6 Aralık 2007 Perşembe

Süreyya Operası

28 Ekim 2007 günü sanatseverler için çok özel ve anlamlı bir gün. Çünkü 55 yıl önce kısa pantolonlarla film izlemek üzere büyük bir heyecan ve coşkuyla geldiğimiz o görkemli binaya yeniden kavuşmanın mutluluğunu ve heyecanını yaşadık.

Resmi açılışı Aralık ayında yapılacak olan “Süreyya Operası” bir çok Kadıköy’lü için anıtsal ve tarihi bir değer ifade eder. Çünkü biz o özel binayı hep Süreyya Sineması olarak tanıdık. Ancak bugün daha fonksiyonel ve anlamlı bir görev üstlendi bu özel bina. Çünkü o artık “Süreyya Operası” olarak Anadolu yakasının ilk ve tek opera binası olma onurunu kazandı. Onun için bu gece kültür ve sanat adına, aynı zamanda tarih adına önemli bir gece idi.

Bize bu mutluluğu yaşatan başta Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk ve emeği geçen sanat dostlarına şükranlarımızı ifade etmek istiyorum.

15 ayda 15 trilyon harcanarak sanatseverlerin hizmetine sunulan “Süreyya Operası”nın giriş ve genel kurgusu Pariste'ki Champs-Elysees tiyatrosundan, salonun iç mimarisi Alman tiyatrosundan alınmıştır.

Bu eserin; 1924 yılında dönemin özel sosyal ve tarihsel koşulları içinde Kadıköy’lülerin sosyal ihtiyaçlarını karşılamak üzere aslına sadık kalınarak yapımına başlanmıştır. Üç sene süren inşaat 1927 yılında hizmete girmiştir. Opera/ operet oynanması arzu edilen rağmen sinema salonu olarak hizmet vermiştir.

Bu konuda Kadıköy belediyesinin hazırladığı tanıtıcı kitap her yönü ile doyurucu bilgi ve belge ile ilgi duyanlara takdim edileceğinden, bu konuda detaya girmek istemiyorum.

Süreyya İlmen Türk toplumuna yüksek estetik kalitede bir sanat mekanı sunabilmek amacı ile bu eseri armağan etmiştir. Kendilerini bu vesile ile saygı ve şükranla anıyoruz.

“Süreyya Operası"ndaki büyüleyici ortam beni elli yıl öncesine, gençlik yıllarıma götürdü. Binanın bütünü, büyük salon ve balkonlar aynı güzellikte, aslına sadık kalınarak özenle yapılmış.

Özellikle balo salonu bende Cumhuriyetin ilk yıllarındaki aydınlanma ve kültür atılımının heyecanlı günlerini yaşattı. Çünkü salonun her köşesine Cumhuriyetin kokusu sinmişti adeta. Derin derin soludum o özel kokuyu bu arada salonda pencerelerin karşısına gelen duvarda trio veya kuartet icrası için özel surette hazırlanmış balkonun zerafeti dikkatlerimizden kaçmadı.

Kuşkusuz; bütün bu büyüleyici ortam, salondaki bilinçli bireylerin estetik duygularının büyüklüğünü hatırlattı bana.

“Süreyya Operası”nın perdeleri 28 Ekim günü ulusça yasını tuttuğumuz şehitlerimizin üzüntüsü içinde açıldı. Nitekim İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürü ve sanat yönetmeni Suat Arıkan'ın konuşmasında da o hüzünlü hava hakimdi. Arıkan'ın ilk gece yaptığı bu anlamlı konuşmayı tarihe not düşmek amacı ile sizinle paylaşmak istiyorum.

“Sevgili Süreyya Paşa Hazretleri,
Sen 80 sene bekledin, hayallerin gerçek olsun diye...
Biz, 40 sene bekledik, Kadıköy'de şarkı söyleyelim-dans edelim diye...

Gelecek kuşaklarsa; sana ve tüm emeği geçenlere dua edecek, buradan beslenip daha doğru, daha “güzel insan” oldular diye...

Senin bu mirasına konan bizler, bugünü kutlarken davullar-zurnalar çalarak Kadıköy'ü bayram yerine çevirmek isterdik.

Ancak; ülkemiz üzerinde oynanan çirkin oyunların bir devamı olarak, son günlerde tüm yurdumuzu acıya boğan terörist saldırılarla karşı karşıyayız. Ve üzüntümüz çok büyük....

Bu akşam; bu özel yapıda müzik yapacak olan İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestra ve Korosu, koro şefimiz Gökçen Koray, solistlerimiz sop. Sema Tüzün, mz. Aylin Ateş, ten. Hüseyin Likos, bas Gökan Ürben ve orkestra şefimiz Rengim Gökmen, Ahmed Adnan Saygun'un dev eseri Yunus Emre'yi, önce tüm insanlığa, sonra da ülkemizin özgürlüğü için canını veren şehitlerimize adayıp, onlar için şarkı söylemek istiyorlar.”

Konuşmanın sonunda şehitlerimizin aziz hatırası için saygı duruşu yapıldı.

Bilahare Belediye Başkanının kısa ve özlü konuşmasını dinledik, kendileri de şehitlerimizin yarattığı üzüntü nedeni ile resmi açılışın ertelendiğini ifade ettiler.

Eser; 61 kişilik orkestra, 81 kişilik zengin bir koro ile icra edildi. (Ayrıca 4 solist) Ahmet Adnan Saygun'un ölümsüz eseri “Yunus Emre Oratoryosu”ndaki mistik hava şehitlerimize bir dua mesabeside idi. Müziğin deruni havası, Anadolu’daki bin yıllık parlak tarihimizin felsefi derinliğini yansıtıyordu. Eserin her tınısında Anadolu insanın inanç dünyasının zenginliğini ve kanaatkarlığını hissettik. Sanata susamış üst düzey bir seyirci karşısında icra edilen eserde bilindiği gibi hayat, ölüm, tanrı ve insanlığın alın yazısı temaları özenle anlatıldı.

Tük ulusunun ilk büyük şairlerinden Yunus'un ruhunu seslendiren bu oratoryo 1943 yılında tamamlanmıştır. Eser ilk defa 1946 yılında Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni orkestrası tarafından bestecinin kendi yönetiminde seslendirilmiştir.

Üç bölümden oluşan eser, değerli Şefimiz Rengim Gökmen yönetiminde çok güzel bir şekilde icra edildi. Mükemmel bir akustik içinde dinlediğimiz eserde belirtmeden geçemeyeceğim önemli bir husus da, birkaç mısra hariç, hem solistlerin, hem de koronun sözlerinin yeterince anlaşılmamış olmasıdır.

Bilindiği gibi, oratoryolarda söz de ses kadar önemlidir. Bu hususun müteakip temsillerde dikkate alınacağını ümit ve temenni ederim. Çünkü sözler özellikle korolarda derin ve güçlü bir anlatım kazandırır esere. Bilindiği gibi, bu eserin bir başka özelliği de eserin bütünü içinde sanat ve halk müziğimizin makamlarının kullanılmış olmasıdır. Bu husus esere yerli bir karakter kazandırmıştır.

Özellikle “Sensin kerim, sensin rahim” mısraları ile başlayan bölümler koral bir üslup ile mükemmel derinlikte bir ses ve ahenk zenginliğine ulaşmıştır.

Halil Bedi Yönetken'in eser ile ilgili fikirlerini kendi ifadeleri ile sizlere intikal ettirmek istiyorum. Çünkü bu şaheser eser, ancak bu mükemmellikte ifade edilebilir.

“Değerli bestecimiz Ahmet Adnan Saygun'un, içinde içli ve mistik duygularını bütün içtenliği ile ve nefis bir dille dile getirdiği bu büyük eseri, her şeyden önce, modern Türk müzik edebiyatına türünde ilk örneği kazandırmış oluyor. 600 küsur yıl önce yaşamış, dilini bugün anladığımız ve sonsuza kadar anlayacağımız büyük Türk şairinin nefis mısraları bestecimizin büyük ilgisi ve emeğiyle büyük bir form içinde müziklenmiş bulunuyor. Bu eser bir gün herhalde başka dillere de çevrilecek ve başka ülkelerde de söylenecektir. Adnan Saygun bu hareketiyle Türk edebiyatına, Türk kültürüne büyük oranda hizmet etmiş, bu eseriyle bütün dünya oratoryo edebiyatına yeni ve özel bir örnek kazandırmış oluyor.”
Eserin bir gün başka ülkelerde de yorumlanacağını uman Halil Bedi Yönetken yanılmamıştı. Eser önce Fransa'da, sonra New York'ta BM sunulmuştur. Daha sonra Macaristan ve Almanya'da sahnelenmiştir. Bugün se Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde müzikseverlere sunulmaktadır. Kuşkusuz bu bizler için gurur kaynağı olmaktadır. Büyük emeklerle yeniden kazandırılan “Süreyya Operası”nın ulusumuza hayırlı olmasını, geleceğimiz olan gençlerimizin bu sanat yuvasından yeterince istifa edilmesini canı gönülden temenni ederim.

Aytaç YALMAN

Org. Aytaç Yalman Anlatıyor

Org. Aytaç Yalman, 1 Eylül 1998 tarihinde 2. Ordu Komutanlığı görevini devraldı. Devir-teslim töreninin üzerinden birkaç gün geçmişti ki, Ankara’dan bir telefon aldı.

Aynı tarihte Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilen Org. Atilla Ateş, 2. Ordu’ya ziyarete geliyordu. Aytaç Paşa’nın beklediği bir ziyaret değildi.

Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Ateş, Malatya’da 2. Ordu karargahına gelir gelmez Aytaç Paşa’ya :

- ‘Suriye sınırına yakın bir yere gitmek istiyorum, mümkün ise halkın da bulunması iyi olur.’ dedi.

Aytaç Paşa, Atilla Paşa’nın konuşmasından ve isteğinden bir olağanüstülük olduğunu sezdi hemen hazırlıklara girişti. Hemen Hatay Valisi’ni aradı. Vali, daha sonra OHAL Bölge Valisi ve Emniyet Genel Müdürlüğü görevlerine getirilecek olan Gökhan Aydıner’di. Kara Kuvvetleri komutanı’yla beraber Reyhanlı’ya geleceklerini, komutanın halka hitap etmek istediğini, ona göre hazırlık yapılmasını rica etti.

Aytaç Paşa, Atilla Paşa’nın konuşma yapacağını biliyordu ama ne konuşacağını bilmiyordu.

16 Eylül 1998 günü Atilla Paşa, Aytaç Paşa ve Vali Aydıner Reyhanlı’ya gittiler. Halk hazırdı. Atilla Paşa, Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve Kenya’da Türk görevlilere teslim edilmesiyle sonuçlanacak sürecin başlangıcı sayılan o ünlü konuşmasını yaptı.

Atilla Paşa, Reyhanlı halkına konuşuyordu ama Suriye devlet Başkanı Hafız Esat’ta “sen dinle” diyordu :

Suriye gibi komşular Türkiye’nin iyi niyetini yanlış tefsir ediyorlar. Apo denilen eşkiyayı destekleyerek, Türkiye’yi terör belasına bulaştırdılar. Türkiye iyi ilişkiler konusunda gerekli çabayı gösterdi.Ancak sabrımız tükenmek üzeredir. Her türlü fesatlık Suriye’den çıkmaktadır. Türkiye 65 milyonluk bir ülkedir. Kendi topraklarını koruyacak, bu fesatlıklara karşılık verecek güçtedir. Türkiye beklediği karşılığı alamazsa Türk milleti olarak her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır.”

Atilla Paşa’nın bu sözleri Suriye’ye karşı açık bir savaş tehdidiydi.

Dönüş yolunda iki komutan konuştular. Atilla Paşa, Aytaç Paşa’ya Ankara’da alınan kararı aktardı. Milli Güvenlik Kurulu’nun Temmuz 1998 toplantısında Suriye’ye karşı savaş dahil her türlü yaptırım uygulanması kararlaştırılmıştı. Suriye, “Öcalan’ı teslim etmezsen savaş açacağız” mesajının verilmesi kabul edilmişti.

Bu kararın alındığı Milli Güvenlik Kurulu toplantısına Kara Kuvvetleri Komutanı olarak katılan Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, 1 Eylül 1998’de Genelkurmay Başkanlığına atanmış ve Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Atilla Ateş Paşa’ya ilk emri bu olmuştu.

Atilla Paşa’nın savaş tehdidi içeren bu konuşmasından sonra Ankara, Şam’dan gelecek yanıtı beklemeye başladı.

1 Ekim 1998 günü Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, TBMM’nın açılış konuşmasında, Atilla Ateş Paşa’nın söylemini daha sert ve kararlı ifadelerle tekrarladı. Şam işin ciddiyetini anlamalıydı.

Atilla Ateş paşa arkasından Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in konuşmaları dünyanın gözünü Ankara’ya çevirdi. ABD Başkanı Clinton Demirel’i arayarak işin ciddiyetini sordu. Aldığı yanıt, Ankara’nın gerekirse Suriye’ye girmek üzere hazırlık yaptığı yönündeydi.

Suriye’ye Aytaç Paşa girecekti

Aytaç Paşa, kara Kuvvetleri komutanı Org. Atilla Ateş’i Ankara’ya uğurladıktan sonra hemen işe koyuldu. 2. Ordu’yu alınan bu karar göre konuşlandırması gerekiyordu. Kısa süre içinde 2. Ordu’dan yeterli sayı ve donanımda birlikler Suriye sınırına kaydırılacaktı. Aytaç Paşa hızla hazırlıklara koyuldu. Önce keşif uçuşlarının yapılması gerekiyordu. Ardından zırhlı birliklerin sevkiyatı başlayacaktı. Yığınak planı yapıldı. Aytaç Paşa üzerindeki stres çok fazlaydı. O kadar ki,O günlerle sayılı bir sürede Suriye’ye girecek biçimde 2. Ordu’yu yapılandırması gerekiyordu. O sırada zona olmasına rağmen hastalığa aldırmadan sevkiyatı sürdürdü ve kısa süre içinde 2. Ordu, Suriye sınırına dayandı.

Aytaç Paşa’ya sordum :

  • Şam, Ankara’nın tehdidine aldırmazsa ne olacaktı ?

  • Ne olacak ! Suriye’ye girecektik. Planlar hazırdı. Şam’a kadar gidecektik.(bu cümle silindi)

  • Suriye sınırda karşı önlem almamış mıydı ?

  • Bizi durduramazdı. Buna gücü yetmezdi. Birliklerinin çoğu İsrail sınırındaydı. Savaşacak ciddi bir gücü yoktu. Olanların da savaş kabiliyeti yoktu. Sovyetler dağılmış, Rusya yardım edemiyordu. Suriye yedek parça sıkıntısı çekiyordu. Uçakları uçamıyor, tankları yürümüyordu. Biz de kararlıydık. Ben zaten bölgeyi çok iyi biliyordum. Sınırda tugay komutanlığı yapmıştım. Sonra ADANA’da 6. Kolordu Komutanlığım sırasında bölge yine benim sorumluluğumdaydı. Ardından 2. Ordu Komutanlığı’na getirilmiştim. Yani yıllardır bu bölgede görev yapıyorum. Coğrafyayı çok iyi tanıyorum.

  • Peki Suriye’ye siz mi girecektiniz ?

  • Emir verilirse, tabii. Ordunun başındaki komutan olarak ben girecektim. Ama gerek kalmadı . Suriye ne yaptı ? Karşı çıkamadı. Ordusunun zayıflığını kendisi de biliyordu. Apo’yu çıkarmak zorunda kaldı.

Silahlı kuvvetler savaşmadan da caydırıcı gücü ile görev yapar. Aslında en iyi olanı da budur. İşte ordumuz caydırma görevini başarı ile yerine getirdi.

Aytaç Paşa Suriye’ye girmek üzere sınırda beklerken, haber, önce Ankara’ya sonra Şam’a giden Mısır devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’ten geldi. Mübarek, Cumhurbaşkanı Demirel’i aramış ve Hafız Esat’ın Abdullah Öcalan’ı Suriye’den çıkaracağını bildirmişti.

Abdullah Öcalan, Suriye’den çıkarıldı ve 15.2.1999 günü Kenya’nın başkenti Nairobi’de Türk görevlilere teslim edilmesiyle sonuçlanan, yolculuğuna başladı.

Aytaç Paşa ise 200 yılında Jandarma Genel Komutanı, 2002 yılında da Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. 2004 yılında bu görevini Org. Yaşar Büyükanıt’a devrederek, emekliye ayrıldı.

Org. Aytaç Yalman’ın analizi

Aytaç Paşa, tugay,kolordu ordu komutanı, Jandarma Genel komutanı ve K.K.K. olarak PKK ile mücadelenin askeri yönünün her şamasında görev yaptı. Ancak, bu mücadelenin sadece askeri boyutuyla değil diplomatik boyutuyla ilgili görevlerde de bulundu. Suriye ile ilişkilerde “Adana Mutabakatı”nın müzakereleri ve bağıtlanmasında etkili bir isimdi. Jandarma Genel Komutanlığı sırasında da Suriye ile hem askeri hem diplomatik ilişkilerde önemli bir işlev gördü. Bu yönleriyle Aytaç Paşa’nın sorunun siyasal,sosyal ve kültürel boyutlarıyla ilgili analizi de önem taşıyor.

Aytaç Paşa’ya, bu kitap çalışması nedeniyle 3 Ağustos 2007 günü Bodrum-Turgutreis’te yaptığımız sohbet sırasında bu konudaki görüşlerini de sordum.

Aytaç Paşa, sorunun üç dönemi olduğunu belirterek şu analizi yaptı :

PKK boyutuna girmeden önce olayı üç döneme ayırmak mümkün :

1 – Sosyal sorun dönemi

2 – Askeri dönem,

3 – Siyasallaşma dönemi.

Sorunun sosyal boyutu eskidir. Aslında Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. Ancak, maalesef bunun yapılamadığını görüyoruz. Henüz terör boyutuna gelmeden sosyal aşamada çözülebilseydi bugün bu sorunları yaşamazdık.

Sorunun sosyal boyutu nedir ?

Bu açıdan baktığımızda, sorunun ‘kendini ifade etmek‘ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek kültürünü yaşamak Oysa, bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmiştik. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyorduk. Dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmişti gibi tarifler dolaşıyordu. O dönemde sosyal istekleri iyi tahlil edemedik. Olayları adli vaka boyutundan çıkarıp ciddi bir sosyolojik analiz yapmamız mümkün olamadı.

1 – Daha açık bir ifade ile biz olayın sosyal yönünü görememişiz, bu nedenle sorunu zamanında çözememişiz,

2 – Dolayısıyla sağlıklı bir entegrasyon gerçekleştirememişiz.

Bunlar önemli tespitler.

Şu yönüyle önemli :

Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938’den 1970’lere kadar ciddi bir terör olayına rastlamıyoruz. Tabii bu dönemde de siyasi alanda bazı illegal Kürt partisi kurma girişimleri var. Ama görünürde ciddi bir eylem yok.

1970’lerden itibaren Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO)’ nı görüyoruz. Henüz PKK gibi bir terör örgütü yok. PKK öncesinde bu tür dernekler,örgütler ve gizli partiler faaliyetlerini sürdürdüler. Bir şekilde sosyal-siyasal alana çıkmak, o alanda yer tutmak istediler. Belki sorun bu boyuttayken bazı sosyal önemleler alınabilmiş olsaydı, sorun bugnük boyutuna gelmeyebilirdi.

Askeri dönem dediğim dönem ise 1978 yılında Fis Köyün’de PKK’nın kurulmasıyla başlayan dönemdir. Bu tarih terör döneminin başlangıcı olarak alınabilir. Ancak o tarihlerdeki sorumlular bu olayıları yeterince değerlendirememişlerdir. PKK 1978’de kuruldu başlangıçta taban oluşturmakta çok zorlandı İlk ciddi terör eylemini 1984’de yapabildi, Eruh-Şemdinli baskınıyla. 1978’dan sonra Abdullah Öcalan Suriye’ye geçti. Bekaa’da kamp kurdu.PKK 1982-1984 yılları arasında Kuzey Irak’ta teşkilatlanmasını tamamladı. Olayın ciddiyeti 1984 Eruh-Şemdinli baskınıyla ortaya çıkmış oldu. PKK terörünün başlangıcı olarak bu tarih alınabilir. Bu baskınlardan sonra askeri dönem,yani güvenlik güçlerinin silahlı mücadelesi başladı ve uzun bir zaman devam etti. Hâlâ da devam ediyor.”

Kırılma noktaları

Aytaç Paşa PKK’nın terör ve siyasallaşma sürecinde önemli kırılma noktaları olduğunu vurguladı. Olayın bu kırılma noktalarının yaşandığı ulusal,bölgesel ve uluslar arası konjonktürün koşulları dikkate alınarak analiz edilmesi gerektiği üzerinde durdu.

Aytaç Paşa’ya göre kırılma noktaları şunlardı :

1 - 15 Ağustos 1984’te PKK’nın Eruh ve Şemdinli baskını,

2 – 1989’da Berlin duvarının yıkılması,

3 – 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılması, (NATO Stratejilerindeki değişikliğin Türkiye tarafından algılanamamış olması, bölge politikalarının sağlıklı bir şekilde düzenlenmesine engel olmuştur.)

4 – 1991 Körfez Savaşı, (Çekiç Güç harekatı dahil)

5 – 1994 Terörün baskı altına alınma döneminin başlaması (üstünlüğün ele geçirilmesi),

6 – 1996 Ankara Süreci (Kuzey Irak’ta tam denetimin sağlandığı yıllar)

7 – 1998 Washington Mutabakatı (Bölgedeki Kürt liderlerin Amerika’ya daveti ve Amerika’nın bölgedeki etkinliğinin başlaması)

8 - 1999’da Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesi

9 - 1 Mart tezkeresi, (ABD’nin Kuzeyden cephe açma talebiyle ilgili tezkere bu tarihte TBMM tarafından reddedildi)

10 - Nihayet Mart 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal etmesi

Aytaç Paşa, Türkiye’nin bu kırılma noktalarında başlayan süreçli zamanında doğru okumalı ve ekonomik,sosyal,siyasal, askeri tedbirleri yine zamanında almalıydı. Aytaç paşa özellikle siyasi alanda Türkiye’nin yapması gerekenleri zamanında yapamadığı düşüncesinde. Böyle olduğu için de sorunun daha da büyüdüğünü ve alınan önlemlerin de arzu edilen sonuçları tam vermediğine işaret ediyor. Söz konusu süreçlerin başlangıcında gerekli önlemlerin zamanında alınmaması nedeniyle de sorunun başka bir boyuta taşındığını vurguluyor. PKK’nın siyasallaşma aşamasına (2003 yılından itibaren) bu kırılma noktalarında başlayan süreçlerle ulaşabildiğine dikkat çekiyor. Bugün gelinen nokta; sorun ulusal boyuttan uluslar arası boyuta taşınmıştır. Ayrıca sorun askeri olmanın ötesinde siyasi bir sorun haline gelmiş bulunmaktadır.

Aytaç Paşa’dan Öcalan’ın teslimine farklı bakış

Ekim-1998’de Şam, Türkiye direnseydi Suriye’ye girecek komutan olan Aytaç Yalman Paşa, Abdullah Öcalan’ın Kenya’da Türk görevlilere teslim edilmesi olayına farklı bakıyor. Bu konudaki soruma şu yanıtı verdi :

Bence, ABD Irak’a müdahaleye çok önceden karar vermişti. Öcalan’ı paket yapıp teslim etmesi bununla ilgilidir. ABD, Irak’a müdahale ederken Kürtlere dayanmak istiyordu. Bu işi Barzani ve Talabani’nin desteğiyle yapmayı planlıyordu. Abdullah Öcalan ise Barzani ve Talabani’ye alternatifti. Bana göre ABD, Barzani’yi, Talabani’yi güçlendirmek, onların siyasi ve askeri alanda manevra alanını genişletmek için Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti. Barzani ve Talabani için hem Öcalan’ı alternatif olmaktan çıkardı hem de Türkiye’yi memnun etmiş oldu. Ama PKK’yı da tümüyle sıfırlamadı. Bugün ABD’nin Barzani’den ve Talabani’den aldığı destek ve onlara verdiği destek, koruma ve sağladığı olanaklar, benim bu düşüncemin doğru çıktığını gösteriyor. Ben bu nedenle de Öcalan’ın 1999’de teslim edilmesini bir kırılma noktası olarak saydım.”

Öcalan’ın teslimi neden kırılma noktası ?

Aytaç Paşa, Öcalan’ın teslim edilmesini neden kırılma noktası olarak görüyor ? ABD, Barzani ve Talabani’nin “rakibi” olarak gördüğü Öcalan’ı alternatif olmaktan çıkarmak yoluyla neyi hedefliyor ?

Aytaç Paşa’ya bu soruları yöneltince 2005 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir makalesine atıf yaptı.

Aytaç Paşa’nın yaklaşımını görebilmek için konu ettiği “1999 yılı dönüm noktası” başlıklı makalesini buraya almakta fayda var :

1998 yılında Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması için uygulanan politik baskı sonuç vermiş ve Abdullah Öcalan Suriye’yi terk etmek mecburiyetinde kalmıştır.(O tarihten sonra başlayan Adana mutabakatı ve Suriye ile güvenlik ilişkileri ayrı bir konu için burada temas etmek istemiyorum.)

1999 tarihi terörle mücadele tarihimizin bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü bugün gerek yurt içinde gerekse yurt dışında (özellikle Kuzey Irak’ta) yaşanan olaylar ve son bir yıl içinde tırmanan terörün nedenleri ve siyasi ilişkilerin belirlendiği yıl 1999 yılıdır. Bilindiği gibi Abdullah Öcalan bu tarihte Amerikalıların yardımıyla yakalanmıştır. Bu olay terörün bir süre baskı altına alınmasına yardımcı olmuştur. Ancak bugün ortaya çıkardığı sonuçlar itibariyle üzerinde düşünülmesi gereken bir olayın da başlangıcı olmuştur. 1920 yılında Sevr barış konferansında, Kürdistan meselesini uluslar arası bir konferansta ortaya atarak siyasallaştırmak isteyenler, 79 sene sonra kendilerince şartların uygun olduğunu değerlendirerek, dış güçlerin destek ve himayesinde tekrar sorunu uluslar arası bir mesele haline getirmeyi başarmışlar ve siyasallaştırmışlardır. Kuşkusuz, 1920’de bu mesele nasıl çözüldü ise bugün de öyle çözülecek, teslimiyetçi politikalar terk edilerek işbirlikçiler de tavsiye edilecektir.

Öcalan’ın yakalanmasıyla o tarihlerde Kuzey Irak’taki iki Kürt lider, Barzani ve Talabani’ye ciddi bir alternatif olma ihtimali ortadan kaldırılmış ve bölgedeki PKK gücünün pasifize edilmesiyle Kürt liderlere gerek siyasi gerekse askeri alanda geniş bir manevra sahası sağlanmış, çok daha rahat hareket edebilmişler ve Amerika’ya kendilerini daha bağımlı hissetmeye başlamışlardır.

Öcalan’ın yakalanması, Kuzey Irak’ta bu sonuçları doğururken Türkiye’de ise ; terör açısından nisbi bir sukunet döneminin başlamasına sebep olmuş ; o dönemde muhatap olduğum birçok gazeteciye de ifade ettiğim gibi terör bitmemiş, belli bir süre için baskılanmıştır dedim. 1999 yılında Öcalan’ın pasifize edilmesiyle belli güçler kendi çizgilerinde bir PKK yaratmaya çalışmışlarsa da ancak Öcalan’ın etkisi bugüne kadar devamedegelmiştir. 1999 yılında Türkiye’yi süratle terk eden PKK bu dönemde (benim 2. Ordu K. olduğum dönem) çok ciddi zayiat vermiş, Talabani’nin kontrolündeki Kandil dağı bölgesine çekilmiş ve burada denetim altında tutulmuştur. Aslında tamamen ortadan kaldırılması imkan dahilinde iken ileride verilecek görevler nedeni ile pasifize edilmiş durumda tutulmuş. Bu dönemde PKK yeniden yapılanmış, eğitilmiş ve techiz edilmiştir.

Terör için uygun zemin

Bütün bu olaylardan sonra, sonuç olarak şunu söylebiliriz terörü durduran irade şartlar arzu etmediği bir istikamette değişince terörün başlamasına uygun bir zemin hazırlamış ve terör yeniden başlamıştır. Ancak 1999 yılına kadar daha çok mahalli ölçüde ve silahlı bir mücadele şeklinde cereyan eden terör faaliyeti geçen süre içinde ulusular arası ölçekte ve siyasi bir zeminde devam etmeye başlamıştır.

Silahlı mücadele ile siyasi mücadeleyi bir arada yürütme başarısını gösteren PKK’nın hangi güçler tarafından desteklendiği ciddi anlamda düşünülmeli ve politikamız, bu gerçeğin ışığında planlamalı ve uygulanmalıdır.

1999 yılı, diğer taraftan Helsinki anlaşmasıyla AB sürecinin hız kazandığı bir yıldır. 1999-2005 yılları arasında AB’ye girme umudu ile sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alanda, içinde bulunduğumuz gerçeklere genellikle ters düşen birçok düzenleme ile ulus devlet yapımıza, ulusal birlik ve bütünlüğümüze ciddi zararlar veren uygulamalar yapılmış ve o tarihe kadar bu boyutlarda yaşanmayan etnik ve dini ayrışma hukuki ve adli düzenlemedeki isabetsizlikler terör ile mücadele edenlerde moral bozukluğu yaratmış ve sonuç olarak terörle mücadele çok daha zor bir zeminde yapılmak mecburiyetinde kalmıştır.”

Aytaç Paşa, ABD’nin bu politikasının ip uçlarını 1998 yılında vermeye başladığı düşüncesinde. Bu konudaki görüşü ile yukarıdaki makalesi bir arada değerlendirildiğinde, Aytaç Paşa’nın, Washington’un “Barzani-Talabani ikilisi”ne dayanmayı çok önceden planladığı sonucuna ulaştığı görülüyor. Aytaç Paşa’nın bu konudaki yaklaşımı özetle şöyle :

PKK ile yapılan düşük yoğunluklu terör mücadelesinde bazı tarihleri vurgu yaparak açıklamakta konunun anlaşılabilmesi açısından yarar görülmektedir. 1994’de sağlanan üstünlüğün sonucu olarak ; 1996’dan 1998 yılına kadar geçen süre hem yurt içinde hem de yurt dışındaki bölgede bu mücadalede tam hakimiyet sağladığımız yıllardı. Ancak bu olumlu siyasi ve askeri ortam 1998 yılında Amerika’nın bölgede ağırlığını hissettirmesi, Barzani ve Talabani ile Washington mutabakatını imzalaması ile son bulmuştur. 1998 yılından sonra bölgedeki mücadelede Barzani ve Talabani ile işbirliği daha zor ve güç şartlarda sürdürülmüştür. Müşterek operasyonlarda eskiye nispetle ciddi isteksizlikler ile karşılaşılmıştır. Dolayısıyla Kuzey Irak’taki operasyonlar daha zor şartlar altında yapılmaya başlamıştır.”

Aytaç Paşa, ABD’nın, Türkiye’nin askeri ve siyasi hakimiyet sağlayarak 1996 yılında başlattığı Ankara sürecini, 1998’de keserek, Barzani ve Talabani’yi “Washington süreci”ne yönelttiği kanaatindedir. Bu gelişme ile Ankara’nın bir anlamda devre dışı bırakıldığı ve Washington’un Barzani ve Talabani ile anlaşarak, Irak’a müdahale sürecini o dönemden başlattığı görüşündedir.

Aytaç Paşa’ya göre, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Kürt liderlere verdiği destek ile Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi bu bağlamda değerlendirilmesi gereken gelişmelerdir.

Ecevit’in kuşkusu

Aytaç Yalman paşa’nın bu analizi, Öcalan’ın yakalandığı tarihte Başbakan olan rahmetli Bülent Ecevit’in kamuoyuna yansıttığı “kuşku”yu anımsatıyor. Rahmetli Ecevit, “ABD Öcalan’ı niye teslim etti anlayabilmiş değilim” diyerek kamuoyunun dikkatini çekmek istemiş, ancak, eleştirilmişti. Aslında Bülent Ecevit de, Öcalan’ın ABD tarafından teslim edilmesi ile Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’nin güçlendirilmesi arasında bir bağ olabileceğini düşünüyordu.

Ecevit’in kuşkusu ve Aytaç Paşa’nın bu yaklaşımına katılanlar olduğu gibi karşı çıkanlarda oldu. Ancak, kuşkuların devam edeceği ve bu konunun tartışmaya açık olacağını söylemek mümkün.

Türkiye-Suriye güvenlik diplomasisi

Adana Mutabakatından sonra Türkiye-Suriye ilişkilerini büyük ölçüde Aytaç Yalman paşa yürüttü. Aytaç Paşa’ya, Türkiye-Suriye ilişkilerindeki düzelme dönemini sordum.

  • İlişkilerin normale dönmesi için neler yaptınız ?

  • Adana Mutabakatı’ndan sonra Türkiye-Suriye arasında güvenlilik diplomasisi dört sene süreyle tarafımdan yürütüldü. Özellikle Ordu Komutanlığım dönemindeki temaslarda oldukça zor günler yaşandı. Yıllarca devam eden güvensizliğin kısa bir süre içinde düzelmesinin mümkün olmadığını görünce sosyo-kültürel enstrümanların kullanılmasının uygun olacağını düşündüm. Öncelikle 23 Nisan 1999 günü Suriye’den çeşitli yaş gruplarından öğrencileri, Adana ve Mersin’e getirtmek suretiyle sağlıklı bir açılım yaptığımı bilahare gördüm. Bunu 19 Mayıs 1999’da bir grup gencin daveti takip etti. Daha sonra Şam Senfoni Orkestrasını Adana’ya davet ettim. Bilahare Suriye de Çukurova Senfoni Orkestrasını Şam’a davet etti. Böylece iki ülke arasında kültürel anlamda anlamlı bir köprü kurulmuş oldu. Bundan sonraki temaslarımız daha anlamlı ve güvenli bir ortamda devam etti. Esasen bugün Türkiye-Suriye ilişkilerinin geldiği olumlu nokta, bahsettiğim uzun ve meşakatli bir sürecin sonunda olmuştur.

KAHRAMAN TÜRK KADINLARI

Tarih boyunca Türk kadını hayatın her safhasında erkeklerin yanında her türlü sorumlulukları paylaşmış, özellikle kurtuluş savaşında, mücadelenin her döneminde bu kutsal savaşa destek vermiştir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk “ Dünyada hiçbir milletin kadını, ‘Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluş ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim.’ diyemez.” demek suretiyle kahraman kadınlarımızın değerini veciz bir şekilde ifade etmiş ve onları hak ettikleri şekilde onurlandırmıştır.

Bilindiği gibi kurtuluş savaşında ordumuzun hayat membaını kadınlarımız oluşturmuş, böylece ülkemizin varlığında çok önemli bir rol oynamışlarıdır. Bu nedenle bu büyük ruhlu ve kahraman kadınlarımıza şükran ve minnet duygularımızı bir kere daha ifade etmenin ulvi bir görev olduğunu düşünüyorum.

Anadolu’nun düşmana karşı şahlandığı milli mücadele döneminde Türk kadını vatan savunmasında erkekler ile beraber çok anlamlı hizmetler vermiştir. Bu savaşta Türk kadının kahramanlıkları, vatan uğrunda hayatını hiçe sayarak yaptığı fedakârlıkları, istiklal savaşımızın kazanılmasında en büyük etken olmuştur. Bu nedenle cumhuriyetimizin temelinde Türk kadınının çok büyük emeği, kanı ve gözyaşı vardır.

Bu büyük emek ve fedakârlıkları özellikle gençlerimiz olmak üzere tüm toplum ile paylaşmak ve abideleştirmek istedik. Bu nedenle gönlü büyük kahraman kadınlarımız için bir sahne eseri (oratoryo) yazmanın bir vatan borcu olduğunu düşündük. Bugün izleyeceğiniz “Kahraman Türk Kadınları Oratoryosu” bu düşüncelerin sonucu olarak yazılmıştır.

İfade ettiğim gibi; İstiklal harbinde kadınlarımızın çok ciddi ve anlamlı katkıları olmuştur. Genellikle bu konuda topluma mal olmuş birkaç isimden söz edilir. Oysaki bu mücadelenin fikirsel oluşumundan başlayarak bilfiil silahlı mücadeleye kadar çok büyük katkı sağlayan kahraman kadınlarımızın yaptığı fedakârlıkları;

• Kurulan cemiyetler,
• Düzenledikleri mitingler,
• Çatışmaya bilfiil katılanlar,
• Taşıt kollarında görev alanlar şeklinde özetlemek suretiyle ifade etmek uygun olacaktır.


Asri Kadınlar Cemiyeti;

1919 yılının başlarında özellikle üniversite öğrencileri ve ileri gelen vatansever kadın ve kızlarımızın bir araya gelerek kurdukları ilk örgüttür. ilk mücadele ateşinin yakıldığı toplantılarda, memleketin içinde bulunduğu durum, işgaller, mütarekenin ağır şartları görüşülmüştür. 16 Mayıs 1919 günü bütün dünya liderlerine ve toplumlarına cemiyetin yayınladığı bildiri, bugün için dahi değerini koruyacak özellikler ve toplumun ruh halini yansıtıyor.

“1919 yılı üstümüze korkunç bir kâbus gibi çökmüş, bizleri gönülden yaralamıştır.

15 Mayıs’ta Güzel İzmir’imizin işgal edilmesi, içimizde bir saatli bomba gibi işleyen isyan duygularımızı artırmış ve hepimize delicesine arzular vermiştir.

Milli heyecanın artması, her gün yeni baştan bir ıstıraba tanık olmamız, bizleri, birbirimize daha çok bağlamıştır.

Şimdi hepimiz; bir nefes, bir yürek olduk.

İçimiz, bir heyecan seli gibi durmadan kaynıyor, mutlaka bir şeyler yapmak gerektiğine, içlerimizi kanatan zehirleri akıtmak için, gerekirse çılgınca hamleler yapmaya hazırlanmak durumundayız.

Bu böyle müthiş bir arzu, öyle yıkıcı bir ihtirastır ki, ölüm tehlikesini bile bizlere unutturmaktadır.

Hepimiz, haykırmak gereksinimi ile yanıyoruz.

Sesimizi, dertli vatanımızın, her köşesine duyurmak, nefretimizin korkunç alevleriyle, düşmanlarımızı yakmak istiyoruz.

İçimizden her an biraz daha büyüyen bir ateşle; şöyle bir karar aldık:

Başta, tüm üniversiteler olmak üzere, tam teşkilatlı Kadın Kuruluşlarının hepsi, hakka, özgürlüğe aşık olan vatandaşlar, kutsal topraklarını seven herkes, birleşip, duydukları bu isyanı, memleketin tüm yüzeyine yaymaya çalışacaktır.

Bunun için, devamlı olarak PROTESTO MİTİNGLERİ hazırlanacak, bir program içinde, yapılacak olan bu gösterilerde; yüreği yanan, sesi duyulan, dili söylenebilen herkes konuşacaktır.

Bunları uygulamak için, tüm tehlikeleri göze almış bulunmaktayız.”

Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cephesi

Türk kadınlarının Milli Mücadele’ye büyük kararlılıkla katılışını gösteren en önemli olay, merkezi Sivas’ta olmak üzere “Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti”nin kuruluşudur (9 Aralık 1919). Bu cemiyet Sivas Valisi Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşit Hanım ve arkadaşları tarafından Sivas’ta kurulmuş, kısa sürede Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde Merkeze bağlı birçok şubeleri açılmıştır. Düşman işgallerini büyük bir hassasiyet ve dikkatle izleyerek İtilaf Devletleri ve İstanbul Hükümeti’ne karşı zaman zaman protestolar yayımlayan, Milli Ordu’ya para ve mal yardımı kampanyaları açan, Milli Mücadele için Anadolu’ya geçenlere kutlama mesajları gönderen bu cemiyet; Kurtuluş Savaşı boyunca Türk kadınlığının iftihar edeceği büyük hizmetler görmüştür. Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti, hizmetleri esnasında daimi surette Heyet-i Temsiliye ve Ankara Hükümeti ile ilişkilerini sürdürmüş ve Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük takdirini kazanmıştır.

15 Eylül 1919’da İzmir’in işgal edilmesinden bir gün sonra ilk miting kahraman kadınlarımız öncülüğünde Kastamonu’nun Nasrullah Meydanı’nda düzenlenmiş ve işgal kınanmıştır. Daha sonra 10 Aralık 1919 yine Kastamonu’da Kız Öğretmen Okulu bahçesinde yine kadınlarımızın düzenlediği ikinci bir miting daha yapılmıştır. Bu mitingden önce ABD, İtalya ve Fransa Cumhurbaşkanlarının eşlerine ve İngiltere kraliçesine telgraflar çekilmiş, işgaller protesto edilmiştir.

Mitingde Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kadın şubesi başkanı Zekiye Hanım “Eğer hakkımız teslim edilmez ise, evlatlarımızın kanlarına kendi kanlarımızı karıştırarak erkeklerimizle bir safta istiklalimiz için haksız zalimlere karşı şehametle öleceğiz.” diyordu.

Fatih Mitingi:

Asri Kadınlar Birliği’nin 19 Mayıs 1919 günü düzenlediği ilk mitingdir. Fatih Meydanı’nda düzenlenen mitingde Halide Edip hanımefendi toplanan kalabalığa şöyle hitap etmiştir:

“Kardeşlerim… Evlatlarım…

Bu bahtsız beldenin, bu bahtı kara memleketin zulüm gören, acı çeken insanları.

Bugün Müslümanlar ve Türkler; şanlı tarihlerinin, en karanlık günlerini yaşıyorlar.

Bugün, elleri, kolları kesilmiş bir duruma düşen Türk Milleti’nin, tarihindeki, geçmiş günlerindeki gibi cesur, atılgan ve kahramanlıklar dolu bir yüce ruhu var…

Asırlardır ‘Medeniyim’ diyen bütün Batılı ve Avrupa Devletleri, bizleri parçalamak ve topraklarımız üzerinde, en vicdansızca girişimlerde bulunmaktan asla geri kalmadılar…

Bu yaşananlar, tıpkı zifiri karanlık bir gece gibidir.

Ancak, insanın hayatında, sabahı olmayan gece yoktur…

Yarın, bu korkunç geceyi yırtıp, parlak bir sabah yaratacağız.

Buna da gücümüz mutlaka vardır…

Şimdi buradan yükselen bu ses, Türk ve Müslüman halkın, göklere doğru yükselen asil sesidir.

Bugün, elimizde top, tüfek yok ama ondan daha da güçlü, ondan da, daha büyük bir silahımız var…

Evet… Hak var… Allah var…

Şimdi hepiniz, bu Kutsal Camii’nin bulunduğu bu meydandan, benimle beraber yemin ediniz.

Kutsal topraklarımıza, bayrağımıza, atalarımızın bize miras bıraktığı emanetlere, asla ihanet etmeyeceğiz.

Gerekirse, canımız, malımız, kanımız bu uğurda helaldir.”

Bu gönülden haykırışa, bu kutsal coşkulara, orada bulunanların hepsi, kelime kelime katılarak yemin edip, sessiz ve sakin bir şekilde dağılmışlardır.

Üsküdar Mitingi;

20 Mayıs 1919 günü Üsküdar Doğancılar’da yapılmıştır. Yine Asri Kadınlar Cemiyeti üyesi iki üniversiteli hanım Naciye Faham ve Sabahat Hüsamettin Hanımlar kürsüye hıçkırık ve gözyaşları içinde çıkmışlardır. Sebahat Hüsamettin Hanım konuşmasında;

“Kardeşlerim…

Bugün burada, içinde bulunduğumuz bu kara günlerin, tekrar aydınlığa dönüşmesi ümidi ile toplanmış bulunmaktayız.

Bu acılar, bu zulümler, bu işgaller, hiçbir zaman bizim kaderimiz değildir ve olmayacaktır…” diye seslenmiştir.


Kadıköy Mitingi:

22 Mayıs 1919 tarihinde Münevver Saime Hanım Kadıköy’de halka şöyle sesleniyordu:

Övünerek bırakabileceğimiz tek miras, Türklüğümüzdür.

“Değerli kardeşlerim… Beyefendiler… Hanımefendiler…

Sizlerin karşısında konuşmanın ne kadar zor bir iş olduğunu, bu kürsüye çıkmadan önce düşünemezdim bile…

Ey Galip Devletler…

Sizlere sesleniyorum. Eğer yaptığınız savaşlar, insanları mutlu etmek içinse, ‘Unutmayın ki, biz de insanız…’ Bir millet yok edilemez.

Ben kendimi özgürlüğü elinden alınmış bir Millet’in kızı olarak, istiklalime nasıl yürüyeceğimizi söyleyeceğim. Bir gün gelip de oğlum bana, ‘Ben neyim?’ diye sorduğu gün, ona semalardan haykıran bir melek gibi ‘Büyük Bir Tarihe Sahip Bir Türksün’ diye cevap vereceğim.

Bu nida, bu ses onun ruhunda her zaman çok büyük fırtınalar koparacaktır. Bundan eminim… Şunu iyice bilmenizi isterim ki, benim şu anda içimden coşan duygularımın, sizlerin duygularınızdan bir farkı yoktur.

Çok heyecanlıyım… Ellerim titriyor…

Gözlerimden akan yaşlar, nerdeyse sizleri görmeme engel oluyor…

Bizler, bahtsız bir nesiliz…

Bizler belki de yaşça çok genciz…

Kimi zaman, Çanakkale siperlerinde, düşmana kan kusturan, başına bela kesilen Mehmetçik…

Kimi zaman İstanbul sokaklarında hor görülen bir Ahmet, bir Fatma…

Kimi zaman, İzmir Kordon Boyu’nda dipçiklenen asker Mehmet…

Kimi zaman, kendi kabuğuna sığamayan, bir Ali, bir Ayşe…

Kimi zaman, kendini atalarının emanetlerine ihanet etmiş gibi gören, bir Hüseyin, bir Emine…

Evet, bunların hepsi de sizsiniz, biziz… Bütün bunlara bu yürek nasıl dayanacak? Ta ki, bir beklentimiz, bir umudumuz ve hele hele bir de içimizdeki coşkulu ateş olmasa…

Şunu unutmayın ki, ‘ÇOCUKLARIMIZA BIRAKACAĞIMIZ TEK MİRAS, BÜYÜK BİR TARİHİ OLAN, BİR TÜRK OLDUĞUMUZU SÖYLEMEKTİR.’

Sakın ola ki, bu duygunuzu içinizden atmayın… Çünkü işte o zaman düşmanların asırlardır yapmaya çalışıp da bir türlü beceremediklerini, sen, ben, sizler, bizler, bir anda bitiriveririz. Hatta bitirmekle kalmaz, bizler biteriz. Yarın çok büyük gündür. Tüm Türkler ve İslam Toplumu, Sultanahmet’te buluşacaktır. Oraya gelememenin mazereti olmaz, olamaz. Yarın bu coşkulara, yeni coşkular katarak… Haydi Sultanahmet’e…”

Sultanahmet Mitingi;

23 Mayıs 1919 tarihinde Sultanahmet’te yapılmıştır. Mitingin başkahramanı Halide Edip Adıvar’dır. Halide Hanım mitingi o günün ruh hali ile şöyle anlatıyor:

Sultanahmet Meydanı’na Fuad Paşa türbesi sokağından girdim. Yanımda kaç kişi vardı, beni kim götürüyordu, bilmiyorum. Kalbim o kadar atıyordu ki; yürürken sallanıyordum. Fakat meydanın başına gelip de kalabalığı görünce, bana sükûnet geldi. Sultanahmet Camii’nin minareleri, mavi boşluğa yükselen ilahi bir sanatkârın elinden çıkmış beyaz ney’ler gibiydi. Minarelerin dar şerefelerinden siyah bayraklar havada dalgalanıyordu. Camiin önünde, yerde, yüksek bir kürsü vardı. O da siyah bir örtüyle kaplıydı. Kürsünün önünde Wilson’un onikinci prensibini temsil eden bir yazı vardı. Sade meydan değil, ta Ayasofya’ya kadar insan doluydu. Halk o kadar sıkışmıştı ki; hareket edemeyecek bir halde idi. Askerler, kalabalığın iki yüz bin kişi olduğunu söylüyorlardı.

Bu kımıldanamayacak kadar sıkı olan kalabalıktan başka camiinin demir parmaklıkları, damlar, cami kubbeleri dahi insanla doluydu. Nasıl o kürsüye yaklaşabildim farkında değilim. İki yanımda, iki önümde dört süngülü asker, bana yol açıyordu. Bunların gösterdiği bir kardeş sevgi ve itinasını ömrüm oldukça unutmayacağım. Acaba, bunların beni oraya götürmeleri istenmiş miydi? Yoksa kendi kendilerine mi gelmişlerdi, bilmiyorum. Kürsünün önüne geldiğim zaman hayatımın en önemli dakikalarından birini yaşadığımı hissettim. Vücudumun her zerresi elektriklenmiş gibiydi. Bu hal her hangi bir zamanda beni derhal öldürebilecek kudretteydi. Fakat o an benim için unutulmaz bir tecrübedir. Çünkü hiç sesi çıkmayan bu iki yüz bin kişinin ıstırabını bana aşılamıştı.

İnanıyordum ki; Sultanahmet’teki Halide, her günkü Halide değildi. Bazen en mütevazı ve tanınmamış bir insanın büyük bir milletin büyük idealini temsil edebileceğine inanıyordum. O günkü Halide’nin kalbi bütün Türk kalplerinden gelen hisle atıyor ve Halide’ye gelecek yılların faciasını duyuruyordu.

Türkiye, benim zulme uğramış milletim de ebedidir. O, öteki milletlerde olan kusur ve faziletlere sahip olmakla beraber, hiçbir maddi kuvvetin yok edemeyeceği manevi bir kudrete de sahiptir. Ben bugün onun zirvesini anlatmalı, insanlığın kardeşliğini ifade eden ruhunu vermeye çalışmalıyım.

Sultanahmet’te kadınların faal olarak rol oynadığı ikinci bir miting daha yapılmıştı. Bu da 13 Ocak 1920’de İstanbul’un müttefiklerce işgalini müteakipti. Bu mitingde konuşan Muallimler Cemiyeti Başkanı Nakiye (Elgün) Hanım şöyle demişti:

<<_>>

İstiklal harbi’nde Türk kadınları yurdumuzun yer yer işgal edilmesine, vatandaşlarımızın uğradığı zulümlere karşı koyarak mitinglerde vatan-severliklerini yansıtan heyecanlı, içten duygularla dolu konuşmalarla, protestolarla, Milli Kuvvetler’e, şehitlerimizin dul ve yetimlerine maddi yardım sağlamakla kalmamışlardır. İstanbul’un birkaç aydın hanımı dışında, muhtelif cephelerde savaşlara katılan, her türlü fedakârlıklara katlanarak Milli Kuvvetler’e yardımda bulunmuşlardır.

1920 yılı ağırlıklı olmak üzere çoğunluğu Gaziantep bölgesinden olan 62 kadınımız şehit olmuş, 164’ü de yaralanmıştır.

Bu kutsal mücadelede ön saflarda savaşmış bazı kahraman kadınlarımızdan özetle bahsetmek istiyorum.

Karafatma

Asıl adı Fatma Seher, soyadı Erden’dir. 1888 yılında Erzurum’da doğdu. Subay Derviş Bey ile evlendi. Balkan Savaşı’na kocasıyla birlikte katıldı. Birinci Dünya Savaşı’nda ailesinden 9–10 kadınla Kafkas cephesine gitti. Mondros mütarekesinden sonra eşi Ermeniler tarafından şehit edilmiş kadınları etrafına toplayarak Ermenilerle çarpıştı. Mustafa Kemal Paşa’dan görev istedi. Kurduğu çetesiyle Bursa ve İzmit’in işgalden kurtarılması için çalıştı. Oğlu, kızı ve kardeşleri de müfrezesindeydi. Müfrezesinin mevcudu, 350’ye kadar çıkmıştı. Sakarya ve Başkomutanlık Meydan muharebelerine müfrezesiyle katıldı. Üsteğmen rütbesine kadar yükseldi. Üsteğmenlik emekli maaşını Kızılay’a bağışladı. 1954 yılında TBMM’nce tekrar aylık bağlandı. Ertesi yıl Erzurum’da vefat etti.

Ayşe Hanım

Eşini Balkan Harbi’nde kaybeden Ayşe Hanım 15 Mayıs 1919’da, Yunanlılar’ın İzmir’e girmesiyle birlikte milli mücadele saflarında yerini almış, İzmir’in Yunanlılar’ın eline geçmesi üzerine Aydın’a geçmiştir. Yunanlılar tarafından 27 Mayıs 1919’da işgal edilen Aydın civarındaki savaşlarda kahramanca dövüşmüş, oğullarından büyüğü bu mücadelede şehit olmuştur. Ayşe Hanım, 21 Şubat – 12 Mart’taki Birinci İnönü 31 Mart – 1 Nisan 1921’de ki İkinci İnönü Savaşlarında da bulunmuştur ve oğullarından küçüğü de bu savaşlarda şehit olmuştur. 23 Ağustos – 13 Eylül 1922 tarihleri arasında Sakarya Meydan Muharebesinde yaralanmış, tedavisini takiben müfrezesine dönmüştür. Ayşe Hanım 1942 yılında Ankara’da vefat etmiştir.

Tayyar Rahmiye

Osmaniye ilinin Kaypak Nahiyesi Raziyeler Köyündendir. Dokuzuncu tümenin 1920 Şubat’ında Hasanbeyli civarındaki Fransız kuvvetleri ile yaptığı muharebeye müfrezesiyle birlikte Rahmiye Hanım da katılmıştır. Muharebe esnasında ateş hattında kalan iki arkadaşını korumak için, ileriye atıldığından dolayı kendisine Tayyar Rahmiye lakabı verilmiştir.

Bitlis Defterdarı’nın Hanımı

Maraş’ta düşmana karşı verilen mücadelede en fazla yararlılık gösterenler arasında Bitlis Defterdarı’nın Hanımı da bulunmaktadır. Bitlis Defterdarı’nın Hanımı, Maraş’ın Kayabaşı Mahallesinde düşmanın hazırladığı mazgala yaklaşarak sekiz düşmanı öldürmüş, bilahare erkek elbisesi giyerek milis kuvvetlerine katılmıştır.

Hatice Hatun

Adana ve yöresinde Fransızlara karşı göstermiş olduğu mücadeleden övgüyle bahsedilenler arasında Hatice Hatun da bulunmaktadır.

Bu bölgedeki milis kuvvetlerinde görev yapmakta olan Hatice Hatun, Tekir Yaylası’ndan Mersin’e ulaşacak en kısa yolu soran Fransız kuvvetlerine yanlış yol göstererek Karboğazı’na sokmuş, askerlerimizin tuzağına düşürerek mağlup olmalarını sağlamıştır.

Kara Fatma Şimşek

Yahya Bey’in kızı olan Kara Fatma Şimşek’in asıl ismi, Yemine Vardarlı’dır. 1921- 1922’de, “Fahri Milis Üsteğmeni” rütbesiyle Kocaeli Grubu mürettep Süvarisi emrindeki, Müstakil Süvari Müfrezesi’nde görev yapmış, İstiklal Harbi’nde, bu mıntıkadaki mücadelelerde bulunmuştur.

Tarsuslu Kara Fatma

Asıl adı Adile olan, Adile Hala ve Adile Onbaşı diye anılan bu kadın kahramanımız, silah arkadaşları arasında Kara Fatma lakabıyla anılmaktadır. Sekiz – on kişilik çetesiyle birlikte Afyon Savaşları’na katılmış, Tarsus’un kurtarılmasında büyük yararlılık göstermiştir.


Gaziantepli Yirik Fatma

Antep’in henüz bütünüyle kuşatılmadığı sıralarda kuşatmaya karşı koymak için yola çıkan çete teşkilatına Şaraküstü Mahallesi’nden Yirik Fatma da katılmıştır.

Nazife Kadın

Nazife Kadın, Yunanlılar’a karşı mücadele verilirken, kendisinden bilgi alınmak istenmesine şiddetle direndiğinden düşman tarafından Kavakönü Köyü’nde işkence yapılarak öldürülmüştür.

Gördesli Makbule

Makbule Hanım, Gördesli Ali Ustazade Abdullah Efendi’nin kızıdır. 1921’de Ustrumcalı olan Ali Efe ile evlenmiş, onunla birlikte Milli Mücadele’de çete savaşlarına katılmıştır. Makbule Hanım, 17 Mart 1922’de Akhisar’la Sındırgı hududu üzerinde bulunan Koca Yayla’da, elinde silah, düşmanla en ön safta savaşırken başından vurularak şehit düşmüştür.

Asker Saime Hanım

İstanbul hanımlarından Saime Hanım, Milli Mücadele’ye fiilen katılıp cephede silah kullanmış ve yaralanmıştır. Saime Hanım 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgali dolayısıyla Kadıköy Belediye Dairesi önündeki mitingde konuşma yapmış, tutuklanmış ve daha sonra Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’ye katılmıştır. Savaştan sonra ise İstanbul Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak görev yapmıştır.

İstanbul’da Maçka, Zeytinburnu vs. küçük depolardaki top, tüfek ve cephaneler cesurane tedbirlerle kaçırılıyor, oradan da hayvan ve insan sırtında Ankara’ya naklediliyordu. İşte Türk kadınlarının bu nakliyatta büyük top mermilerini sırtlarında taşıyarak gösterdikleri fedakârlık her zaman hatırlanmalıdır.

Öküzü ölen arabalara diğer öküze eş olarak arabayı çeken kadınlarımızın fedakârlıklarını bugünkü nesillere nakletmenin de bir görev olduğunu düşünüyorum.

Kastamonu’lu Halime Çavuş bu kahramanlarımızdan biridir:

İnebolu’da, Milli Kuvvetler’e bağlı askeri teşkilat kurulmuştu. Silah, cephane, erzak giyecek vb. şeyler, İnebolu İskelesi’nden Çankırı’ya, oradan Ankara’ya, cepheye gönderiliyordu. Trabzon’dan vapurla nakliye işleri başlayınca İnebolu yolu, dolayısıyla Kastamonu Ankara’nın bir üssü haline gelmişti. Burada pencere demirlerinden süngü, kasatura, kılıç yapan ustalar bulunduğu gibi, bunlardan bir kısmı da Ankara’ya gönderilmiştir. Kastamonu kadınlarının Silahlı Kuvvetler’e çok anlamlı hizmet ve katkıları olmuştur.

Yine Sakarya Savaşı sırasında, kadın mücahitlerimizin bu kağnı kollarında nasıl canla-başla çalıştıklarını Kurmay Albay Hulusi Atak’tan öğrenmiş oluyoruz:

Sakarya Savaşı’nın başladığı gün, 23 Ağustos 1337 (1921’de) yaralanan Hulusi Atak’ı geriye Keskin Hastanesi’ne göndermişlerdir. Ankara’dan Yahşi-han’a giden bir dekovile başka yaralılarla birlikte bindirmişler, daha öteye kağnı ile gitmişlerdir. Etraflarından geçmekte olan kağnı kol ve katarlarının çoğunu kadınların idare ettiğinden bahseden Hulusi Atak, “Bu katarların birinden hafif bir çığlık duyduk; bunu müteakip bir duraklama ve telaş eseri görüldü. Bir müddet sonra güzel bir müjde ile karşılaştık. Cephane Kolları’nda bulunan hamile bir kadın bir erkek evladı doğurmuştu. Bu kadını hastaneye yatırmak üzere geriye çevirmek istediler; fakat yorgunluk ve çektiği ıstıraplarla benzi solmuş olan hasta kadın, ‘Cephedeki silahlar..’ dedi, ‘cephane bekliyor; oraya cephane yetiştirmeliyim, geri dönemem!..’ demiştir.

Ali Fuat Cebesoy’un da Kağnı (taşıt) Kolları ile ilgili, ihtiyar bir mücahit kadınla konuşmasını içeren bir hatırası ise şöyledir;

“Cephane Kolları’nı ahalinin vasıtaları teşkil etmişti; bunlar esas itibarıyla kağnılardır. Kağnıların ekserisi köy kadınları ve on, on beş yaşlarındaki çocuklar tarafından idare olunuyordu. Bu, hakikaten asil ve ulvi bir manzara idi. Uzun yürüyüşlerde gece ayaz, kar ve yağmur altında meşakkat ve acının en fazlasını çekmiş olan bu aziz vatandaşlarımız köylülerdi. Bunların içerisinde şiddetli soğuktan yolda ölenler de olmuştu. Kütahya ile Gediz arasında yapılan yürüyüş ve hareketlerde kıtalarımızın ve muharebenin medar-ı hayatı olan erzak ve cephaneyi hep bu aziz vatandaşlarımız taşımışlardı. Bütün meşakkat ve acılara rağmen yüzlerinde bir işmi’zac ve fütur görülmemişti. Hiç unutmam, yine böyle bir yürüyüş esnasında idi; dondurucu bir soğuk vardı. Kağnısının başında duran bir ihtiyar nineye yaklaşmış ve sormuştum: ‘Nine üşüyor musun?’. Şu cevabı vermişti: ‘Hayır oğul, üşümüyorum. Düşman, topraklarımıza bastığı günden beri içim yanıyor!’.

Bu kahraman Türk anasının elini öperken göz pınarlarımda yaşlar tanelenmişti.

İnebolu’dan Kastamonu ve Çankırı yoluyla Ankara’ya harp malzemesi götüren Kağnı Kolları’nda 1921 kışında donanlar da olmuştur; böyle vakalardan en acısı, en ünlüsü, Kastamonu şehrinin kapısı sayılan Kışla önünde, bir kadının (ki O Şerife Bacı’dır) cephane yüklü kağnısı üzerine kapanmış halde donmuş olarak görülmesidir. Şehre girmesi nasip olamayan bu mücahit kadının, şose kenarında, sabaha karşı donduğu anlaşılmıştır. Öküzleri geviş getiren bu kağnı arabasındaki kıymetli yükü korumak için üstüne yorganını örten bu genç kadının bir elinde üvendire, kollarını açarak, yorganın üzerine abanarak kaldığı vazifeliler tarafından görülmüştür.

Rıfat Çavuş öküzleri koşarken, Cemil Çavuş ta şehidin üzerindeki karları süpürmüş ve her ikisi de gözyaşları dökerek kollarından ve bacaklarından tutarak kaldırırlarken, yorganın altından birdenbire çığlığı basarak ağlayan bir çocuk sesi işitince şaşırmışlar ve şehit anayı yana çekip hemen yorganı kaldırmışlar. Otlara sarılı top mermileri arasına yerleştirilmiş çulların içinde kundaklı bir kız çocuğunun donmaktan kurtulmuş bir halde bulunduğunu görmüşlerdir

Kuşkusuz Türk kadınının fedakârlıkları birkaç sahifede anlatılamaz. Ancak iki küçük anekdot ile bu konuyu bitirmek uygun olacaktır.

“Bilecik istasyonunda bir trenin bütün vagonları yarınki zaferleri kazanacak olan Mehmetçikler ile hınca hınç doluydu. Yağmurlu ve serin bir sonbahar gecesiydi. Trenin kalkışı için kampana çalınmış, istasyon hareketlenmişti. Sık sık çakan şimşekler, yaşlı fakat dimdik duran bir Türk anasının çehresini aydınlatmaktaydı. Kadıncağız saatlerdir ayakta trenin yanında bekliyordu. Yağmura, soğuğa, yıldırımlara aldırış bile ettiği yoktu. Kumandan merak ve hürmetini celbeden bu hanıma yaklaşarak kimi uğurlamaya geldiğini sordu. Söğüt’ün Akgünlü köyünden Mehmet oğlu Hüseyin’in kendi oğlu olduğunu, onu selametlemek için geldiğini, kumandanın çağırma teklifine memnun olacağını söyledi. Hüseyin çağrıldı. Annesinin elini öptü. Bu fedakâr ananın sevgili oğlunu bağrına basarken ona şöyle hitap ettiğine şahit olundu:

<<-- Hüseyin’im, aslan oğlum benim… Dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, ağalarında 8 ay evvel Çanakkale’de şehit düştüler. Bak, son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, camilerin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun, öl de köye dönme!.. Yolun Şıpka’ya uğrarsa dayının ruhuna bir fatiha okumayı unutma! Haydi oğul Allah yolunu açık etsin…>> Hüseyin, anasının elini öptü ve trenine bindi.

Bu, bir Türk anasının hayatta kalan son oğluna ettiği nasihatti.

Bundan çok fazla mütehassıs olan kumandan Abdülkadir Bey:

<<-- Demek sizin ailenin erkekleri hep şehit oldular, öyle mi?>> dedi.

Cevap şuydu:

<<-- Yanlız bizim ailenin değil oğul, bizim köyün mezarlığına, elli yıldır delikanlı gömülmedi. Vatan dursun da biz hepimiz ölelim, ne çıkar?..>> Şaşıran Abdülkadir Bey’in:

<<-- Şimdi sizin köyünüzde hiç erkek yok mu?>> sualine cevabı daha da vakurdu:

<<--Köyümüz bütün erkek dolu. Bizi beğenemediniz mi? Hiçbir işimiz geri kalmadı. Evvelce nasılsak gene öyleyiz. Bağrımıza karataş bağladık, düşman mahvoluncaya kadar dayanacağız. Allah, bana o günü göstermeden canımı almasın!..>>

İmanlı, fedakâr ve kahraman Türk analarının bu müşterek anlayış ve hissiyatını aksettiren örnekler pek çoktur. Bunlardan sadece birini daha dikkatlerinize sunmak istiyorum;

Balkan Harbi’ne iki iyi yetişmiş evladını birden gönderen bir Türk kadını harp bozgunu üzerine başsız kalıp sağa sola dağılan askerler arasında her nasılsa evine ulaşabilmiş Hüsrev adındaki oğlunun bahçe kapısını çizmesiyle itip girmesi üzerine bahçe kuyusundan su çekmekteyken onu görür görmez, evladını görmenin ve onun hayatta olduğunu müşahade etmenin sevincine kapılmadan:

<<-- Hüsrev, askerden mi kaçtın!..>> diye feryat etmiştir. Bu, Türk kadınının, asırlarca devam eden müşterek duygularını temsil ve ifade eden bir olaydır.

Hayatının her döneminde toplumda yönlendirici ve geliştirici unsurun kadın olduğunu veciz bir şekilde ifade eden Atatürk her fırsatta konuya ilişkin düşüncelerini açık kalplilikle ifade etmiştir.

Kurtuluş savaşında erkeklerin yanında kahramanca savaşan Kara Adile Hanım, Atatürk Tarsus’a geldiğinde önünde diz çökmüş, Atatürk’ün eline sarılmış, Atatürk Adile Hanım’ı yerden kaldırdıktan sonra, gözleri yaşla dolu, şöyle demiştir: “Kahraman Türk kadını sen yerlerde sürünmeye değil omuzlarımızın üstünde göklere kadar yükselmeye layıksın.”

Atatürk’ün bu anlamlı sözü esasen başka bir hususu ifadeye yer bırakmayacak şekilde açıktır. Ancak konuya ilişkin bazı hususlara da temas etmek istiyorum. Atatürk’e göre; Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli, en şefkatli ve en ağır başlı kadını olmalıdır. Türk kadınının görevi, Türk’ü zihniyetiyle, kol gücü ile kesin kararlılığıyla koruyabilecek ve savunabilecek nesiller yetiştirmektir. Milletin kaynağı, toplumsal hayatın esası olan kadın ancak faziletli olursa görevini yapabilir. Burada Tevfik Fikret’in herkesçe bilinen sözünü hatırlatalım. “Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer.”

Atatürk; “Türkiye Cumhuriyeti’nde kadın bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en saygın yerde, her şeyin üstünde yüksek ve onurlu bir yerdedir. Şuna inanmak gerekir ki dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir. Türk kadını bilimsel, ahlaki, toplumsal, ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı olmalıdır.” Demek suretiyle söylenebilecek her şeyi en veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Bu kutsal mücadelede ciddi ve anlamlı katkıları bulunan kadınlarımızı şükran duygularımızla yâd ederek, onların yaptıkları önünde saygı ile eğiliyoruz.

Bu konuda duygularımıza tercüman olan en güzel konuşmayı 10 Eylül 1922 günü Eski Meclis Binası önünde Hamdullah Suphi Bey yapmıştır:

“Hanımlar!

Bu kadar acıdan sonra, bu kadar ayrılıktan sonra, yan-yana çektiğimiz bu kadar hasretten sonra, kurtuluş günleri geldi. Siz, bu kurtuluş günlerini bize kazandıran aziz şehitlerin, gazilerin anaları, arkadaşları, kız kardeşleri! Artık sevinin, sevinmek hakkınızdır, bayram edin, en büyük bayrama erdiniz; büyük bayramınız mübarek olsun!

Anadolu kadınları!

Bu gaza diyarında bin seneden beri, ateş ve cenk yerlerine oğullarını koşturan Anadolu kadınları, bin senedir oğulları daima uzak yerlerde ölen, yetiştirdikleri oğulların mezarları nerededir bilinmeyen Anadolu kadınları! Kurtuluş günleri, kavuşma günleri geldi; sevinin, bayram edin!

Cihan Harbi’nden beri, ardı-arası gelmeyen bir cenk için, ağzından bir şikâyet sözü çıkmadan, nesi varsa hepsini veren Anadolu kadınları! Erkekleri kan ve ateş yerlerinde savaşırken, uzak denizlerin kıyılarından orta yaylalara doğru, günlerce, haftalarca, çıplak ayakları, giyimsiz sırtlarıyla kurşunları, top mermilerini taşıyan Anadolu kadınları! Batıda, doğuda, kıblede, bütün cephelerin arkasında memleketi işleten, tarlaları yeşerten, sayısız yetim çocukları yetiştiren, büyüten sensin, ey Anadolu kadını! Sırası gelince cephaneyi, yaralıyı taşımak sana yetmedi; silaha sen de sarıldın, düşman önünde sen de nevbet bekledin, ateşlere sen de girdin, sen de gaza ettin! Erkek arslan arslan olur da, dişi arslan arslan olmaz mı? diyen sensin. Erkeğinle beraber zafere erdirdiğin gazan mübarek olsun, zafere eren gazanın büyük bayramı mübarek olsun!

Biz de, İstiklal Harbi’nde vatan topraklarımızı kurtarmak aşkıyla maddi, manevi her türlü fedakârlığa katlanarak hayatını hiçe sayan ve artık hepsi bir başka dünyada olan kadın mücahitlerimizi minnet ve şükranla anıyoruz. Vatan sevgisi uğrunda ve erkeklerinin kâh ardında kâh önünde böylesine canla-başla çalışan kadın mücahitlerimizden yurdumuzun sonsuza değin yoksun kalmamasını temenni ediyoruz.”

Kahraman Türk kadınlarını anlatmaya çalıştığım bu yazımı Atatürk’ün ve Nâzım’ın sözleri ile bitirmek istiyorum.

Atatürk; “Dünyada hiçbir milletin kadını ‘Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluş ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim.’ diyemez.” demiştir.

Nazım Hikmet ise vefakâr Türk kadınına bir başka açıdan bakarak onun büyüklüğünü kendi üslubu ile şöyle anlatıyor:

O benim kollarım, bacaklarım, başımdır.
Yavrum, annem, kızım, kız kardeşim
Hayat arkadaşımdır.

İstiklal Harbimizde kahraman Türk kadınlarının, bu cennet vatanı bize armağan etmek için yaptıkları mücadele ve fedakârlıkları bugünkü nesillere müzikal bir üslup içinde toplum ile paylaşmanın uygun olacağını düşünerek “ KAHRAMAN TÜRK KADINLARI ORATORYOSU’NU” yazdık.

Bu eserin oluşumunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan Değerli Kompozitör, piyanist, orkestra şefi Sn. Tuluğ Tırpan’a, bu eserin yaratılmasında her sahada benimle beraber çalışan Caddebostan Kültür Derneği Sanat Yönetmeni Sn. Yücel Canyaran’a ve Oratoryoda eserlerinin bazı bölümlerinden yaralandığımız değerli şair ve yazarlarımıza kalbi şükranlarımı sunarım.


Aytaç YALMAN

9 Kasım 2007 Cuma

Milliyet Gazetesi'ndeki Fikret Bila Röportajı


"PKK sorunu sosyal aşamada çözülmeliydi..."


Org. Yalman, "PKK boyutuna girmeden önce olayı üç döneme ayırmak mümkün" diyor:
1- Sosyal sorun dönemi, 2- Askeri dönem, 3- Siyasallaşma dönemi. Yalman'a göre, o dönemde sosyal istekler bile 'yıkıcı faaliyetler' kapsamında görüldü. PKK'nın kurulmasıyla başlayan askeri dönemin de yeterince ciddiye alınmadığı görüşünde Org. Yalman: "O dönemde bunlara Apocular deniyor, izleniyor ama sıkı bir çalışma değil. Bana göre 1978-1984 arasındaki yönetimin bu tutumu bir hatadır.

Aytaç Yalman'ın Milliyet Gazetesi'ndeki Fikret Bila Roportajı'nın devamını bu sayfadan okuyabilirsiniz.

10 Ekim 2007 Çarşamba

SEVGİNİN GÜCÜ

D-MARİN TURGUTREİS 2. ULUSLARARASI KLASİK MÜZİK FESTİVAL’İNDE SEVGİNİN GÜCÜNÜ DÜŞÜNÜN !

Bir Ege akşamında, ay ışığının derinliklerinde, Turgutreis’in beyaz tebeşir evlerini, yakamozların lacivert denizdeki çırpınışlarını, Kos ışıklarının yanıp söndüğünü düşlerken havadaki bahar kokusunu hissettim. İşte o zaman, sevginin vazgeçilmez gücünü yakaladığımı gördüm. Martıların özgürce uçuşlarını izledim gökyüzünün koyu mavi gizeminde. Belki de mutluluk budur dedim kendi kendime. Belki de, Bodrum’un çığlıkları arasında yalnızlığın erdemiydi yakaladığım. Çünkü düşünüyor ve üretiyordum. Çünkü, coşkuyla akan bir nehir gibi geçen yaşamın şeffaflığı içinde, mutluluğu, sevgiyi ve aşkı hissediyordum.

Aslında bütün bunları düşünmeme sebep; “D-Marin Turgutreis 2. Uluslararası Klasik Müzik Festivali” nin Sevgi ve Aşk temasının bende bıraktığı duygu yoğunluğu oldu. Bu konseptin çok isabetli bir seçim olduğunu düşündüm. Çünkü yaşadığımız bu talihsiz dönemde, insanların ve toplumların sevgiye çok ihtiyaçları olduğunu ve bunu bir kez daha müziğin evrensel dili ile anlatmanın uygun olacağını hissettim.

Bu nedenle, bu sihirli sözcük üzerine, “SEVGİ” üzerine yoğunlaşalım, niçin sevgiye ihtiyaç duyduğumuzu düşünelim istedim.

Kanaatimce, modern insanın temel problemi, modernizmin ürünü olan yaşam biçimlerinin onları esir almalarıdır. İnsanı maddi anlamda tatmine yönelten bu refah toplumunda acaba insanlar mutlu ve huzurlu mu? Kuşkusuz, sorunun cevabı “HAYIR” olacaktır. Sebebi sevgi dünyalarındaki eksikliktir. Hayatın daha sade ve hatta daha ilkel olduğu yerlerde insanların daha mutlu ve sevgi dolu oldukları açıkça görülmektedir.

Modernizm, insanın sahip olma ve edinme duygusunu geliştirdi, ancak insanca, sevgi dolu yaşamanın ve mutlu olmanın gerçek bir yolu olmadığını da gösterdi bizlere. Çünkü, insan önce kendi varlığının anlamını hissetmeye başlamış, manevi değerlerin ve sevginin insan hayatındaki önemini daha sonra idrak edebilmiştir. Bunun içindir ki, manevi anlamda bunalım içinde olan batı dünyası, doğu kökenli felsefi düşünce sistemini anlamaya ve sevgiyi yeniden keşfetmeye çalışmaktadır. Kendinden bile uzaklaşan modern insan için doğa ile arasındaki olumlu ortamın yeniden kurulması önem kazanmaktadır.

Kuşkusuz, modern dünyanın vazgeçilmez ürünü olan “Bireysellik”, kişiyi toplumdan soyutlanmış bir varlık haline getirmiştir. Esasen “Modernizm”, kültürel sistemin değişmesine, geleneksel değer ve inançların da zedelenmesine yol açmıştır.

“Eğer hayata bakışınızın temelinde insan varsa, sevgiye karşı sevgi ile, güvene karşı güven ile karşılık verirsiniz.” Toplumsal ve bireysel ilişkilerdeki hayal kırıklıklarımızı sevgi ve aşk ile çözümleyebiliriz. Çünkü sevgi ve aşk bizi hayatın özüne yönlendirir.

Sonuç olarak; Teknolojideki gelişme insanın düşünce sistemini geliştirirken sevgi ve aşk yönünü zayıflatmaktadır. Dolayısıyla, sevgisiz ve aşksız insanda, şefkat ve merhamet duyguları da azalmaktadır.

Sevgi ve Aşk, insanın kendini çok iyi hissettiği zamanlarda gelişir. Diğer bir deyişle, kendinizi duygusal anlamda iyi hissetmek istiyorsanız sevgiyi ve aşkı arayın. Sevgi ve Aşk, öncelikle kendimizi tanımamız ve sevmemizle gelişebilir. Çünkü kendimizden esirgediğimizi başkasından bekleyemeyiz. Esasen sevgi, saf ve temiz bir duygudur ve sevmek ve sevilmek, var olmanın en büyük mutluluğudur. Sevgiyi karşılıksız ve sınırsız olarak alıp verebilirseniz, mutluluğu yakalayabilirsiniz.

“D-Marin Turgutreis 2. Uluslararası Klasik Müzik Festivali”nde bu mutluluğu yakalayacağınıza inanıyor, sizleri bu sevgi ortamında buluşmaya davet ediyorum.

AYTAÇ YALMAN

MÜZİĞİN EKONOMİ-POLİTİĞİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Ülkemizde XX.Yüzyılın ilk yarısında başlayan aydınlanmanın iki temel unsurundan biri bilimin ışığı ise, diğeri de sanatın özellikle müziğin duygusal estetiğidir. Bu nedenle genelde sanata, özellikle de müziğe yapılan yatırım aydınlanmamıza yapılan yatırımdır. Bu yönü ile müzik; içinde yaşadığımız kaotik ortamda beklide önemli bir umut kaynağı olacaktır.

Tarihsel bir süreç içinde, müziğin ekonomi-politiği üzerine yapılan incelemelerde, dönemsel olarak çok farklı özellikler taşıdığını öğreniyoruz. Bu çalışmaların özetini müziksever dostlarımla paylaşmak istedim.

Müziğin insanlardaki düşünce yeteneğini geliştirdiği uzun bir zamandır bilinmektedir. Kuşkusuz bu olgu toplumların geleceğinin şekillenmesine önemli katkı sağlamış, hümanizm ideallerinin derinleşmesine imkan vermiştir. Buna rağmen müziğin xx yüzyılda açık pazar haline gelmesinden sonra nasıl bir ekonomik değer üretebileceği üzerinde durulmuş, bu konu zamanın ekonomi kuramcılarının ilgi ve dikkatini çekmiştir.

Adam Smith gibi düşünenlere göre; bir müzikal eser ancak üreticisinin kazancını arttırıyorsa zenginlik yaratabilir. İşte o zaman verimlidir ve ticari olarak bir anlam ifade edebilir. Ancak zamanla, ekonomistler belli bir değer ve kazanç sağlamasa da müziğin önemini anlamışlar. Özgür düşünme bilincinin gelişmesinde özel ve müstesna bir katkı sağladığını, insan topluluklarının estetik duygularının gelişmesine yaptığı katkıyı görmüşler bu nedenle, bu konuda klasik ekonomi yasalarının uygulanamayacağını anlamışlardır.

Marx da sanatın ekonomik alt yapıdan bağımsız olarak gelişebileceğini kabul etmekle beraber konu ile ilgili olarak “Ekonomi Politiğe Giriş” isimli kitabında “Sadece sermaye yaratan işler verimlidir, dolayısıyla ne kadar yararlı olursa olsunlar bütün diğer işler kapitalizasyon açısından verimli değildir,yani verimsizdir. Kendini bir konser vermeye ve bir gelir elde etmeye adayan bir sanatçının sermaye yarattığı düşünülmektedir.”özet olarak ifade etmek gerekirse; liberal ve Marksist ekonomi teorileri; maddi olmayanın egemen olduğu, bilginin maddeyi tamamlayacağı, bir şeyin değerinin fiyat ile belirlenemeyeceği bir dünyanın hesabını yapma hususunda ciddi bir yanılgı içine düşmüşlerdir.

Oysa ki; Avrupa da zaman içinde sınıf bilincinin gelişmesi, farklı sınıfların ortaya çıkması ile popüler müzik için de bir piyasa oluşmuştur. Dolayısı ile; Müzik o zamanın burjuvazisi için çoğu zaman politik bir tehdit aracı olmanın ötesinde aynı zaman da bir kar kaynağı haline gelmiştir.

Müzik; tapınaklardan, zenginlerin evlerinden halkın içine girdiği ölçüde bireyin ve toplumun gelişimine yardımcı olmuştur. Çünkü müzik kendini ve başkalarını aşmaya, normların ve kuralların ötesine geçmeye yöneltir insanları. Onun içindir ki müzik;insanların kendi duygularını kaydettiği özel bir hafıza gibidir. Zamanı gelince bu duyguları ifade etme imkanı bulur. Esasen bu da insanların duygusal anlamda gelişimidir. Aslında yalnız duygusal anlamda değil daha önce ifade ettiğim gibi bilimsel anlamda da insanların gelişimine katkı sağlar.

Bilim adamlarından bazıları müziği seslerin akılcı kullanılması, doğada var olan sesleri şekillendirme, güzel olanın kaosun içinden çıkarılması şeklinde yorumlamışlardır. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde; politik güçler de müziği sınırlamaktan mümkün olan ölçüde sakınmışlar, hatta belli ölçüde halkın gelişimine katkı sağlayan ve halkın ilgisini çeken müziğe finansal destek vermeyi yararlı, hatta gerekli görmüşlerdir. Çünkü Platon’ dan bu yana yöneticiler sağlıklı sosyal bir düzenin müziğe bağlı olabileceğini görmüşler özellikle ilerici bir ruhun, farkında olmaksızın hızla toplumları beslediğini fark etmişlerdir.

Montesguieu; müziğin örf ve adetleri güçlendirmesi itibariyle insanlarda bir iç huzuru yarattığını görmüş, Shakespeare ise, bu konu ile ilgili olarak bir eserinde, farklılıkların dengeli olmasını vurgulamış “Dereceleri yok et, şu lavtanın akordunu boz ki uyuşmazlık başlasın” ifadesi ile farklılık ve hiyerarşi kavramları arasındaki ilişkiyi çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermiştir.

İnsan toplumlarının gelişiminden önce, müziğin değişip,geliştiğini insanlığa yön verdiğini görüyoruz,daha önce de temas ettiğim gibi müzik toplumların geleceğini öngörür batı anlayışında bu konu şöyle formüle edilmiştir. “Dünya görülmez duyulur, okunmaz dinlenir” diğer bir ifade ile müzik, yarınların çelişkilerini, mutluluk ve heyecanlarını duyurmaya çalışır. Diğer taraftan müzik; şiddete, korkuya karşı özgürlük mücadelesinin vazgeçilmez enstrümanıdır.

Marx’a göre müzik gerçeğin aynası,

Nietzche’ye göre ise; hakikati söyleyen sözdür,

Freud müziği, şifresi çözülecek bir metin olarak görmüştür.

Bütün bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, paylaşmayı içine sindirebilmiş toplumlarının gelişmesinde müziğin özel bir yeri vardır. Çünkü müzik dünyadaki kaotik ortam içinde şiddeti kontrol ederek, toplumsal yaşamımızda belli bir denge kurmamızda özel görevler üstlenmiştir. Bilindiği gibi huzurlu, güvenli ve sağlıklı bir toplum yaratılmasında en önemli faktörlerden biri şiddetin ortadan kaldırılmasıdır. işte bu nedenle müzik insanların şiddetle savaşımında önemli bir görev üstlenmiştir.

Bütün bu iyi niyetli değerlendirmelerin ışığında uluslararası ilişkilere baktığımızda, çağdaş olduğu varsayılan dünyanın toplumsal yapısı ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan ruhsal durumu incelendiğinde hem kendi içinde, hem de öteki tabir edilen diğer ülkeler ile ilişkilerinde sevginin yeterince yer bulmadığını görüyoruz.

Bu sosyolojik olguya paralel olarak; serbest piyasa kurallarının geçerli olduğu bu ekonomik anlayış içinde, kuşkusuz hem toplumsal yarar, hem de müzik dahil insan emeği piyasa ekonomisinin çarkları içinde layık olduğu ölçüde nasıl değerlendirilebilir? Tabiidir ki; bütün bunların sonucunda çağdaş insan ve toplum, kendi değerlerine ve dünyaya yabancılaşır. Çünkü insanın estetik değerleri de mal gibi görülmeye başlanmıştır. Bu değerlendirmelere rağmen, müzik yüksek bir yatırım aracı olarak görünmese bile toplumsal yarar göz önünde bulundurularak desteklenmelidir. Nitekim bizim gibi düşünen, bizlere bu hizmeti sunan gerçek sanat sevenleri en kalbi duygularımla alkışlıyorum.

Müziğin ciddi anlamda kar amaçlı bir ticaret aracı olarak değerlendirildiği bir dönemde, bu hizmeti kültürümüze bir katkı vasıtası olarak gören ve bunu sürekli bir politika haline getiren değerli kuruluşlarımızı gönülden kutluyoruz.

Aytaç YALMAN