu konuda ciddi gayretler gösteren sanatçılarımız, yorumcularımız var. Ancak bütün bunlar ferdi anlamda gelişmektedir. Kanaatimce kurumsallaşmadan başarılı olamayız.

Bilgi alanımın dışında, ancak ilgi alanımın içinde olan müzik konusundaki bu ilk çalışmamı birkaç tavsiye ile tamamlamak istiyorum.

Müzik kurumlarımızı siyasetin tam güdümünden uzak tutarak, özerk kurumlar eliyle müziğimize yön ve destek verilmelidir.

Çünkü bugünkü müzik politikamız yalnız devletin yönlendirebileceği bir konu, bir sorun olmaktan çıkmıştır.

Avrupa Birliği kültür ve sanat politikalarının temelinde biraz önce ifade ettiğim “Özerk bir sanat kurumu” fikri yatmaktadır. Bu nedenle böyle bir kurumun çalışmalarına süratle başlanmalıdır.

Müziği siyasetin güdümünden çıkarırken, sponsor olarak destek veren sermayenin de kontrolüne girmesi kesinlikle önlenmelidir.

Burada değerli müzikolog ve müzik eleştirmeni Evin İLYASOĞLU Hanımefendinin bir önerisini kendi müsaadeleri ile yinelemek istiyorum: “Batıdaki Türk Müziğini konu alan senfonik yapıtlar, operalar ve konçertolar, ünlü yorumcularımızın katılımı ile, kendimizi ifade etmemize imkan verebilir.”

Müzik dili ile konuşmanın mükemmelliğini uzun yıllar müzik içinde yaşamış biri olarak, müziğin aslında bir duygu paylaşımı olduğunu, ancak uzun yıllar sonra idrak ettiğimi ifade etmek istiyorum.

Sonuç olarak; müziğin insan hayatına bir anlam kazandırdığını, zenginleştirdiğini bilmek, bu amaç uğrunda çalışmak mecburiyetindeyiz.

En derin saygılarımla.

Aytaç Yalman

İSMET İNÖNÜ VE MÜZİK

Anadolu halkının bağrından çıkmış, üstün meslekî ve kültürel vasıfları ile, daima aranan, fikirlerine ihtiyaç duyulan bir şahsiyet olarak Cumhuriyet tarihimizdeki müstesna yerini almış bir asker ve bir devlet adamının sanatsal yönünden bahsetmek istiyorum bugün sizlere.

Mükemmel bir asker olmanın ötesinde, Atatürk ilkelerinin en şiddetli savunucusu, Lozan’ın mimarı, aynı zamanda duygu ve gönül insanı olan İnönü’nün; müzik ile olan derin ilgisine ve onun sevgi dünyasının derinliklerine inerek 32. ölüm yıldönümünde, O’nu bir kez daha saygı ile anıyoruz.

“Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” diyen Büyük Atatürk gibi, İnönü de sanata çok önem vermiştir. Muharebe alanlarının kararlı ve disiplinli komutanı, sanatın duygusallığını da çok iyi yaşadı hayatı boyunca. Çünkü aydınlanmanın ve dolayısı ile gerçek anlamda hoşgörü sahibi ve demokrat olmanın iki önemli enstrümanından biri bilimin ışığı ise, diğeri de sanatın estetik güzelliği idi. Onun içindir ki; bütün yaşamı boyunca sanata ve sanatçıya destek vererek Türkiye’nin değerli sanatçılar ile aydınlanacağını biliyor ve inanıyordu.

İnönü’nün müzik ile ilgisini en güzel anlatan, belki de tek ve en önemli eser değerli dostum Sayın

Şefik Kahraman Kaptan’ın “İsmet İnönü ve Harika Çocuklar” isimli kitabıdır. Söz konusu kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum.

“Osmanlı ordusunun genç bir subayı olarak 1910-13 yılları arasında üç yıla yakın bir süre Yemen’de kalan İsmet İnönü, anılarında “Ben batı musikisi zevkine orada alıştım” diye anlatır.

Hükümetin Sana’ya bir demiryolu yaptırmak amacıyla keşif işlerini verdiği Fransız şirketi, Yemen’den ayrılırken eşyalarını satmıştı. Bunlar arasında yer alan bir gramofon ile çok sayıda taş plak Hudeyde komutanı tarafından satın alınarak ordu karargâhına gönderilmişti.

İşte İsmet Paşa batı müziğine “ilk adım”ı bu gramofon ve plaklar sayesinde atacaktı. Paşa, anılarında bu başlangıcı şöyle anlatır.

“Yemen’de müzik ihtiyacına karşı derin bir hasret içindeydik. Gramofon bize bulunmaz bir nimet gibi geldi. Akşam üzeri karargâhtan yattığımız eve geldiğimiz vakit hep beraber gramofon başına koşardık. Plakları tecrübe ederdik. Senfoni, arkasından opera parçası, serenat… İşitmediğimiz, bilmediğimiz parçaların gürültüsüne dayanamayarak, makineyi bırakırdık!”

Ama bu sadece 24 saatlik bir ayrılık oluyordu:

“Ertesi akşam aynı tecrübe. Bu zorla ağır plakları dinlemeye tahammül çok uzun günler sürmüştür. Yavaş, yavaş alışkanlık hasıl oldu. Benim hayatıma batı musikisi terbiyesi böylece Yemen’de girmiştir. İçimizde en istidatlısı Saffet Arıkan’dı. Bizden çok evvel anlamaya başlar görününce “Erzincan’da öğrenmiştir!”diye yapmadığımız şaka kalmazdı.”

Erdal İnönü de anılarında, babasının kendilerine Yemen öyküsünü anlattıktan sonra “Batı müziğini bizim insanlarımızın ancak çok dinleyerek sevebileceklerini öğrendim.” dediğini nakleder.

İnönü Yemen’den İstanbul’a döndükten kısa bir süre sonra, çıktığı Avrupa seyahatinde Berlin’de bir operaya gider (Wagner’in bir operasıdır). İlk kez gördüğü operadaki duygularını açık kalplilikle ifade etmekten çekinmez. Çünkü yorulmuş ve operanın bitmesini beklemiştir. Ancak bu ilk denemeden sonra İnönü operaya derin bir ilgi duymuştur. Çünkü hayatının bir çok döneminde özellikle opera müziğini çok sevdiğini biliyoruz.

1916 yılında İstanbul’da Mevhibe Hanım ile evlenmesini müteakip Diyarbakır’a gitmeden önce bir piyano armağan eder genç eşine.

Diyarbakır ve Halep’ten 1916 yılında eşi ile olan mektuplaşmalarındaki sevgi dolu satırları sizlerle paylaşarak mesleğinde hesap ve denge adamı olan İnönü’nün duygu dünyasındaki derinliği, coşkuyu ve estetik güzelliği anlamaya çalıştım.

Aslında İstanbul’da yirmi bir gün beraber olduğu eşine olan sevgi ve özlemini O’na armağan ettiği piyanoda arayan ince ruhlu bu özel askerin 28 Nisan 1916 yılında yazdığı mektuptan bir bölüme beraber okuyalım. “Piyano dersi hesapça iki oluyor. Kim bilir ne güzel çalıyorsun fildişi üzerinde ince parmakların benim kalbime sana karşı olan incizap (cezbedilme) ve meftuniyetine (tutkunluk, aşıklık,gönül vermişlik ) teganni (şarkı söylemek) ediyormu yoksa iftirak (perişan olmak,ayrılmak,hicran) elemin feryadınımı istiyorsun. İkisi de var Mevhibe inan.”

Yine Diyarbakır’dan 9 Mayıs 1916 günü yazdığı mektupta “Piyano da terakki (ilerleme,artma,çoğalma,bilgi ve medeniyetçe yükseliş) ettin mi? Geçen on beş günü nasıl geçirdin?”

4 Temmuz 1916 tarihli mektubunda sevgi ve özlemin yanı sıra sanata bakışını da görüyoruz.

“Piyanoda terakki ettiğini gördükçe ne kadar seviniyorum. Buluştuğumuz zamanların ne kadar tatlı geçeceğini tahayyül ettikçe çok seviniyorum. Benim söyleyemediklerimi ve anlatamadıklarımı sen parmaklarında tasvir edeceksin. Bundan büyük saadet mi olur.”

Yalnız piyanoyu alaturkaya çevirdiniz Mevhibeciğim. Halbuki ben notaya bakılarak her türlü alafranga havanın çalınabilmesini, alafranga havalara alıştıktan sonra musikinin yalnız orada bulunduğunu sen de anlayacaksın ruhum. Yazdıklarında alaturka ve alafrangayı beraber ilerletmek istediğini anlıyorsam da herhalde notadan her havayı çalabilmek işine ehemmiyet verdiğini görüyorum. Bunu tercih etmenizi rica ederim. Yani mualliminiz nota ile her şeyi çalabiliyor mu? Alafranga musikiye aşina mıdır? Lütfen emek çektiğine ve zahmet ettiğine göre tam olsun iki gözüm.

Ekim 1916 tarihli mektubunda da aynı saf ve temiz duyguları bir sanatçı duyarlılığı ile yazmış değerli eşine “Piyano nağmelerinde benim kalbimden hiçbir şey işitmiyor musun? Piyanonun seslerinde benim kalbimin figanından nağmeler bulacaksın Mevhibem.”

Bu coşku dolu sevgi, kuşkusuz karşılıksız kalmamıştır. Mevhibe Hanım mektuplarında üstün ahlakî özellikler taşıyan, çekingen ancak sevgi ve saygı dolu bir Türk kadınının eşine olan özlemini, özenle seçilmiş satırlarda dile getirmişti.

27 Mart 1916 tarihli mektubunda “Bana piyano aldığınız için size son derece müteşekkirim.” deme zerafetini gösterebiliyordu. Piyanonun kalbine tercüman olduğunu ifade ediyordu. Mevhibe Hanım eşine olan özlemini “Ruhumun sebebi saadeti İsmetim. Piyanoda bu derste Çerni’den parça çaldım, inşallah, yakın zamanda muzafferen (Başarı ile) gelirsin de beraber çalarız.”

Her cümlesinde temiz ve saf duyguların, çekingen ancak coşkulu bir sevginin güzelliğini gördüğümüz bu mektuplarda, kuşkusuz dikkatimizi çeken en önemli hususun, eşinden piyanoda özellikle alafranga tarzda çalışmalarını sürdürmesini istemesidir.

Çünkü; İnönü batı tarzındaki müziğin evrensel olduğunu ancak evrensel değerlere sahip bir Türkiye’nin Bölge ve Dünya ölçeğinde bir anlam kazanabileceğini biliyordu

Yine İnönü; sanatın toplumsal ve hatta siyasal hayat içinde ne kadar önemli olduğunu, çok küçük rütbelerde anlamıştı. Bu gün bazı ülkeler, o ülkenin yetiştirdiği ünlü besteciler ile birlikte anılıyor.

Bu arada 1923 yılında kurulan halk evlerini kültür ve sanat hayatımızın gelişmesine yaptığı katkıyı özellikle belirtmemiz gerekir. Çünkü bu evler önemli müzik adamları yetiştirmiştir.

Montesguieu’nun “Bir ulusun musikideki durumuna önem verilmezse, o ulusu ilerletmeye olanak yoktur” sözünü gerilerde bırakacak köklü atılımlar tasarımlayan Atatürk,1925’te “Musikisiz hayat zaten olmaz. Yalnız musikinin türü irdelenmek gerekir” diyerek uygulamaya koyacağı müzik devriminin ilk mesajlarını vermeye başlamıştı.

Atatürk, müzik devriminin düşündüğü biçimde gerçekleşmesi için, üç önemli unsura gereksinim olduğunu biliyordu: Birincisi, kararlı, canlı, sürekliliği olan bir kültür ve sanat politikası; ikincisi, bu alandaki çalışmaların serpilmesi için gereken süreç; üçüncüsü ise çoksesli müziğin yaratıcı ürünlerini verecek sanatçı kadroların yetiştirilmesiydi. Çözüm yolu,güzel sanatların çeşitli dallarında öğrenim görecek genç yetenekleri Avrupa’ya yollamaktı.

“Ulusal ruhumuzda her zaman var olduğu açıkça görülen sanat inceliği büyük eserler ortaya koyacak kuvvette canlandırılmalıdır” diyordu Atatürk.

Bu yaklaşımın somut ve ilginç örneklerinden birini, Emil Ludwig adlı bir Alman gazeteciyle yaptığı röportaj sırasında ortaya koymuş, gazeteciye şu soruyu sormuştur:

“Batı müziği bugünkü haline gelinceye kadar kaç yüzyıl geçti?”

“Yaklaşık dört yüz yıl”

“Bizim bu kadar beklemeye zamanımız yok”.

Aslında Cumhuriyetin ilk yıllarında, Cumhuriyeti kuran kadronun sanata ve müziğe bakışı tam bir paralellik içindeydi. Hasan Ali Yücel’in 3 Temmuz 1941’de Ankara Devlet Konservatuarı’nın ilk mezunlarının diploma törenindeki konuşması, günümüzde yaşadığımız ve ibretle izlediğimiz olaylara ışık tutacak nitelikte bir konuşmadır. İsterseniz birlikte okuyalım.

“Gözden uzak tutulmamasını özellikle vurgulamak isterim ki insanlığın en müthiş savaşlarından birini yaptığı devirde ve harp yangının dumanları göklerimize vurduğu böyle bir zamanda, tiyatro temsilleriyle, operayla ilgilenmemiz, bu güzel sanatlar davasına nasıl ciddi bir anlam verdiğimizin tarihe geçecek kadar kuvvetli bir kanıtı olarak algılanmalıdır.

Biz tiyatro ve opera türü temsil sanatını, bir uygarlık sorunu halinde alıyoruz. Onun içindir ki aziz ülkemizin her durumda savunması için her türlü özveriyi yapmakla uğraştığımız şu sıralarda sanatın bu dallardaki gelişimine de eğiliyor ve onu durdurmak değil, tam aksi, yürüyüşüne hız vererek devam ediyoruz. Bir gün bizim gibi tüm insanlığın kavrayacağına inanmış bulunduğumuz Türk Hümanizması’nın yepyeni bir evresi devlet konservatuvarının bağrından doğmaktadır.

Yazar bizden olmayabilir, besteci başka ulustan olabilir. Fakat o sözleri ve sesleri anlayan ve canlandıran biziz. Onun için Devlet Konsevatuvarı’nın temsil ettiği piyesler, oynadığı operalar bizimdir, Türktür ve Ulusaldır. Bizden olacak yazar ve besteci de ancak bu yolla yetişecektir.

Öğrenmeye karşı o kadar istekli bir insandı ki İnönü, 53 yaşında İngilizce öğrenmeye başlamıştı. İleri görüşlü bu devlet adamımız, her iki oğluna “en az iki dil bilmek gerektiğini, İngilizce bilmeden Atlantik aşılamaz, Süveyş geçilemez” derdi.

Siyasetteki bu öngörüsünü ve öğrenme merakını duygu dünyasında da görüyoruz. Çünkü 50 yaşından sonra viyolonsel çalmayı denemesi herkes tarafından bilinir.

İnönü de, tıpkı Atatürk gibi Meclisi açış konuşmalarında ve yurt gezilerinde sanata verilen önemi mutlaka vurguluyordu. 1 Kasım 1940’ta Meclisi açış konuşmasında eğitim ve kültür konularına genişçe yer veriyor ve şöyle diyordu:

“Musiki ve tiyatro sanatında Türk çocuklarının yaratma kabiliyetlerini, iyi bir inkişaf yolunda görerek memnun olmaktayız. Devlet Konservatuvarı, kabul buyurduğunuz kanunla daha verimli bir tekamüle doğru yürüyebilecektir.”

1941’de Madam Butterfly temsilini izledikten sonra aralarında Cüneyt Gökçer ve Aydın Gün’ün de bulunduğu sanatçılara söylediklerini Aydın Gün daha dün gibi hatırlıyor:

“Büyük devlet adamı ikinci Cumhurbaşkanımız Sayın İnönü’nün 1941 yılında Madam Butterfly Operasını oynadıktan sonra bizlere hitaben yaptığı konuşma aynen şöyleydi:

“Görüyorum ki çok çalışmışsınız, muvaffak oldunuz. Hepinizi tebrik ederim. Sizden bu muvaffakiyetten daha büyüklerini bekliyorum. Biz sabırlıyız. Sizin de sabır ve aşkla çalışmanızı istiyoruz. Bu büyük sanata bir inkılap hamlesi içinde başlamış bulunuyoruz. Bu sanat sanatların en yükseğidir. Bu sanatı ileri götürecek sizlersiniz. Israrla, bıkmadan inkılap ve sanat aşkıyla çalışacaksınız. Ümidimiz sizlerdedir. Tekrar tebrik ediyorum.”

Çok sesli evrensel müzik zaman içinde İsmet Paşa’ da tam bir tutku haline gelmişti. Kendi ifadesine göre klasik müzikte dinlemenin çok özel bir yeri vardır. Konsere gelmeden önce programları tetkik eder, konsere hazırlanarak gelirdi. (Hatırlanacağı üzere Cumhuriyet gazetesinde yazdığım klasik müziği dinleme ile ilgili bir makalede de bu konuya yer vermiştim.)

İnönü, Türk bestecilerin çalışmalarına da büyük önem veriyordu. Özellikle Ulvi Cemal Erkin’in birinci senfonisini büyük bir beğeniyle dinlemiş, takdirlerini ifade etmişti.

Sayın İnönü’nün Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO)’ya bir bina kazandırılması ile ilgili çok özel gayret ve teşvikleri olmuştur.Kuşkusuz değerli Mükerrem Berk’i de hizmetlerinden dolayı saygıyla anıyoruz.

CSO’nun her yıl 10 Kasım haftasında Atatürk’ü anma konseri düzenlemesi artık bir gelenekti. İsmet İNÖNÜ’nün vefatından sonra her yıl Aralık ayında İnönü’yü anma konserleri de düzenlenmeye başladı. Orkestra varlığını borçlu olduğu iki büyük insana şükran borcunu böylece ödüyordu.

Atatürk’ü anma konserlerinden biri için Mükerrem Berk, İsmet Paşa’nın da görüşlerini ifade etmesini istemişti. İnönü’nün “Atatürk ve Müzik” üzerine düşünceleri adeta kendisinin de müzikçilere vasiyeti gibiydi.

Atatürk’ün ayrıldığının yıldönümünde O’nun güzel sanatlara düşkünlüğünü musiki alanında gerçek değeri ile canlandırmak isterim.

Büyük Atatürk doğuştan müzik ile ilgiliydi. O’nun toplum hayatında enerji verici insanların asil zevklerini besleyici tesirini bilirdi

Kendisi güzel sesi ile misaller vermesini sever ve herkesin müzikten teselli ve hayat aramasını teşvik ederdi.

Batı tekniği üzerinde müzik istidadımızı millet olarak geliştirmemiz lüzumuna inanmıştı.

Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Atatürk’ün eline geçtiği zaman, çok eskiden kurulmuş olduğu halde uluslararası sanat ve ilim çapında bir varlık olmamıştı. Batı müziğinin memlekette başka bir yuvası da yoktu.

Her manası ile bu alanda ilk önce orkestramızı değerli bir hale getirmek ve temel ölçüde batı tekniğini milli müzik hayatımıza sokmak için konservatuar açılması, batıdan muktedir hocalar getirilmesi ve içinde yetişen genç sanatkârların korunması ve teşvik edilmesi bakımından milletimize gerçek bir örnek ve öğretmen olmuştu.

Batı müzik tekniğinin, milletin bütün hayatında öğretici ve insanları mesleklerinde ve her alanda yaratıcı bir kuvvet olarak yetiştirme tesirinde, Atatürk’ün anlayışına iyice uymuş bir insan olarak, müzikte çalışan sanatkarlarımıza milli eğitimde büyük ödevler düşmekte olduğunu daima hatırlatmak istedim.

Şimdiye kadar alınan neticeler çok ümit vericidir. Ancak bilinmeli ki, garp tekniğindeki müziği tanıtmak, onun zevkini tattırmak ve bu teknik üzerinde Türk Milletinin milli çizgilerini bulup yerleştirmek, yeni müzik sanatkârlarımızın ödevleridir. Onların başarısına yardımcı olmak hepimiz için borçtur.

Müzik eğitimi çok dinletmek ve sebat etmekle gelişebilir. Bu gereği hiç unutmamak ve hiçbir karşı koymadan yılmamak lazımdır.

Atatürk’ün yıldönümünde bu düşünceleri söylemek fırsatını bana verdiğiniz için size teşekkür ederim.

Klasik müziğin yaygınlaşması konusundaki gayretleri anlatmakla bitmez. Bugün Anadolu’ya yayılan bölge senfoni orkestralarının ve gerçekleştirdikleri turnelerin dahi değerli insan İnönü’nün teşvikleri ile başladığını biliyoruz.

İsmet İNÖNÜ, kızı Özden TOKER’in de piyano çalmasını çok istemiş, özel olarak bu husus ile ilgilenmiştir.

Hayatının sonuna kadar çok mükemmel bir dinleyici olmaya çalışan İnönü, eserleri büyük bir titizlikle takip eder, yorumlar ve büyük bir zevk ile dinlerdi. Çünkü klasik müziği bir yaşam biçimi olarak görmüştü hayatı boyunca.

İnönü ve müzik konusunda kısa bir hatırlatma amacını taşıyan bu makaleyi tamamlamadan önce kuşkusuz Harika Çocuklar Yasasından bahsetmemek mümkün değildir.

1945 yılında Mithat Fenmen ve Orhan Borar Resitalinden sonra sahneye çıkarılan gurur kaynağımız İdil BİRET henüz o tarihlerde 3-4 yaşlarında idi. Bach ve Beethoven’dan birer parça çalmıştı. O gün İsmet Paşa’nın elini öpen İdil Biret’in kader çizgisi de belirlenmişti. Diğer gurur kaynağımız Suna KAN’ da konservatuarda bir konserde tanımıştı İnönü’yü. O da henüz 6,5 yaşında idi. Bu genç istidatlarımızın yetiştirilmesi için 1948’de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün istemi üzerine hazırlanıp çıkarılan yasa, “İdil BİRET ve Suna KAN’ın yabancı memleketlere müzik tahsiline gönderilmesine dair Kanun” adını taşıyordu. Yani “ada çıkarılmış” özel bir yasaydı.

Daha sonra 1956’da İdil BİRET ve Suna KAN’ın bütün hakları saklı tutularak, “Güzel sanatlarda fevkalade istidat gösteren çocukların Devlet tarafından yetiştirilmesi hakkında kanun” çıkarıldı.(8 sanatçımız istifade etmiştir). Ancak 1968’den sonra yasanın uygulanmasında komisyon kurulamaması gerekçesiyle işlemez hale gelmesi de düşündürücüdür.

Daha sonra 1976 yılında Bakanlar Kurulu’nun onayı ile yürürlüğe giren “özel statü” yü kurumsallaştıran yönetmelik ile bir çok sanatçının üst düzey eğitim almasına olanak sağlandı. Bugün bu yönetmelik çerçevesinde yetiştirilen 5 sanatçımız bulunuyor.

Sanatsever bir devlet adamının teşvik ve himayesinde gelişen sahne sanatlarında bugün dünya çapında sanatçılarımızla gururlanıyoruz.

Kalkınmanın yalnız maddesel değerler ile izah ve ifade edilemeyeceği gerçeğinden hareketle, cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi güzel sanatlara değer veren devlet yetkilileri ve sivil toplum kuruluşlarının himayelerinde sanatın ve sanatçının layık olduğu yerde bulunması en halisane temennimdir.

Çok az da olsa İnönü’nün sanat yönünü konu ettiğim bu makaleyi Koral CALGAN’ın 3 ocak 1985 günü Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı makalesinden bir bölümü sizinle paylaşarak bitirmek istiyorum.

Polonyalı ünlü piyanist ve besteci paderewski politikaya atıldığı zaman Cumhurbaşkanlığı gibi yüce bir makama kadar yükselmiş ve şöyle demiş.

“Piyano çalmak, devlet yönetmekten daha zordur. Çünkü fil dişi tuşları heyecana getirmek, insanları heyecanlandırmaktan daha zordur.

Aytaç YALMAN