8 Haziran 2007 Cuma

VATANSEVERLİK

Bilge vatanseverlik ortak paydamızdır.

Giriş

Dünya siyaset sahnesinde gelişen olaylar, özellikle bölgemizdeki çıkar çatışmaları gelecek on yılın Türkiye açısından yaşamsal gelişmelere ve değişime sahne olacağını göstermektedir.

Emperyal güçlerin; dünyanın yeniden paylaşımı adına yoksul ve enerji zengini ülkelerde sahneye koydukları çirkin savaşta, alevlerin ortasında kalan ülkemizde kendimizi nasıl koruyacağız? Çıkartılan mezhep çatışmaları, iç savaşlar, kanlı radikal İslam terörü ile devlet terörü uygulamaları nasıl sonuçlanacak? Belki de İslam tarihinin en vahşi mezhep çatışmalarını yaşıyoruz. Bu vahşi tabloda emperyal güçlerin, öncelikle de gizli örgütlerin rolünü ve ağırlığını bilmek mecburiyetindeyiz. Bilindiği üzere; soğuk savaş sonrasında ABD dış politikasının ana teması dünya hakimiyeti oldu. Daha açık ifade etmem gerekirse, bu politikanın hedefi; dünya enerji kaynaklarını ve intikal yollarını kontrol etmek, İsrail’ in bağımsızlığını devam ettirmek, küresel terörle mücadele etmek ( kendisine zarar verdiği ölçüde ) ve kitle imha silahlarını etkisiz hâle getirmek olarak özetlenebilir. Kuşkusuz bu hedeflerin belirleyici aracı askeri güç, söz konusu coğrafyada Ortadoğu ve Orta Asya olmaktadır.

Özellikle son on yılda, küresel uygulama sonucu dünyada varolan bütün dengelerin bozulduğunu, emperyal işgal kültürünün dünyaya egemen olduğunu ve bunun sonucu olarak insan haklarının ayaklar altına alındığını ibret ile izliyoruz.

AB sürecinde istikrarsızlaştırılan ülkemiz Büyük Ortadoğu Projesi ile ılımlı bir İslam ülkesi hâline getirilmeye, ayrıca emperyal güçlerin desteklediği ciddi bir bölücü / ayrılıkçı hareketi ile tarihinin en buhranlı günlerini yaşamaktadır.

İşte, böyle bir ortamda her türlü farklılıkları makul bir anlayış içinde asgariye indirecek gerçek ortak payda olarak düşündüğüm “vatanseverlik” olgusu etrafında birleşip, cumhuriyetimizi ve vatanımızı her türlü tehdide karşı korumak mecburiyetinde olduğumuza inanıyorum. Bu düşünceler beni vatan sevgisi konusunu incelemeye, toplumumuzun ihtiyaç duyduğu bu özel duyguyu aynı kültüre, aynı değerlere ve aynı geleceğe inanan insanlarla paylaşmaya sevk etti.

Bugün yaşadığımız olaylar ve içinde bulunduğumuz tehdit algılamaları, şehitlerimiz ve gazilerimizden ödünç aldığımız bu kutsal toprakların önemini daha da arttırmıştır.

Bu nedenle öncelikle sağlıklı ve gerçekçi bir tehdit algılamasına ihtiyaç vardır.

Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve toplumsal durum

Napolyon’ un meşhur bir sözü bugün bile geçerliliğini ve önemini korumaktadır.

“Ülkelerin coğrafyaları, ülkelerin kaderlerini belirler.”

Gerçekten de Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde dış politikamızın temel esaslarını coğrafyamız belirlemiştir. Bin yıldır vatan bildiğimiz bu topraklar, dün olduğu gibi bugün de ülkemizin kaderinde belirleyici etken olmuştur. Aslında coğrafyamız ve askeri gücümüzden başka dış politikamızı şekillendiren araçlara ve koşullara da sahip olmamızın, ülkemizin yüksek menfaatleri açısından uygun olacağını düşünüyorum. Avrasya’nın en kritik bölgesinde bulunmak geçmişte, hem ödül, hem de risk ile karşı karşıya bıraktı bizleri. Kuşkusuz gelecekte de böyle olabilir.

NATO’nun soğuk savaşı kazanması ile kurulan “Yeni Dünya Düzeni” içinde Türkiye, aslında 21. yüzyıla geçiş için ciddi bir çaba sarf etmemiş, galipler safında yer aldığını değerlendirerek, bunun nimetlerinden faydalanacağını düşünmüştü. Bu düşünce ile son on beş yıldır hem bölgesel, hem de küresel vizyonunu ABD, İngiltere, İsrail ekseninde geliştirmişti. Daha açık bir ifade ile, Kafkaslar, Ortadoğu ve Orta Asya politikaları bu bakış açısı içinde yorumlamıştır.

Soğuk savaş bittiğinde, küresel ve bölgesel güçler konumlarını yeniden tanımlamış, güvenlik stratejilerini bu istikamette yeniden belirlemişlerdir. Ne var ki; Türkiye ABD’nin güvenlik anlayışı içinde kalmayı tercih etmiştir. 1990 yılından itibaren alınması gereken tedbirler alınmamış, ancak Irak işgal edilince bu gerçek ile karşı karşıya kalınmıştır . Bugün yaşadığımız sorunların büyük resmi zamanında görememekten kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü dost olarak bildiğimiz ülkeler, bugün geldiğimiz noktada, sorunlarımızın kaynağını oluşturmaktadırlar.

İçinde bulunduğumuz dönemde dahi almamız gereken tedbirleri aldığımızı söyleyemiyoruz. Statükocu bir yaklaşımla, ülkenin geleceği “Yeni Dünya Düzenini” kuranların inisiyatifine ve insafına terk edilmiştir.

Küresel düzeyde ciddi bir paylaşım yaşanırken içinde bulunduğumuz bölge parçalanırken, enerji savaşlarının arkasında kimlerin olduğunu, bölgemizde ve hatta içimizdeki etnik ve mezhep çatışmalarının arkasında kimlerin olduğunu anlayamadan Türkiye’nin güvenliğini gerçek anlamda sağlayamayız. Dünyanın tehlikeli bir şekilde bölündüğü bu dönemde kendi siyasal ve kültürel ihtiyaçlarımızı başkalarının dış politikalarının bir parçası haline getiremeyiz. Kendimize ve gücümüze güvenerek, coğrafyamızın imkânlarını daha etkin bir şekilde kullanmalıyız. Bu genel değerlendirmeden sonra iç dinamiklerimiz ve problemlerimize geçebiliriz.

AB sürecinde kabulü çok zor dayatmalar ve uygulanan tavizkar politikalar, halkımızın bu birlik içinde bulunma arzularını olumsuz anlamda etkilemiş, AB’nin Türkiye’nin geleceği açısından bir güvence olacağı düşüncesinin ciddi anlamda zayıflamasına yol açmıştır.

Öte yandan ABD tarafından Büyük Ortadoğu Projesine katkı sağlamamız ile ilgili dayatmalar, bu meyanda laik yapımız ile bağdaştırılması mümkün olmayan ılımlı İslam tarzı bir yönetime yönlendirilmemiz, iç bünyemizde derin fikri çatışmaların doğmasına sebep olmuş; dolayısıyla toplumsal yapımız hassas bir noktaya çekilmiştir. Annan planının kabulü ile tarihsel ve ulusal Kıbrıs davamızda yaşadığımız aldatılmışlık duygusuna ilaveten, son dönemde FİN planı olarak isimlendirilen içi boş bir projenin kabulü istenmiştir. Ayrıca karşılıksız verilen tavizler ve sonuçsuz iyi niyet gösterileri ile adanın geleceği açısından ciddi anlamda kaygı verici bir noktaya gelinmiş, milli çıkarlarımız ciddi olarak tehlikeye atılmıştır.

Irak konusunda son yıllarda sürdürülen politikalar ile ulusal onurumuz zedelenmiştir. Irak’ta özellikle Kuzey Irak’ta yaşanan olayların ülkemize olan etkilerini anlayabilmek için Irak’ta bu güne kadar vuku bulan olayları özetlemekte yarar görüyorum.

Irak’a demokrasi getirmek, insan haklarını egemen kılmak, serbest piyasa ekonomisi ile refah toplumu yaratmak amacı ile Mart 2003 yılında Irak’ı işgal eden Amerika, bugün gelinen noktada yedi yüz binden fazla Irak’lının ölümüne sebep olmuş, müzeler ve arkeolojik alanlar yağmalanmış, Mezopotamya ‘nın kalbi ve kültürü ayaklar altına alınmıştır. Diğer taraftan 1,6 milyon kişi ülkesini terk etmiş 1,5 milyon kişi de ülke içinde yer değiştirmek mecburiyetinde kalmıştır. Ayrıca nüfusun % 4’ünü oluşturan Hıristiyanlar da ülkeyi terk etmektedirler.

Ayrıca Irak meclisi üç parçalı federasyonu öngören bir anayasa kabul etmiş (veya ettirilmiş); bu anayasa ile Irak fiilen üç parçaya bölünmüştür. Ayrıca bu anayasa ile Irak şeriat devleti aşamasına getirilmiştir.

Serbest piyasa ekonomisi ile uyutulan halk, refah toplumu yerine açlık ve sefalete terk edilmiş; şaibeli ve güdümlü seçim ayrılıkları derinleştirmiş, mezhep çatışmalarının başlamasına sebep olmuştur.

Kuşkusuz bu dönemde en kârlı çıkan grup Kürtler olmuş, kuzeyde özerk bir bölge oluşmuştur. 180 bin kişilik ordusu, ihale ve ticaretteki imkânları, petrolden elde ettiği geliri, dünya siyasetindeki sanal etkisi ile bölge cazibe merkezi haline gelmeye başlamıştır. (2001 – 2006 döneminde Kuzey Irak üç misli zenginleşmiştir.) Başlangıçta İran etkenini dikkate almayan ABD Şiileri ön plana çıkarmış, Sünniler sistem dışına çıkarılmış, daha sonra Türkiye’de devreye sokularak Sünnilerin sisteme dahil edilmesi sağlanmaya çalışılmıştır.

Hamilton – Baker planı ile Irak’ta sükûnet sağlanması ve olumlu bir adım atılması beklenirken Kürt grupların bu plandan rahatsız olması üzerine ( Kerkük referandumunun ertelenmesi nedeni ile) Bush bu plana aykırı bir görüşle “ yeni Irak plânını ” açıklamıştır.

Bu plana göre;

· Bölge 21.500 asker ile takviye edilecektir.

· PKK sorunu (adı geçmeden) Türkiye ile Irak arasında sınır sorunu olarak görülmektedir.

· IRAK’ta kontrol sağlanamaz ise Kürtlerin ayrı bir devlet kurma noktasına gelebileceği ifade edilmiştir. (Ayrıca Rice PKK terimi yerine “ Kürdistan İşçi Partisi” ifadesini kullanmıştır.)

Daha sonra, basından; Kürt gruplarınca, Kerkük’te referandumun ertelenmemesi karşılığında 10.000 peşmergenin Bağdat’ta görevlendirileceğini öğreniyoruz.

ABD’nin, bölgede sükunetin sağlanmasını müteakip yeni bir petrol boru hattı ( eskiden varolup, ancak genişletilecek olan Kerkük – Ürdün - Hayfa Boru hattı ) döşeyeceği değerlendirilmektedir. Kuşkusuz bu hattın güvenliğini sağlayacak olan ABD yeni üsler inşa edecek, böylece ABD bölgede uyguladığı bu politikalar ile uzun bir süre enerji kaynaklarını ve intikal yollarını kontrol altında tutmuş olacaktır.

Türkiye’nin bu denklemdeki durumuna dönersek, bu savaş sonrasında Irak’a eskiden sahip olduğu merkezi rolü kaybetmiştir. Baker raporu dahil tüm gelişmeler, Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasını teşvik ederken Türkiye’nin konu ile ilgili çok fazla seçeneği ve manevra alanı kalmamıştır.

Son yıllarda yaşadığımız bu gelişmeler, 2007’de bölgesel etkilerini derin bir şekilde yaşayacağımız mezhep çatışmasının bizzat ABD tarafından yönlendirildiğini göstermektedir.

Kuşkusuz bir diğer gelişme de, ABD’nin Türkiye’yi ılımlı Sünni blok içine çekerek İran ile karşı karşıya getirmeye çalışmasıdır; çünkü muhtemel ABD-İRAN savaşında kritik bölgenin Kuzey Irak olması ihtimal dahilindedir.

Terörle mücadele konusuna da kısaca temas etmem gerekirse; bölge halkına bireysel anlamda verilen kültürel haklar yeterli olmamıştır. Bugün PKK terörü konusunda geldiğimiz nokta, bir ülkenin yaşayabileceği en kötü noktadır. Çünkü PKK dış güçlerin teşvik ve himayesinde siyasallaşmış, ancak askeri gücünü de büyük ölçüde bu siyasi gücünün arkasında muhafaza etmiştir; daha doğrusu ettirilmiştir. Öncelikle sorunun çözümü için; bölge insanının isteklerini doğru ve tam olarak tespit etmek mecburiyetindeyiz. Ancak şu husus açık ve net olarak bilinmelidir ki, PKK silahtan arındırılmadan etnik milliyetçilik yapanlara ilave siyasal ve toplumsal hakkın tanınması söz konusu edilmemelidir.

Bütün bu açıklamalardan sonra; Türkiye’nin güvenliğinin ağırlık merkezinin batıdan doğuya kayması lazım geldiğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan Türkiye’nin güvenliği ve geleceği Anadolu’nun doğusunun güvenliği ile yakından ilgilidir. Doğunun güvenliği ise; dış kaynaktan desteklenen etnik ayrımcılık ve Irak’ın kuzeyindeki oluşumun engellenmesi ile ilgilidir.

Bölge üzerinde oynanmak istenen oyunlar ile Anadolu’nun mayası ve hamuru bozulmaya çalışılmaktadır; başka bir deyişle, etnik kimliklerin emperyalizme hizmet etmesi istenmektedir.

Ayrıca, ağır borç yükü altındaki ülkemiz, uluslararası kuruluşlar yolu ile siyasal ve ekonomik açıdan güdüm altına alınmıştır. Finans, endüstri kurumları ve doğal kaynaklarımız yabancılara devredilerek “Yeni Dünya Düzeni’ne” bağımlı hale getirilmiştir.

Toplum seküler yapıdan uzaklaştırılmakta, düşünce toplumundan inanç toplumuna doğru yönlendirilmektedir. Din ve ırk, kişisel çıkar, politik araç ve ticaret metaı olarak kullanılmaktadır.

Dünyada giderek çığ gibi büyüyen “ Soykırım Yasaları “ Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra güçlü bir destek daha bulmuş gibidir. Bu durum, Türkiye’de uluslar arası güçlerin daha etkili bir provokasyon zemini bulmalarını sağlayabilir. Türkiye’nin bunca çetin sorunlarının yanında böyle bir kuşatılmışlık duygusu içinde bulunması geniş halk kitlelerinde ciddi anlamda gelecek endişesi yaratmıştır. Nitekim; bireysel çözüm arayışları toplumsal çözülmenin işaretidir.

Yaratılmaya çalışılan bir kargaşa ortamında toplumsal değerlerimiz bozulmaya, ulusal bütünlüğümüz ve cumhuriyetimizin temel değerleri sarsılmaya başlamıştır.

Ancak, unutulmamalıdır ki, Anadolu davetli, davetsiz herkese kucak açmış çok özel bir coğrafyadır. Geçmişte yaptığı birleşimi bugün de yaratacak ve sorunlarımızı çözmemiz mümkün olacaktır. Karşımıza sanal olarak çıkarılan ayrışma ve çatışma meselesini gerçek düzeyde anlamak mecburiyetindeyiz. Ancak, bu sorunu anlayabilirsek emperyalizme karşı topyekün bir mücadele verebiliriz. Kuşkusuz; ulus devletimiz kültürel, dinsel ve etnik farklılıkları bünyesinde birleştirmelidir; çeşitli mezhep ve etnik kökenden oluşan toplulukların yönetimi, ancak ulus bütünlüğü içinde mümkündür.

Uluslaşmasını tamamlayamamış toplumların ne duruma düştüğünü Irak örneğinde büyük bir üzüntü içinde gördük.

Bizi birleştirecek ve sorunlarımıza çözüm getirecek milliyetçilik Atatürk Milliyetçiliği’dir; çünkü bu milliyetçilik anlayışında ortak kültür, ortak tarih ve ortak gelecek vardır. Bu milliyetçilik anlayışı antiemperyalist, farklılıkları asgariye indiren, kavrayıcı ve yurtseverdir.

Geçirdiğimiz bu olağanüstü dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’nin birlikli yapısına ve kutsal vatan topraklarına, bu vatan üzerinde yaşayan herkes sahip çıkmalıdır; bu, bir milli görevdir.

İçinde bulunduğumuz hassas durumu özetledikten sonra, ortak payda olarak gördüğüm vatanseverlik kavramına açıklık getirmek istiyorum.

Vatanseverlik kavramı ortak payda oluşturabilir mi?

Vatanseverlik düşüncesini incelerken dikkate almamız gereken en önemli etken kuşkusuz tarihsel süreçtir. Bilindiği gibi, bir düşünce akımı, ancak amacı ve kapsamı belirginleşmiş sürekli bir hareket ve bir edebiyat- sanat oluşumu içinde gelişebilir.

Vatanseverlik düşüncesinin en belirgin özelliği, doğru bir temele oturtulmuş olmasıdır. Bu nedenle bu olgu; fikir, ahlak ve sanatsal yargılarımız yanı sıra inançlarımız, bireysel ve toplumsal tercihlerimiz ile şekillenir. Bu yönü ile vatanseverlik duygularının gelişmesinde ülkenin kültürel, siyasal-toplumsal sorunları da belirleyici bir etken olmaktadır.

Vatanseverlik kavramı da diğer kavramlar gibi beşeri ve toplumsal bir ihtiyaçtan doğmuştur. Şartlar bazen bu ihtiyacı çabuklaştırabilir veya daha anlamlı bir hâle getirebilir. Önemli olan vatanseverliğin bir üst bilinç olarak değer kazanmasıdır. Üst bilinç insanı uygarlaşma sürecinde daha da insan yapar; her sahada farklı düşünceye sahip insanların gelişen bu değer ile bir arada yaşaması mümkün olur. Böylece, insanın gerçek anlamda toplumsallaşması ve uluslaşması da gerçekleşir.

Vatanseverlik; içinde farklı görüş ve fikirleri barındırabildiği ve onları vatanın ve ulusun kültürel zenginliği olarak görebildiği ölçüde güçlenir. Esasen böyle yapılmaması hâlinde, emperyalist fikir ve düşüncelere hizmet edilmiş olunur. Vatanseverliği katı ve kaba bir milliyetçilik anlayışı içinde yorumlamak, özellikle içinde bulunduğumuz dönemde ve bizim coğrafyamızda mümkün değildir. Birbirimizin farklılıklarına – incitmemek ve incinmemek üzere - katlanabilirsek vatanperver oluruz, çünkü üzerinde yaşadığı toprakları seven insanların ortak paydası vatanseverlik olmalıdır. O’nun içindir ki ulusumuz ve vatanımızın bütünlüğü ve birliği, vatandaşlık bilinci gelişmiş gerçek vatanperverliğe ihtiyaç hissettiriyor

Vatandaşlık bağının zayıfladığı dönemlerde ortak kültürün ve ortak geleceğin de zayıfladığını görüyoruz. Bu nedenle, samimi vatandaşlık inancının bizleri vatan sathında birleştirebileceğine inanıyorum; çünkü, üzerinde parlak bir gelecek ve yaşama sevinci hissettiğimiz yer vatan olmalıdır. Aslında, dünyanın neresinde olursanız olun, kendinizi bu toprakların bir parçası olarak hissediyorsanız vatan sevgisini varlığınızda taşıyorsunuz, demektir.

Ulusal bütünlüğümüzün bozulmasına müsaade etmeyen farklı düşünceleri ve hoşgörüyü bünyesinde birleştiren bir vatanseverlik duygusunun gelişmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye etnik ve dini cemaat temelinde karıştırılarak zayıflatılmaya çalışılmaktadır. Bilindiği gibi ülkedeki Emperyalist dalga, vatanseverlik duygularını azaltmak ve yok etmek için çalışmaktadır. Bu hassas dönemde yegane kurtarıcı düşünce, vatanın bütünlüğünü korumak duygu ve düşüncesidir. Vatandaşlık bağı zayıflamış halkı kazanmak mecburiyetindeyiz. “Türk Milleti” kavramını, Anadolu’daki tüm etnik ve dinsel grupları içine alan bir anlayışla şekillendirmeliyiz. Bu nedenle, vatan insanları kaynaştıran bir platform olmalıdır. Böylece vatandaşlık bağları yeniden güçlendirilmeli, terör sonlandırılırken, etnik ve dinsel uyumsuzluklar en aza indirilmelidir.

Anadolu’nun zenginliğini belirleyebilecek yegane anlayış Anayasal vatandaşlık ve Türk vatandaşlığı kavramı içinde izah edilebilir. Bu da vatanseverlik duygularını zenginleştirir; ülkemizdeki vatanseverlik anlayışına güç katmış olur.

Vatanseverliğin tanımı ve geliştirilmesi

Aynı ülkede yaşayan, aynı devlete mensup olan, aynı değerleri paylaşan etnik topluluklar arasında ortak payda kanaatimce vatanseverliktir. Vatanseverlik sosyolojik bir olgu olduğu gibi, aynı zamanda duygusal bir olgudur. Sevgi her insanda bulunan üstün bir değerdir. İnsanların sevgisi, vatan sevgisi noktasında birleşir ise, sağlam bir temel ve bütünlük ortaya çıkmış olur.

Gandi’nin “İnsanı Vatanseverlik” olarak isimlendirdiği bir sözünü de burada ifade etmeden geçemeyeceğim. Bana göre vatanseverlik ve insanlık aynı ve bir şeydir. Ben insan ve insaniyetçi olduğum için vatanseverim. Biri ötekine mani değildir. Hatta birbirini tamamlar.” Vatan kelimesi sadece bir toprak parçasını ifade etmez. Bildiğiniz gibi; vatanın maddi ve manevi anlamları vardır. Vatanın maddi unsuru; belli bir toprağı ifade ederken, manevi unsuru birlikte yaşama iradesi, kardeşlik, fedakârlık, sahiplenme duygusu ve sadakattir. Bir ülkedeki insanlar geçmişlerine ve geleceklerine sahip çıkarak; eşitlik, kardeşlik, fedakârlık, sahiplenme ve sadakat duyguları ile dolu bir şekilde yaşayabiliyorlarsa, zincirin halkaları gibi aynı güçte ve eşitlikte bulunuyorlarsa buna, “vatanseverlik” denir. Vatanseverlik bu nitelik ve içeriği ile, birleştiricilik görevini yerine getirir. Bu nedenle vatanseverlik ortak payda olarak kullanılabilecek yegane değerdir.

Farklılıkları bünyesinde birleştiren ulusalcılık tabiidir ki, bizler için her şeyden önce vatanseverliktir; ancak şuurlu ve sorumlu bir vatanseverlik. Vatanseverlik, elbette heyecanlı bir duygudur. Bu olmaksızın millet inşası imkansızdır. Ancak, bundan da ibaret değildir. Vatanseverlik, zihni ve vicdani muhakeme gerektiren tarihi ve coğrafi bir değerdir.

Vatan sevmenin sorumluluğu, icap ederse uğruna ölümü göze almaktan öteye, vatanı mamur, milleti müreffeh hale getirebilmek için daha çok yaşamak olmalıdır. Milli zenginlikleri milli değerleri evrensel normlara dönüştürebilmek vatanseverliğin en büyük ödülüdür.

Vatanseverliği usulsüzlüğün ve kuralsızlığın egemen olduğu bir ortamda serseri bir sokak hareketi olarak görmek ve onlarla eşdeğer kabul etmek ciddi bir haksızlıktır. Çünkü gerçek anlamda vatanseverlik, medeni ve yüksek seviyeli insanların söz sahibi olduğu bir millet ve memleket davası olarak algılanmalıdır.

Her karış toprağı şehit kanları ile sulanmış, asırlar boyunca şanlı tarihimize ev sahipliği yapmış olan vatanımız her vatandaş için kutsal olmalıdır. Çeşitli zorluklar ve fedakarlıklar sonucu kazanılan Kurtuluş Savaşı ile Büyük Atatürk bize, üzerinde özgürce yaşadığımız bir vatan bırakmıştır. Bu vatanın korunması tüm Türk Milleti’nin birinci vazifesidir. Bu nedenle iç ve dış, düşmana karşı gereken önlemlerin, her türlü askeri ve güvenlik tedbirinin alınmış olması vatanımızın geleceği için son derece önemlidir. Ancak vatanın korunmasında askeri tedbirler kadar önemli olan bir başka alan daha vardır ki ve bu alanda tüm Türk Milleti sorumluluk üstlenmelidir. Bu da, vatanın birlik ve bütünlüğünün korunmasında verilecek fikri mücadeledir.

Vatansever ve gerçek Türk milliyetçilerinin önündeki en önemli örnek Mustafa Kemal Atatürk’tür. Bu nedenle, ideal vatansever ve milliyetçi insanın nasıl olması gerektiğini belirlerken, Atatürk’ün üstün ahlakı ve kahramanlıklarla dolu yaşamı bize yol göstermiştir. Atamızın bize vasiyeti, Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Atatürk ilke ve inkılaplarını rehber edinen; Türk Milleti’nin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan; Türk olmanın şerefini hisseden; milletinin menfaatini kendi çıkarlarından üstün tutan; aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu; Devletimize karşı sorumluluklarının bilincinde olan; hür ve bilimsel düşünceyi savunan; tarihini çok iyi bilen, ancak yüzü her zaman ileriye dönük insanlar olmamızdır. Atatürk, kendi gösterdiği yolda ilerlerken bazı engellerle karşılaşabileceğimizi, ancak vatan sevgisiyle, dürüstlükle, çalışkanlıkla tüm bu zorlukların üstesinden gelebileceğimizi söylemiştir. Gerçek vatanseverlerin ve Atatürk milliyetçilerinin üstlendiği sorumluluk büyük, izlediği yol ise çeşitli zorluklarla doludur. Ancak Atatürk ilke ve inkılaplarını rehber edinen kişilerin yolu her zaman bu ilkelerle aydınlanacak, vatan ve millet sevgisi cesaretlerini pekiştirecektir.

Bizim de gelecek kuşaklara bırakacağımız en önemli miras, Büyük Atatürk’ün izinde yücelttiğimiz Cumhuriyetimiz olacaktır. Gelecek nesilleri, Türk Milleti’nin varlığının temeli olan Atatürkçülükte bütünleştirmek, gençlere milli ahlakı aşılamak ve Atatürkçülüğü bir bütün olarak, en doğru ve saf hâli ile öğretmek vatanseverlerin üstlendiği büyük bir görevdir. Bu görevi yerine getirebilmek için, öncelikle gerçek bir vatanseverin ve Türk milliyetçisinin sahip olması gereken özellikleri kazanmak mecburiyetindeyiz.

Atatürk ilkelerinin ana öğesi, vatanın bölünmez bütünlüğüdür. Vatanın bütünlüğü, devletin fiziksel yapısını meydana getiren ulusun birliğini, bütünlüğünü ve bölünmezliğini ifade eder. Atatürk hiçbir zaman vatanı milletten ayrı düşünmemiştir. Milletin üzerinde yaşadığı vatan, bir bütündür, kutsaldır. Atatürk’ün vatanın bağımsızlığı ve bölünmezliği ilkesi, Amasya Genelgesi’nde “ya istiklal ya ölüm”, Erzurum Kongresi’nde, “milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür” şeklinde ifade edilmiştir. Sivas Kongresi’nde de aynen kabul edilerek, Misak-ı Milli ile milletçe uygulanan bir politika halini almıştır. Misak-ı Milli ve Kuva-yi Milliye ruhu ile Atatürk’ün liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, hem siyasi yapılanma hem de insan unsuru bakımından üniter devlet temel niteliğiyle oluşturulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti üniter bir devlettir, diğer bir deyişle, kendi bünyesinde farklı kanunların geçerli olduğu, farklı yönetim bölgeleri yoktur. Federatif yapılar yoktur. TBMM’nin yetkisi tüm Türkiye topraklarını kapsar ve her Türk vatandaşı bu topraklar üzerinde eşit muamele görür. Söz konusu üniter devlet yapısı, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünün ve iç huzurunun teminatıdır. Üniter devlet yapımızın temelinde ise, Atatürk’ün bizlere gösterdiği milliyetçilik anlayışı ve Misak-ı Milli ile çizilen vatan sınırları vardır. Yüzlerce yıldır birlikte yaşayarak, uğrunda birlikte ölerek vatan haline getirdiğimiz aziz yurdumuz ise, milletimizin her bireyi için canından daha değerlidir.

Bütün bu açıklamalardan sonra vatanseverlik nasıl geliştirilmelidir sorusunun cevabını vermek mecburiyetindeyiz. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bu konu hakkındaki bir sözünü öncelikle ifade etmek istiyorum.

“ Çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel; Türkiye’nin istiklaline, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.”

Daha ayrıntılı ve bilimsel bir zeminde konuya açıklık getirmek gerekirse; vatan sevgisi için şu temel özelliklerin insanlara kazandırılması gerekmektedir. Öncelik sırasına göre insanların kazanması istenen özellikleri;

· İnsan olma bilinci

· Aile olma bilinci

· Sorumluluk bilinci

· Vatan bilinci

· Hakkaniyet bilinci

· Özgürlük bilinci

· Doğa ve çevre bilincidir.

Birey önce insan olmanın ne demek olduğunu, kendi yaşamını, ailesini, diğer insanlarla ilişkilerini, mesleğini, sorumluluğunu, yaşamını yöneten temel değerleri anlamlandırmaya başlayacak ve bu anlamlandırma içinde bir yurttaş olarak neler yapması gerektiğini görecektir. Bu değişim dışarıdan bir otoriterin “Sen böyle olacaksın” demesiyle değil, “Benim böyle olmam gerekir” biçiminde olacaktır. Diğer bir deyişle dışardan değil, içten güdümlü bir değişim süreci yaşanacaktır.

Müsaadenizle şimdi kısaca bu özelliklere temas edelim.

İnsan olma bilinci : Bu bilinç tüm etkileşimlerin temelini oluşturacak ontolojik ve varoluşsal bir farkındalığı içermektedir.

Aile bilinci : İnsan potansiyeli gelişimine aile içinde başlar. Karı koca ilişkisi ve ana baba çocuk ilişkisi aile bilincinin temelini oluşturur.

Sorumluluk bilinci : Sınırlar ve sorumluluk bilinci bireyin yaşamının sağlıklı olarak gelişmesi için ön koşuldur. Ait olma birey olma dengesi farkındalığı sınırlar ve sorumluluk bilincinin temelini oluşturur.

Yurt bilinci : Var olabilmemiz için bir yurda gereksinmemiz vardır; yurdu olmayanın ne ailesi, ne de kendisi anlamlı ve coşkulu bir yaşam sürdürebilir.

Hakkaniyet bilinci : Hakkaniyetin olmadığı yerde güven duygusu kaybolur; güven olmayan yerde insanlar geleceğe umutla bakamaz, mutlu ve üretici olamaz.

Özgürlük bilinci : Özgürlük, sorumluluğun diğer yüzüdür;” Benim hayatım, benim ailem, benim yurdum” diyebilmesi için kişinin seçim yapabilme hakkının olması gerekir. Sorumluluk, hakkaniyet ve yurt bilinci özgürlüğün temel motivasyonunu oluşturur.

Doğa ve çevre bilinci : Sağlıklı olarak yaşamımızı sürdürebilmenin temel koşulu doğa ve çevre ile sürekli dayanışma içinde olduğumuzun farkına varılmasıdır.

Bütün bu açıklamalardan sonra vatanseverlik duygularının geliştirilmesi için aşağıda belirttiğim noktalar üzerinde durulmasında fayda görüyorum.

Ø İnsanların paradigmalarını anlamaya ve belirlemeye çalışmalıyız. Grup ilişkilerinde BEN ya da SEN paradigması yerine BİZ paradigmasını oluşturmalıyız.

Ø Gerçek anlamda davranış değişikliği yaratmak istiyorsak öncelikle paradigma değişikliği ile başlamalıyız.

Ø Belirli algılama zeminleri ile karşınıza gelen insanlarda öncelikle zeminde değişiklikler oluşturmalıyız.

Ø Zemin değişikliği için her şeyden önce insanların iç dünyasına ulaşmaya gayret etmeliyiz.

Ø İnsanlarla ilişkilerimizi korku kültürü yerine değerler kültürü ile kurmaya çalışmalıyız.

Ø Davranış değişikliğine gönüllü olmalarını sağlamalıyız.

Atatürk’ün vatanseverlik anlayışı

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Büyük Önder Atatürk vatanseverliği ve milliyetperverliği ile tüm dünyaya ve Türk Milleti’ne örnek olmuş bir insandır. Son derece mütevazı bir kişiliğe sahip olan Atatürk, kendisinin sahip olduğu üstün özelliklerini hep milletinin kendisine kazandırdığı özellikler olarak görmüştür. Aynı şekilde kazanılan zaferleri ve elde edilen başarıları da hep milleti ile birlikte gerçekleştirdiğinin bilincinde olmuş, bunların daima milletine mal etmiştir. Konuşmalarında ve yazılarında bu noktanın altını önemle çizmiştir. Atatürk’teki vatan kavramını en yakın bilen Afet İNAN’ın konuya ilişkin makalesinden bir bölümü hatırlatmakta yarar görüyorum :

Mustafa Kemal için, vatan toprakları korunurken, hayat feda etmenin fiili örnekleri gözleri önünde cereyan etmişti. Nice vatan evlatlarının harp meydanlarındaki ölüm iniltilerini O, kulaklarıyla işitmişti. Devlet sınırlarını terk etmenin acısını büyük hüzünle görmüştü.

Balkan Harbi sırasında, Trablusgarp’e dönüşünde, Mısır’a geldiği vakit, Makedonya’nın düşman eline düştüğü haberini almıştı. Bu haberlerden en büyük acıyı hissettiğini daima söylerdi. Doğduğu, büyüdüğü ve inkılap fikirlerini beslediği şehir (Selanik) için, hayatının sonuna kadar hasret çekmiştir. En canlı hatıraları, çocukluğunun masum olayları, gençliğinin en ateşli anıları o muhitte geçmişti. Atatürk, hisleriyle, hatıralarıyla daima bu şehrin bir çocuğu idi; en çok anlatmasını sevdiği hatıraları hep o muhit içinde geçenlere ait olurdu.

Zafer neşesi, başkumandanı istila hırsı ve hisleriyle hareket ettirmemişti. O; “ Milli hudutlar dahilinde vatan bir bütündür.” Cümlesini (23 Temmuz 1919) Erzurum Kongresinde tespit etmiş bulunuyordu. Misak-ı Milli ile tayin edilmiş olan bu Türk vatanını, düşman istilasından kurtarmak gayesiyle vatan evlatlarının kanı dökülmüştü.

Atatürk’te vatan fikri böyle şekillenmiş ve bugünkü vatanımızın her bir sınırında harp etmiş bir insanın görgüsü ve kuvvetiyle, Türk için bir vatan bütünlüğü tespit etmişti. Devlet reisi olarak Atatürk, bu vatanı “Hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez bir kül” olarak Türk milletine emanet etti.

Atatürk, kendi zamanında yaşayan ve milletleri için imparatorluklar peşinde koşan, devlet ve hükümet reislerinin ideallerini asla benimsemedi. Hayaller kurmadı ve böyle hayal olabilecek fikirleri hiçbir zaman bizlere telkin etmedi. Sınırlarını, en son Türk nesillerinin kanlarıyla yoğurup çizdiği bir Türk vatanında, O vatan mefhumunu manalandırdı. O, bir ölüm haberi karşısında, yurt toprağına şu sözleri bana yazdırmıştı : (1930)

“Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen Türk Milletini edebi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın. Türk toprağı sen, seni seven Türk Milletinin mezarı değilsin. Türk Milleti için yaratıcılığını göster.”

Atatürk bu düşünceleri ile yurt toprağına, kutsi hürriyetini verirken onun yaratıcılık ve hayatiyet kavramları üzerinde duruyor. İşte Türk gençliği, Atatürk’ün sınırlandırdığı bu vatan toprakları kutsaldır, onun üzerinde dost elleri sıkılır, fakat düşman ayaklarını bastırmamaya azimli olduğumuzu, bütün dünya bilir.”

Görüldüğü ve bilindiği gibi; Atatürk, vatan ve millet sevgisinin üstünlüğü ile tanınan, bu sevgi sayesinde tarihi başarılara imza atmış bir lider, büyük bir devlet adamı idi. Gerek Kurtuluş Savaşı sırasında yaşanan büyük zaferlerin, gerekse bağımsızlığın kazanılmasının ardından ekonomide ve toplumsal hayatta kat edilen ilerlemelerin temel kaynağı Atatürk’ün vatanına duyduğu derin sevgi ve milletine karşı hissettiği güçlü bağlılıktı. Koşullar ne kadar zor, durum ne kadar umutsuz gibi görünse de, vatanı ve milleti için her zaman yapacak bir şeyi olduğuna inana bir insandı. Atatürk’ün hayatı incelendiğinde, tüm yaşamı boyunca en büyük amacının Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak olduğu ve bu yolda yapılan büyük mücadelenin de derin bir vatan ve millet sevgisinden ilham aldığı açıkça görülmektedir. “Türklerin vatan sevgisi ile dolu göğüsleri, düşmanların melun ihtiraslarına karşı daima bir duvar gibi yükselecektir.” Sözleri ile vatanseverliğin önemine dikkat çeken Atatürk, milletini seven, milletine sadık ve güvenen gerçek Türk milliyetçisidir. Büyük Atatürk’ün bize bıraktığı en önemli miraslardan biri vatanseverlik ve millet aşkıdır. Atatürk’ün ideali, bağımsız bir vatan üzerinde, güçlü bir milli birlik anlayışına sahip bir millet ortaya çıkarmak ve bu milletin hiçbir engel tanımadan çağdaşlaşma yolunda ilerlemesini sağlamaktır.

Atatürk’e göre bir toplumun millet sayılabilmesi için, “zengin bir hatıra mirasını elinde bulundurmak, birlikte yaşama hususunda ortak istekte samimi olmak, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilme konusunda ortak iradeye haiz olmak, gelecek için aynı programı gerçekleştirmeyi istemek ve birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmak” gereklidir.

Buraya kadar, tarihsel bir süreç içinde geliştirdiğimiz toplumsal ve beşeri bir duygu olan “vatanseverlik” kavramını açıkladım. Bugün dünyanın iki güçlü devleti olan ABD ve Rusya’da bu kavramın nasıl algılandığına da temas etmek istiyorum.

ABD ve Rusya’da vatanseverlik yasa ve çalışmaları

ABD’de 11 Eylül 2001 saldırısından sonra, hemen ertesi günü arabaların camlarına kolayca adapte edilebilen son model ABD bayrakları piyasaya sürüldü. Pizzalar, artık üzerinde ABD bayrakları ve “ Tanrı Amerika’yı seviyor” yazısı olan kutular içinde takdim edilmeye başlandı. Tişörtler “ sonsuza kadar ABD”, “ Şeytani güçler cezalandırılacak” gibi, çoğu Bush’un söylediği sözler ile donatıldı.

Amerikan hükümetinin saldırıdan sonra takındığı tavır, milliyetçiliği sonuna kadar sömürmek ve bu sömürü sayesinde gelecek aylarda gerçekleştireceği katliamı meşrulaştırmak oldu. “Onları öldürebiliriz çünkü bizden 5000 kişi öldü” diyorlardı. Diğer ülkeler ile yapılan temaslarda sorun, uluslararası bir sorun olarak lanse ediliyor ve müdahale zemini bu şekilde meşrulaştırılıyordu. ABD de ise, milliyetçilik kendi maksatlarına hizmet edecek şekilde kullanılıyordu. Bush hükümeti gerçekten de sorunu uluslararası bir sorun olarak görseydi ve tüm dünya insanlarının huzur ve güvenliği için çalışsaydı belki de bugün farklı bir durum ile karşılaşabilirdik.

Bütün bu gelişmelerden sonra ABD’de 26 Ekim 2001’de “Vatanseverlik Yasası” yürürlüğe girdi. İngiltere Parlamentosu da 19 Kasım 2001’de sunulan “ Anti-Terörizm”, “ Suç ve Güvenlik” yasa tasarısını 17 Aralık 2001’de kabul etti.

New York Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ronald Dworkin’in bu yasa ile ilgili görüşlerini sizlerle paylaşmanın bugünkü güncel konularımıza ışık tutması itibariyle uygun olacağını düşünüyorum.

“ 25 Ekim’de Kongre, Senato’da yalnızca bir ve Temsilciler Meclisi’nde 66 muhalif oyla “ABD Vatanseverlik Kanunu’nu” çıkardı. Bu kanun nefes kesecek derecede müphem ve geniş bir terörizm ve teröristlere yardım etme tanımı yapmaktadır. Eğer başsavcı geliştirilen yeni terörizm tanımı çerçevesinde bir yabancının terörist olduğundan veya terörizme yardım ettiğinden şüphelenmek için “makul sebeplerinin” olduğunu ilan ederse, o yabancıyı hiçbir suçlamada bulunmaksızın yedi güne kadar göz altında tutabilir. Daha sonra yabancıya terörizmle ilgisi bulunmasa bile bir suç ithamı yapılırsa ve başsavcı “yabancının serbest bırakılmasının ABD’nin ulusal güvenliğini veya toplumun veya herhangi bir kişinin emniyetini tehdit edeceğini düşünürse, yabancı “altı aya kadar” göz altında tutulabilir ve sonra başsavcı onun bırakılmasının milli güvenlik ve herhangi birinin emniyetini tehdit edeceğini ilana devam ettikçe ilave 6 aylık periyotlar halinde göz altı süresi uzatılabilir.”

Adalet Bakanlığı yüzlerce yabancıyı gözaltında tutmaktadır ve gözaltında kalanların bir kısmı günün 23 saatinde sıkı bir tecrit halinde bulunmaktadır. Bu insanların hiçbiri herhangi bir suçtan hüküm giymemiştir ve çoğu gözaltında tutulmayacak kadar önemsiz göçmen yasası ihlalleriyle suçlanmaktadır.

Hükümetin şüpheli ( meşkuk ) kanunları, uygulamaları ve teklifleri ABD’de şaşırtıcı derecede az protestoya sebep oldu. Hatta geleneksel olarak sivil hakların şampiyonluğunu yapan bazı gruplar dahi, pek az itirazla, hükümetin sert çizgisini destekledi. Kamuoyu araştırmaları gösteriyor ki halkın yaklaşık %60’ı askeri mahkemelerin kullanılmasını onaylamaktadır. Bunların hiçbirine şaşırmamalıyız. 11 Eylül dehşet vericiydi: Düşmanlarımızın kötü, kudretli ve hayal gücünün yüksek olduğunu, iyi eğitildiğini ve ellerinin altında intiharı göze almış fanatiklerin bulunduğunu gösterdi. Korkutuldukları vakit insanların temel insan haklarına ve sivil haklara itibarı / saygısı çok kırılgandır ve Amerikalılar çok korkmuştur. ABD geçmişte bu hakları çok daha kötü biçimde ihlal etti. İç Savaşta temel hakları askıya aldı; Birinci Dünya Savaşı’nda askeriyeyi eleştirenleri cezalandırdı; İkinci Dünya Savaşı’nda Japon asıllı vatandaşlarını tecrit kamplarında topladı ve savaştan sonra siyasi görüşlerinin farklı olmasından / popüler olmamasından dolayı milyonlarca vatandaşının hayatlarını tahrip eden Kızıl Tehdit’i (korkuyu) cesaretlendirdi. Bunların ekseriyeti anayasaya aykırıydı, fakat anayasa mahkemesi çoğuna müsamaha gösterdi.”

Yukarıda izah edildiği gibi; ABD Vatanseverlik Yasası ile telefon konuşmaları çok daha kolayca dinlenebiliyor, insanların evlerinin gizlice aranması daha kolaylaşıyor ve mahkeme kararı olmadan insanların mali ve sağlıkla ilgili tutanaklarına bakmasına izin veriyordu.

Bilindiği gibi; Vatanseverlik Yasası, Başkan Bush’un terörle mücadelede başlattığı yasal sürecin köşe taşlarından birini oluşturuyor.

Diğer taraftan, Senatoda, yapılan oylamada süresi dolacak olan yasa maddelerinin uzatılması için 47’ye karşı 52 kişi kabul oyu verdi. Ancak gerekli olan 60 oya ulaşılamadığı için maddelerin süresi uzatılmadı.

Süresi dolacak olan 16 madde arasında, telefon görüşmelerinin gizlice dinlenmesi, kişilerin hastahane, kütüphane ve iş kayıtlarının tutulması da bulunuyordu.

Oysa , Başkan Bush, Başsavcı Alberto Gonzales ve öteki Cumhuriyetçiler söz konusu maddelerin uzatılması için aylardır çalışmışlardı.

Başkan Bush’un terörle mücadele için başlattığı yasal sürecin köşe taşlarından birini oluşturan Vatanseverlik Yasası, birçok sivil toplum kuruluşu tarafından, bireysel özgürlükleri sınırladığı gerekçesiyle eleştiriliyordu.

ABD’deki vatanseverlik yasasından sonra Rusya’da da “Vatanseverlik” ile ilgili bir kampanya başlatıldığını, halkı daha vatansever yapmak için beş yıllık bir plan hazırlandığını biliyoruz. Bu plan ile ilgili bazı hususları hatırlatmakta yarar görüyorum.

Bu plana göre; Sovyetler Birliği, özgürlükler ve demokrasi konusunda örnek bir ülke olarak görülmeyebilir ancak eksikliği duyulmayan duygu ve düşünce vatanseverlikti. Yaklaşık 17 milyon dolarlık projede, gençler askeri zaferleri kutlamaya teşvik edilecek ve okullarda askeri oyunların yeniden başlaması için gereken maddi kaynak sağlanacaktı. Tüm bu duygular ile halka süper güç Sovyetler Birliği’nin bir parçası olduğu hissettirilmeye çalışıldı. Yine plân çerçevesinde, artık her yerde daha fazla Rus bayrağı görülecek, Rusya ulusal marşının CD’leri elden ele dolaşacak ve Rus ordusunun gücünü ve zaferlerini gösteren bilgisayar oyunları hazırlanacaktı. Sovyet döneminden kalma, ordudakine benzer eğitim, okullarda yeniden uygulanmaya başlanacaktı. Vatanseverlik duygusunu, halka yaymak, Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin’in en büyük önceliklerinden birisidir. Ancak bu projenin, Putin’in istediği etkiyi gösterip göstermeyeceği henüz belli değildir.

Vatanseverlik duygularının gelişimine yardımcı olan edebi ve sanat çalışmalarının tarihi bir süreç içinde incelenmesi

Vatanseverlik duygularının müzik ile gelişmesine ve desteklenmesine önce Batı dünyasından bilahare kendi tarihi geçmişimizden bazı örnekler vererek bu kavramın estetik ve duygusal zenginliğini sizlere ifade etmeye çalışacağım.

Yüzlerce yıllık müzik tarihinde vatanına bağlı, onu seven ve gerektiğinde onun için elinden gelen her şeyi yapacak olan hiç kuşkusuz yüzlerce besteci vardır. Ama besteleri yoluyla bunu tüm dünyaya ilan etmiş Beethoven, Chopin, Verdi, Wagner, Rus Beşleri, Dvorak, Smetana, Prokofiev ve Şostakovic ilk anda akla gelen en önemlileridir. Ulusalcılığın kökeninde, Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin tüm dünyaya yayılmış “ özgürlük, eşitlik, kardeşlik” üçlemesinden oluşan ilkeleri bulunmaktadır.

1789 Devrimi Beethoven’i derinden etkilemiştir. Avrupa’daki politik gelişmeleri yakından izleyen Beethoven 1800’lerin başından itibaren Fransız Devrimi’nin liberal, anti feodal ve demokratik ruhunun temsilcisi olmayı benimser. Beethoven büyük bir heyecan ve tutkuyla 3. senfoni sini Napolyon’a adar, ancak Napolyon’un kendisini imparator ilan etmesiyle büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığı içinde eseri “isimsiz bir savaş kahramanına” adıyla değiştirir. Bu dönemde yazdığı Fidelio Operası ve Egmont Uvertürü de yurtseverlik ve zorbalığa karşı kazanacağı zafer inancıyla yazdığı eserlerdir. İnsanlığa olan sarsılmaz inancını ve sevgisini ise 9. Senfoni sinde Schiller’in “Neşeye Övgüsüyle” ve onun nakaratı olan “Bütün İnsanlar Kardeştir”in müziğinde büyük bir coşkuyla ilan eder.

Chopin’in eserlerindeki vatanseverlik Beethoven ya da diğer bestecilerin anlatmak istediklerinden oldukça farklıdır; çünkü onun müziğinde, ilk kez özgürlüğü uğruna savaş veren, ezilen bir ulusun anlatımı simgelenmektedir. Fransız bir baba ve Polonyalı bir anneden doğan Chopin 1830 da sanatını kanıtlamak için gittiği Viyana’da Rusların Varşova’yı işgal ettiği haberini almış, Schumann’ın sonradan “Çiçekler arasına saklanmış toplar” dediği o meşhur “İhtilal” etüdünü yazmıştı. Polonya’nın hem köylü hem de aristokrat müziğine özgü kalıplardan kaynaklanan Mazurka ve Polonezler, ülkesine olan özlemini anlattığı eserlerdir. Polonyalı ozan Mickiewicz’e göndermeler içeren fa minör baladı Polonya’nın tarihsel özgürlük mücadelesinin etkisiyle yazılmış bir başka önemli eseridir.

Yaşamı boyunca İtalya’nın bağımsızlığı ve köylülerin esenliği için çalışan Verdi ulusunun bağımsızlık yolundaki mücadelesine operaları ile katkıda bulunmuştur. 1842 yılında Milano’da ilk temsili yapılan Nabucco operası, konu olarak “zulme başkaldırışı” işler. Verdi, o dönemde ülkesinin içinde bulunduğu durumla bu konu arasında benzerlikler olduğunu düşünerek bu opera üzerine çalışmış ve opera İtalya’da büyük bir olay yaratmıştır.

Verdi’nin ilk büyük operası olan Nabucco, ilk kez La Scala’da günümüzden 164 yıl önce 9 Mart 1842’de sergilendi. Babilliler’le Asurlular arasındaki savaşın içinde yaşanan insan ilişkilerinin öyküsünü anlatan Nabucco’nun en fazla tanınan ve sevilen bölümü, Verdi’nin Yahudi esirler için yazdığı 3. perdedeki koro bölümü “Va Pensiero” idü. Orada Yahudi esirler, hüzünlü biçimde Fırat nehri kıyısında anavatan özlemlerini dile getiriyorlardı. Bu koro, o dönemde Avusturya boyunduruğundan kurtularak ulusal devlet kurma mücadelesi içindeki İtalyan halkı tarafından bir “özgürlük şarkısı” olarak benimsenmişti. Halk, Verdi’nin baş harflerini İtalya’nın birleşmesi için yaratılan bir deyişin baş harfleriyle özdeşleştirmiş, “Viva VERDİ” diye bağırmak, “Viva Vittorio Emmanuele, Re d’Italia!” ( Yaşasın Vittorio Emmanuele, İtalya Kralı ) sözleriyle eşdeğer olmuştu.

Verdi “Va Pensiero” yu yazarken, bu koronun binlerce İtalyan tarafından kendi cenazesinde söyleneceğini herhalde aklının ucundan bile geçirmemişti. Ama bu acıklı koronun hem güzel müziği hem halk tarafından yüklenen anlam, bir besteci olmanın ötesinde “ulusal kahraman” olarak algılanan Verdi’nin ardından bir cenaze ilahisine dönüşmüştü. Nitekim bu özgürlük simgesi haline gelen koro, La Scala’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası onarılıp yeniden açılması sırasında tarihi binada yeniden tınlayarak bu kez yeni İtalyan Cumhuriyeti için gene özgürlük vurgusu yapmıştı.

Bizde nasıl Cemal Reşit Bey’in “10. Yıl Marşı” kuşaktan kuşağa bir Cumhuriyet türküsü olarak yaşıyor ve söyleniyorsa, Verdi’nin “Esirler Korosu”da İtalya’da hala ulusal duyguları ayaklandıran bir işlev görüyor.

Diğer yandan Wagner, Verdi’nin gerçekçiliğine karşılık Alman ulusunun ırksal üstünlüğü ve kahramanlığı üzerine kurguladığı operaları, bunu destekleyen felsefi görüşleri ve başta “Alman müziğinde Yahudi sorunu” başlıklı makalesi olmak üzere yazmış olduğu müzik ve ulus üzerine kitapları ile 19. yy.’ın ikinci yarısından itibaren Alman müziğinin tartışmasız tek hükümdarı olmuştur. Wagner’in Nürnberg’in Usta Şarkıcıları operası sonunda ulusal sanatın sonsuza dek Alman kalması temennisi ile sona erer. Wagner’in açıkça ırkçı izler taşıyan ilk opera dörtlemesinden Der Ring safkan ırk olmayı kahramanlığın ön şartı sayar. Görüldüğü gibi müzik bazen bu denli tutucu ve sonuçları itibariyle insanlığın hayrına olmayan fikir ve eylemleri de desteklemiş, onlar için de esin kaynağı olabilmiştir.

İlk Rus Operası sayılan Çar için Hayat la Glinka Rus ezgilerini batı müziği anlayışıyla birleştirmiş ve Rus müziğini “yüksek sanat” seviyesine yükseltmişti. Aydınlanma ve Fransız Devrimi’yle birlikte kafalarda ve yüreklerde yavaş yavaş yer etmeye başlayan ulusalcılık sonuçta dıştan gelen kültürel baskıları kırmaya ve kendi kültürel varlıklarını ön plana çıkarmaya çalışan 19. yy. Rus, Çek, İspanyol, Polonyalı, Norveçli, Danimarkalı, Finlandiyalı ve buna benzer birçok ülkenin bestecileri tarafından ulusal kimlikleriyle ortaya konur oldu. 19. yy.da Rusya’da da Rus Beşleri adı altında toplanan Borodin, Cui, Balakirev, Musorgski, Rimski-Korsakov gibi bestecilerin dayanakları aslında iki temel üzerine yapılanmıştı: Rus halk müziği ve Rus Ortodoks kilise müziği. Rusya halk şarkıları bakımından zengin bir ülkedir. Ses genişliği 5 li ya da 6 lı aralığı aşamayan halk şarkılarında kullanılan makamlar eski Yunan modlarını andırır. Rus Beşlileri’nin bu iki temel öğeyi eserlerinde kullanmaya başlamaları ülkelerindeki Avrupa egemenli müzik yapısını temelden sarsar.

20. yy.’ın Rusya’daki en büyük iki bestecisi Prokofiev ve Şostakoviç, Stalin rejiminin ağır baskısı altında müzik yapmış olsalar da, her iki bestecinin de halklarına büyük saygı besledikleri ve sosyalizme inandıklarını görürüz.

Prokofiev: Aleksandr Nevski, Savaş ve Barış Operası

Şostakoviç: Leningrad Senfonisi bu konunun güzel örnekleridir.

Leningrad Senfonisi; İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler’le savaşmakta olan Sovyetler Birliği genelinde o kadar büyük başarı kazandı ki, tıpkı Miaskovski’nin “Kirov Bizimle” kantatı gibi Sovyet halkının kahramanlık duygularını yansıttığı için yapıta 1941’de Devlet Ödülü verildi.

Çek ulusal müzik okulunun kurucusu ve öncüsü Smetana’nın 1863’te yazdığı Brandenburglular adlı operası, ulusal akımı durdurmak isteyen dış güçler tarafından engellenmek istenir ama bu niyet başarıya ulaşamaz. Besteci bu eserin ardından Ma Vlast ( Vatanım ) adlı anıtsal Senfonik şiirini yazar. Smetana’nın yanı sıra bir diğer ünlü Çek besteci Dvorak önceleri Alman geleneğini takip eder, müzik çevrelerinde adını ilk kez duyurması Brahms’ın tavsiyesi ile bestelediği Slav Dansları ve Mora Düetleri ile olmuştur. Ancak Dvorak hiçbir zaman Smetana’nın Vatanım adlı senfonik şiiri gibi görkemli eser yaratmayı amaçlamamıştır.

Vatanseverlik konularının müzik ile geliştirilmesine kendi tarihimizden de bazı örnekleri sizlerle paylaşmanın uygun olacağını düşünüyorum.Vatan sevgisini ve uluslaşmayı kendi yakın tarihimiz ile birlikte oldukça kapsamlı bir çalışma ile takdimi aydınlatıcı olacaktır. Bu çalışma Türk Musikisi’nin gelişimi, Cumhuriyet döneminde halk müziği, Cumhuriyet dönemi çok sesli müziği şeklinde sizlere takdim edilecektir.

Türk musikisinin gelişimi

II. Meşrutiyet döneminde, müzik hayatımız açısından ciddi ve olumlu bir yapılaşma hareketi görülür. Bu, Dar-ül-elhan adlı kurumdur.

“Nağmeler Evi” anlamındaki adıyla bu müessese yakın musiki tarihimizde önemli yeri olan ilk resmi musiki okulumuzdur. Ülkenin bağımsızlık savaşı verdiği bir dönemde devletin musikiye koruma ve teşvik güvencelerini sağlaması yönünden de çok özel bir konuma sahiptir. Geçirdiği birkaç yapısal değişikliğe karşın Cumhuriyetten sonra giderek gelişen bu kurumda, musikinin her türünde önemli sanatçılar öğrenci, eğitimci ve icracı olarak emek vermişlerdir.

Dar-ül-elhan’ın yeniden kuruluşunun hemen ardından verilen konserlerden bazıları; yeni kurulan Cumhuriyetimizin ilkelerine sanatın bilimsel, estetik ve duygusal katkıları saygı ve şükranla anılmalıdır.

Örneğin; Fethi Bey’in, dinlemiş olduğu bir konser hakkındaki değerlendirme konuşması şöyledir: “ Arkadaşların yüzünde nümayan olan haz ve memnuniyet, muvaffakiyetinizin delilidir. Himmet-i alinizle şimdiye kadar mühmel ( ihmal edilmiş ) bir halde bulunan musikimiz intizam dahiline girmiş olmasını görmekle müftehiriz.

Milli şarkılarımız toplanacak olursa milletimizin hamasetini, destan-ı besaletini ( yiğitliliğinin destanını ) terennüm edeceksiniz ve bu suretle pek büyük bir hizmet yapacaksınız. Bu kıymetli hizmetinize şimdiden teşekkür etmeme müsaadelerinizi rica ederim.”

Bu yaklaşım milli mücadelenin coşkusunun sıcağı sıcağına yaşandığı bir ortamda, musikinin toplum için önem ve birleştiriciliğinin en belirgin ifadesidir.

Cumhuriyet döneminde halk müziği

Atatürk müzikte; belli bir tarz müziği, bir başka tarz müzikten üstün görmemişti. Ancak evrensel normların ulusal ezgilerimizle bütünleşmesini istemiştir.

Türk Halk müziği de, kültür yaşamının özgün bir dalıdır. Çeşitli etkenlerle sürekli değişim halinde olsa da müziğin, her zaman var olan bir boyutudur. Halk bilimine ve müziğine olan ilginin, 19. yüzyılda Avrupa’daki milliyetçilik hareketleriyle yoğunlaştığı söylenebilir. Bu akım Osmanlıyı da etkilemiş ve bir yandan Jön Türkler kanalıyla Avrupa’da, bir yandan da Orta Asya’da Kırım, Azerbaycan gibi bölgelerde Rus yayılmacılığına karşı gelişen Türkçülük şeklinde ortaya çıkmıştır.

Türk müziğinin ve kültürünün öneminin Köprülüzade Fuat, Ahmet Cevdet, Rauf Yekta, Necip Asım, Ziya Gökalp gibi isimler tarafından öne sürülmüş olması ve köysel Anadolu müziğinin ancak yöresel alandan toplanabileceği görüşleri, 20. yüzyılın başlarından itibaren bu alana gereken ilginin gösterilmesine neden olmuştur.

Klasik Türk müziğinin Osmanlıya ait bir musiki, folklorik müziğin ise Türk’ün örnek müziği olduğuna dair ayrımın, Cumhuriyetin müzik anlayışının temelini oluşturduğu bilinir. Bu görüş doğrultusunda yapılan çalışmalar; folklorun o vakte kadar fazla incelenmemiş yönlerini daha bilimsel bir gözle ele alma imkanı vermiştir. Ancak içinde bulunduğumuz dönemde şehir müziğiyle kırsal bölge müziğinin birbirini ciddi anlamda etkilemeye başladığını görüyoruz.

Aslında 1920’de, zamanın Milli Eğitim Bakanı, düzenli bir şekilde şarkılar toplamaya başlamak amacıyla Hars Dairesi’ni kurmuş, ayrıca Seyfettin ve Sezai ( Asal ) isimli iki müzisyen kardeş İzmir civarında türkü derlemek üzere görevlendirilmişlerdir. Bu derlemeler Yurdumuzun Nağmeleri adıyla yayımlanmıştır. Yine bu kurumda, 1926’da başlatılan derleme gezileri ve plağa alınan notaları 15 defter halinde yayımlanan türküler, bu alandaki ilk kapsamlı çalışmalardır. Cumhuriyetimizle hızlanan halkçılık hareketleri, Türk gencini milli kültür menbaları olan folklor sahasına çekmiştir. Bu yoldaki araştırmalar ve derlemeler günden güne artmaktadır.

Cumhuriyet dönemi çok sesli müzik

Atatürk’ün genel anlamda müziğe bakışını şekillendiren üç özellik; insan sevgisi, ulus sevgisi ve çağdaşlıktır. Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilen Türk Müzik Devrimi’nin ancak ulusal değerler korunarak evrensel normlar ile çağdaşlaşabileceği görüşü benimsenmiş ve bu yönde çalışılmıştır. Bugün bu alanda kazandığımız değerler, Cumhuriyetin, ilk yıllarındaki Türk Müzik devriminin olumlu sonuçlarıdır.

Cumhuriyetin ilk yıllarındaki çok sesli müzik, her sahada olduğu gibi Büyük Atatürk’ün gösterdiği istikamette gelişmiştir. Bu bakımdan öncelikle Atatürk’ün müziğe bakışını, Türk Müzik Devrimi’nin temel taşlarını açıklamak istiyorum.

Çağdaş klasik müziğin kurumsallaşmasının öncüsü Büyük Atatürk “Bir ulusun değişikliğinde ölçü musikide değişikliği algılayabilmesidir.” demek suretiyle müziğe bakışını çok veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Sanatı, “Güzelliğin Anlatımı” olarak tanımlayan Atatürk, 1933 yılında ünlü 10’ncu Yıl Nutku’nda güzel sanatlar ile ilgili olarak. “Türk milletinin tarihi bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onu yükseltmektir. Bunun içindir ki milletimiz, yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, yaradılıştan gelen zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik ruhunu sürekli ve her türlü vasıta ve tedbirlerle başlayarak geliştirmek milli ülkümüzdür.” demiştir.

1933 yılında Cumhuriyetin onuncu yılında yaptığı tarihi konuşmada müzik konusundaki düşüncelerini çok net bir şekilde açıklama imkanı bulmuştu. “Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişler, söyleşileri toplamak, onları bir an önce genel musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu sayede Türk Ulusal Musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir.”

Büyük insan ATATÜRK’ün olağanüstü bir şekilde ifade ettiği bu düşünceler iki yüzyıl önce dünyaca meşhur birçok besteci tarafından dile getirilmişti.

Romantik dönemin en önemli bestecilerinden Chopin, çeşitli dönemlerde işgale uğrayan vatanının hüznünü eserlerinde romantik bir duygusallıkla ifade etmişti. Ünlü piyano ozanı güçlü bir Polonya milliyetçisiydi. Polonya’dan ayrılırken ( 2 Kasım 1830 ) şair arkadaşına “ Dağlarda, vadilerde taş ve cevher arayan bir mineralog gibi Polonya halk ezgilerini araştırın” demişti. Bunun üzerine 10.000’in üzerinde halk ezgisi toplamıştır.

Ünlü Norveçli Besteci Edvard Grieg ( 1843-1907 ) de bestelerinde ülkesinin halk müziğini ve onun kendine özgü armonik yapısını ustaca kullanmış ve Norveç Müziğini dünyaya tanıtmıştır.

Öte yandan Rus bestecileri de birçok kez işgale uğrayan ülkelerinin hüznünü eserlerine olağanüstü bir üslup içinde yansıtmışlardır.

Bu konuda daha çok örnek verilebilir. Ancak hepsinin ortak özelliği, eserlerinde halk ezgilerinden yola çıkarak ve ulusal değerleri evrensel normlar içinde olağanüstü bir güzellik ile ifade edebilmeleridir. İşte Büyük Atatürk de 1933 yılında ve daha sonraki konuşmalarında bu anlayışı anlatmak istemiş, Türk Beşlileri de bu düşüncenin ürünü olarak ulusumuza armağan edilmiştir.

Çağdaş müzik hayatımızın temellerinin atılmasına ve gelişmesine öncülük eden Atatürk gibi lider ve onun bize armağan ettiği müzik kurumları olmasaydı, bestecilerimiz ve yorumcularımız kendilerini ifade etme imkanı bulamayacaklardı. Dolayısıyla Türkiye’de çok sesli uluslar arası müzik gelişemeyecekti.

Atatürk’ün başlattığı aydınlanma olgusuna bilimin ışığı yanı sıra sanatın estetik ve duygusal güzelliği de ciddi bir katkı sağlamıştır. Bunun sonucu olarak farklılıkları ortadan kaldıracak, hoşgörü dünyamızı zenginleştirecek, vatanseverlik duygularımızı geliştirecek bir iklimin yaratılması mümkün olmuştur.

Atatürk; batının bir çağa sığdırdığı Rönesans ve aydınlanmayı on yılda başarmıştır. Güzel sanatların gelişmesi ve halkın günlük yaşamında bir ölçüde yer alabilmesi Atatürk ve Atatürkçü kültür ve sanat politikasının muhteşem bir ürünüdür. Donmuş kalıplar içinde kalan insanlarımız bu sayede dinamik bir evreye girmişlerdir.

Atatürk batı uygarlığı konusunda; ulusalcı, gerçekçi bir yaklaşımla çağdaşlaşmayı hedef göstermişti. Kendisi hiçbir zaman Batıcı olmamış ancak daima Batılı bir insan olmuştur.

Cumhuriyetin aydınlanma döneminde müzik adamlarımızın yanı sıra şair ve ressamlarımızın da Anadolu kültürünü yaşatmak için yaptıkları araştırma ve çalışmaları zikretmeden geçmek istemiyorum.

Atatürk’ün bu konudaki hizmetlerini ifade ettikten sonra Cumhuriyet döneminin çok sesli müzikteki gelişimini tarihsel bir süreç içinde izah edebiliriz.

Osmanlı, Batı’nın kültür değerleri ve müziğiyle Cumhuriyet öncesi tanışmış olmasına rağmen, dönüm noktası diyebileceğimiz bir tarih olarak karşımıza II. Mahmud dönemi ve Muzıka-i Hümayun’un kuruluşu çıkar. Mehterhanenin yerine ihdas edilen bu kurumla yani saray ve ordu kanalıyla imparatorluğun çok bileşenli kültür yaşamına resmen dahil olan Batı müziği, çeşitli düzeylerde etkileyici olacaktır. İki yıl kadar Fransız uyruklu Monsieur Manguel’in çalıştırdığı, ardında İtalyan bando şefi Donizetti’nin geniş yetkilerle başına getirilerek yirmi sekiz yıl boyunca saz donanımı, repertuar, notayla icra konusunda emek verdiği Muzıka-i Hümayun bu açıdan önemle zikredilmesi gereken bir kurumdur. Zaman içinde Merkez’in ( sarayın ve padişahın ) müzik zevkine, yaklaşımına göre nitelik değiştirmiş, özellikle Abdülmecid döneminde gelişip Avrupa’nın ünlü müzisyenlerinin ilgisini çekecek düzeye gelmiş ve opera-operet kültürünü, orkestra geleneğine geçişi hazırlamıştır.

Abdülaziz döneminde Batı müziğinin fazla destek görmediği, ancak bando teşkilatının güçlendirildiği; Abdülhamid döneminde ise ordu ve donanmanın çeşitli kademlerine yayıldığı görülür. Gittikçe sayıları artan muzıka mekteplerinden yetişen elemanlar, sivil kuruluşlarda da görev yaparak Batı müziğinin yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardır.

II. Meşrutiyet’in ilanı, toplumsal yaşamda da hızlı değişmelere yol açmıştır. Müzikolog ve bestekar Rauf Yekta Bey’in “On Temmuz’u takdis edelim” başlığını taşıyan Karcığar makamında ve sofyan usulünde bir marş bestelediğine tanık olunur. İzmir’de bulunan Hoca Rakım Elkutlu’da da bu heyecan sezilir: “ Hürriyetin ilk ilan edildiği gün Abdülhamid’in marşı kaldırılmıştı. Yeni bir marş için bana müracaat ettiler. Ben de rast makamından, alafranga tarzında bir marş besteledim. Sultani’de bir toplantı yapıldı ve bütün talebelerle birlikte, akşama kadar bu marşı söyledik.”

II. Meşrutiyet’in ardından Zati ( Arca ) Bey’in yazdığı Nihavent marşın ismi ise “ Meclis-i Mebusan Marşı”dır.

Dönemin en ünlü sazendesi olan Tanburi Cemil Bey bile, resmi ortamlardan ve ilişkilerden kaçınan yapısına rağmen, 31 Mart Vakası sonrasında oluşan coşkulu ortamda halk huzurunda ilk kez yapılacak bir salon konseri vermeye razı olmuştur.

Cumhuriyetin ilk yıllarında ulus-devletin kuruluş sürecinde tek tip bir milli kimlik hedefine doğru yönelinmekte ve ulusun tarihsel-kültürel yapısı yeniden ele alınıp tanımlanmaktaydı. Cumhuriyetin ilk 10-15 yılı, bu hedefin tesisi ve Batı uygarlığı düzeyine ulaşmak ülküsü amacıyla gösterilen yoğun çabalarla geçmiştir. Bu dönemin bazı önemli gelişmelerinin altını çizerek konumuza devam edelim.

Mehmet Akif Bey’in yazmış olduğu ve 12 mart 1921’de Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilmiş olan İstiklal Marşı şiirinin bestelenmesi için, Ankara Hükümeti’nin emriyle İstanbul Maarif Müdürlüğü tarafından bir yarışma açılır. ( 12 Şubat 1923 ). 500 lira ödüllü olan bu müsabakaya devrin büyük müzik üstadları dahil, yoğun ilgi gösterilir. Toplam 55 adet besteden, Şark Musikisi Cemiyeti Reisi Ali Rıfat Bey’in Acemaşıran bestesi seçilerek Ankara’ya bildirilir. Hükümetin bastırarak okullara ve bakanlıklara dağıttığı marş, bir müddet sonra Ali Rıfat Bey’in alaturkacı olması gerekçesi ile itirazlara uğramaya başlar. Yeni bir heyetin oluşturulması, hatta Avrupalı bir müzisyenin onayına sunulması gibi görüşler ileri sürülür.

Bu arada diğer bestekarlar da kendi İstiklal Marşı bestelerini bastırarak çevrelerine yaymışlar ve yurdun çeşitli bölgelerinde farklı besteler okunmaya başlamıştır. ( İzmir’de İsmail Zühtü Bey’in, Edirne’de Ahmet Yekta Bey’in, İstanbul’un Rumeli yakasında Zati Bey’in, Asya yakasında ve bazı batı illerinde Ali Rıfat Bey’in, Ankara’da ise Osman Zeki Bey’in marşları ) çalınır. Bugün dinlediğimiz milli marşımızın geçirdiği evreleri izah etmek için bu açıklamayı yapmak lüzumunu hissettim.

1923’ten sonra yurtdışından dönüp Darü’l Elhan’a hoca olan Cemal Reşit Rey’in, 12 Anadolu Şarkısı’nı bestelemesi ve bunu ilk kez Paris’te seslendirilmesi Cumhuriyetin ilk yıllarına rastlar.

Hasan Ferid, Türk müziği teorisyeni Saadettin ( Arel ) Bey’in desteğiyle Viyana’ya müzik tahsiline gitmiş, öğrendiği Batı müziği tekniğiyle, geleneksel müzik birikimini kanun konçertosu yazarak birleştirmiştir.

Ulvi Cemal Erkin’in İrticaller ve Köçekçeler’i, Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu bu etkileşim kaygısını bugüne taşıyan eserlerdir.

Bu açıklamalardan sonra, Cumhuriyet döneminde vatanseverlik duygularının gelişmesine yardımcı olan eserlerden örnekler vermek istiyorum. ( İsmini yazmadıklarımdan şimdiden özür diliyorum. İleride bu konuda daha detaylı bir çalışma imkanı bulacağımı düşünüyorum. )

Cumhuriyet döneminde çok sesli müziğin Türk Beşlileri olarak bilinen ilk bestecimiz Cemal Reşit Bey’dir.

Ø Cemal Reşit Rey’in vatanseverlik duygularımızı geliştiren eserleri; On iki Anadolu Türküsü, Fatih Senfonisi, Türkiye Senfonik Rapsodisi, Ellinci Yıla Giriş, Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Marşı

Ø Ulvi Cemal Erkin’in bu konudaki eserleri; Zeybek Türküsü, Yedi Halk Türküsü

Ø Hasan Ferit Alnar; Üç Türküsü, Sarı Zeybek

Ø Ahmet Adnan Saygun; Özsoy Operası, Kızılırmak Türküsü, Dört Türkü, Anadolu’dan Yedi Karadeniz Türküsü ve Horon

Ø Necil Kazım Akses; Bay Önder Operası, Ankara Kalesi, Atatürk diyor ki Retorik Senfonisi, Cumhuriyet’in 50. Yıl Marşı

Ø Kemal İlerici; Köyümden, Yurt Renkleri, Efe Kapısı

Ø Ekrem Zeki Ün; Yurdum Senfonik Şiiri, Ülkem

Ø Bülent Tarcan; Sakarya Senfonik Şiiri, Üç Türk Parası, On Türkü

Ø Bülent Arel; Dört Anadolu Oyun Havası, Eski Bir Maske

Ø Sabahattin Kalender; Kurtuluş Savaşı Oratoryosu, Türk Rapsodisi

Ø İlhan Usmanbaş; Nutuk Senfonisi

Ø Ertuğrul Özgüzfırat; Anadolu’da çırakman ateşleri, Türkiye Senfonisi, Anadolu Mayası, Anadolu Güneşleri, Atatürk Savaşta ve Barışta, Atatürk Senfonisi

Ø Nevil Kodallı; Atatürk Oratoryosu, Cumhuriyet Kontatı, Beş Halk Türküsü

Ø İlhan Mimaroğlu; Geleneksel Çalgılar

Ø Ferit Tüzün; Atatürk şiirinin fon müziği, Anadolu suiti, Türk Kapriçyosu

Ø Muammer Sun; Yurt Renkleri, Beş Halk Türküsü, Bando Müziği

Ø Canan Akın; Anadolu Sesi, Bir Halk Türküsü Üzerine Çeşitlemeler

Ø Cengiz Tanç; Yüzdöngü, Halk Türküleri Suiti

Ø Yalçın Tura; Bir Halk Temi Üzerine Varyasyonlar

Ø İlhan Baran; Töresel Çeşitlemeler, Dört Zeybek, Mavi Anadolu

Ø Çetin Işıközü; Türk Ordu Senfonisi.

Yukarıda sıralamaya çalıştığım örneklerden de görüleceği üzere, son yıllarda bu konuda eser üretilmediğini görüyoruz. Kuşkusuz; bir yapıtın oluşmasında ihtiyacın duyulması söz konusudur. Son yıllarda vatanseverliği ifade etme ihtiyacı hissedilmemiş olmalı ki, bu konuda doyurucu eserler bestelenmemiştir. Bu arada, sinema ve televizyonlarda izlediğimiz bazı eserler bu konuya güzel örnek oluşturmaktadır. İnanıyorum ki, besteci ve yönetmenlerimiz bu ciddi boşluğu dolduracak güzel örnekler ile bu ihtiyacı karşılayacaklardır.

Vatanseverlik duygularının gelişimine yardımcı olan edebi çalışmalar

Edebiyat, bir sanat dalı olarak tıpkı müzik, tiyatro, sinema gibi içinde yaşanılan toplumun yapısının ve yaşantısının ortaya çıkardığı ve neticesi itibariyle de toplumu şekillendiren bir sanattır. Edebiyat ve onun ifadesi olan edebî eser, fiziksel ve ruhsal varlığıyla bir bütün olan bireyin, yani sanatçının ortaya koyduğu bir üründür. Sanatçı, edebiyatçı, bir birey olmanın yanı sıra, toplumsal bir varlıktır ve içinde yaşadığı toplumun değer yargıları, fikir dünyası, kültürü, sosyal, siyasi, ekonomik ve coğrafi olguları çerçevesinde şekillenen bir ruh ve fikir dünyasına sahiptir. Denilebilir ki; toplumsal bir varlık olan sanatçının ortaya koymuş olduğu edebi eser de mutlaka bir toplumsal yapının veya bu toplumun oluşturduğu kabuller zincirinin ifadesi olacaktır. Sadece edebi metinlerde zikredilen sosyal olay ya da olguları algılama şeklinde basit bir düzeyle sınırlı kalmayıp, şiirde veya anlatı türündeki eserlerde yer alan karakterlerin ve buna bağlı olarak şair ve yazarların hayata bakış açılarının, sahip oldukları değer yargılarının da eserin sosyal zeminini oluşturduklarını ifade etmek gerekir. Her roman ya da hikâye kahramanı veyahut şiire konu edilen kişi ya da kişiler, birer bireysel ve toplumsal değerler dizisini yansıtan ayna gibidirler. Bu yüzden diyebiliriz ki tüm edebi eser kahramanları, karakterlerini şekillendiren bütün olumlu ve olumsuz yanları ile sanatçının, yazarın belleğinde oluşmuş toplumsal bildirgenin ete kemiğe bürünmüş şekilleridir.

Edebiyat sanatçısının, toplumsal bir varlık olarak hem fikrî dünyası hem de işlediği konu ve oluşturduğu karakterlere ait dünya itibariyle, içinde yaşadığı toplumdan etkilenmelerini yansıtmasının yanı sıra vücuda getirdiği eserinin de toplumu ve toplumsal olayları yönlendirici bir etkiye sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bu noktada yazar ile toplum arasındaki bu ilişkinin sürekli ve döngüsel bir etkileşim sürecine dönüştüğü gerçeği ile karşı kaşıya kalmaktayız.

Edebiyat ve genel anlamda sanat ile toplum arasındaki bu ilişki, uzun yıllardır sanatın işlevinin ne olduğu konusuna dair bir tartışmaya da zemin oluşturmuştur. Edebiyat ve sanatın işlevi ne olmalıdır? Bir sanat dalı olarak edebiyatın ve edebi eserin amacı salt anlamda sanat kaygısından ibaret mi olmalıdır, yoksa edebiyatın toplumsal bir görevi de olmalı mıdır? İşte bu sorular etrafında oluşan sorunsal, uzun yıllar tartışılmış ve edebiyat sanatçısının zihnini meşgul etmiştir.

Her ne kadar Paul Valerie, sanat eserinde düşünce, elmanın içindeki vitamin gibi olmalıdır derken, sanatın salt anlamda düşünceye kurban edilmemesi gerekliliğini savunuyorsa da toplumun içinden doğup gelen sanatın, sanatçının ve eserinin toplumsal gerçekliklerden tamamıyla kopuk olmadığı da bir gerçektir. Nitekim Sthendal, gerçekçi anlayışın bir ifadesi olarak “Roman, sokakta dolaştırılan bir aynadır.” derken bu gerçeği dillendirmektedir. Toplum ve toplumsal yapı ile daha iç içe olan bir sanat dalı olarak edebiyat, genel anlamda sanat çevrelerinin içine düştüğü bu ikilemi daha belirgin bir biçimde yaşamıştır. Milletlerin edebi hayatlarına bakıldığında, toplumsal yaşayışın özelliklerine bağlı olarak, belirli dönemlerde “sanat için sanat”; belirli dönemlerde ise “toplum için sanat” kaygısı taşınarak eserler ortaya konduğu gözlemlenmektedir.

Aydınlanma çağının ve Fransız İhtilali’nin yaşandığı Fransa, edebiyatın toplumsal işlevi açısından dikkatle incelenmesi gereken bir örnektir. Fransız İhtilali, bir anda ortaya çıkmış bir olgu değildir. Toplumu bu sosyal harekete yönlendiren, edebiyat sanatçısı ve aydınların uzun yıllara dayanan bir fikri alt yapı hazırlama ve toplum mühendisliği çalışması sürecinin ürünüdür.

Fransız İhtilali’ni hazırlayan süreçte aktif rol üstlenmiş aydın ve edebiyat sanatçısını etkilen sanat akımı “romantizm”dir. Romantizmin temel ilkelerinden biri, “tarihe dönüş”tür. Victor Hugo’nun “Hernani” ve “Cromwell” adlı tiyatro eserleri, tarihe dönüş anlayışının çarpıcı örneklerini oluşturur. Tarihe dönüş anlayışı, “vatan, millet, özgürlük” kavramlarının ortaya çıkmasında ve toplumca benimsenmesinde etkili olmuştur. Zaten Fransız İhtilali’nin de ortaya koyduğu ilkeler, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet”ti. Bu kavramlar, sadece Fransa ve Avrupa’da değil, tüm dünyada milliyetçilik kavramı ve milli devletlerin ortaya çıkışında çok etkili olmuştur. Ortaya çıkan milliyetçilik ve milli devlet olguları en çok imparatorlukları etkilemiş, nitekim Osmanlı Devleti de bu etkiye maruz kalmıştır ve bünyesinde bu temele dayanan birtakım fikir hareketleri ortaya çıkmıştır.

18’inci yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti, hem Batıdaki gelişmeler hem de kendi içindeki sorunlar nedeniyle Batılılaşma ihtiyacı hissetmiş ve bu süreçte gerek diplomatik ilişkiler, gerekse eğitim öğretim amacıyla Avrupa’ya, özellikle Fransa’ya giden insanlarla Batıya açılmıştır. Bunun sonucu olarak Fransız İhtilali ile ortaya çıkan ve tüm dünyayı etkileyen değerler ve kavramlar, Osmanlı Devleti’nce de konuşulur olmuştur.

Osmanlı Devleti ve toplumu, 18’inci yüzyıldan başlayarak sosyal anlamda ciddi sancıları da hissetmiştir. Devlet, sürekli toprak kayıplarına uğramakta, etnik unsurlar bir bir bağımsızlıklarını ilan etmektedirler. Devlet, her geçen gün daha da ağırlaşan siyasi, ekonomik ve askeri şartlar altında ezilirken, ülke insanları cahil, bilinçsiz ve eğitimsizdi; üstelik vatan, millet ve vatanseverlik kavramlarından uzak bir şekilde yaşamaktaydı. Devletin geleceğine dair ciddi endişelere kaplamıştı ülke aydını. Bu çerçevede Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa gibi yurt dışında bulunmak suretiyle Fransız İhtilali’nin değerlerini benimseyen Türk aydınları, Batı tarafından “Hasta Adam” olarak nitelenen Osmanlı Devleti’nin kurtuluş reçetesi olarak gördükleri, Fransız İhtilali ile birlikte ortaya çıkan kavramların yanı sıra “vatan, millet, hürriyet” gibi değerlerin savunucusu olmuşlar ve bu değerlerin topluma ulaştırılması gereğini hissetmişlerdir. İşte bu noktada edebiyat, topluma ulaşmanın ve toplumsal bir bilinç oluşturmanın aracı olarak benimsenmiş; edebi eserler, “toplum için sanat” ilkesi çerçevesinde faydacı bir zihniyetle oluşturulmuştur. Nitekim Namık Kemal, dönemin önemli şairlerinden Abdülhak Hamid’e yazdığı bir mektubunda, edebiyatı faydacı bir zihniyetle kullandığınıedebiyatın vatana askerlik kadar hizmet ettiğinin altını çizerek belirtmiştir.

Tanzimat dönemi aydınları, Fransız İhtilali’nin kaynağı olan romantizm edebi akımı etkisinde kalarak “tarihe dönüş” misyonunu benimsemişler ve eserlerinde geçmişin parlak tarihi olaylarını ve kişilerini ön plana çıkarmışlardır. Tarihe dönüş misyonunu benimseyenlerin en başında, “Vatan Şairi” namıyla meşhur olan Namık Kemal gelmektedir. Namık Kemal, “Cezmi”, “Celaleddin Harzemşah”, “Vatan Yahut Silistre”,”Hürriyet Kasidesi” gibi eserlerinde tarihe dönüş misyonu çerçevesinde “vatan, millet, hürriyet” kavramlarını ele almıştır.

“Vatan Yahut Silistre” adlı eserin, bu eserler arasında özel bir yeri vardır. Zira Namık Kemal, Ebuzziya Tevfik’e yazmış olduğu bir mektupta, bu eseri yazmaktaki amacının “Milletteki vatanseverlik duygularını dile getirmek.” olduğunu söyler. “Vatan Yahut Silistre (1873), onun vatan kavramını da ortaya koyduğu için üzerinde durulması yerinde olur. Namık Kemal’in “Vaveylâ” adlı şiirinde, “Vatan Şarkısı”nda, “Vatan Mersiyesi”nde de işlediği vatan kavramı, diğer şiirlerine ve makalelerine de dağılmıştır. Vatan Yahut Silistre ile “Vatan” makalesi arasında büyük bir benzerlik vardır. Adeta eserin kahramanı İslâm Bey, Namık Kemal’in “Vatan” makalesinde söylediklerini nakleder. (…) Namık Kemal vatanı sadece tarifle kalmaz, insanın vatanını sevmesini şart koşar. Adeta insan olmanın şartıdır vatan sevgisi.”[1] Namık Kemal, vatan sevgisini soyut bir kavram olmaktan çıkarıp bunun akıl ve mantığa uygun gerekçelerini “Hürriyet Kasidesi”nde

“Vücudun kim hamîr-i mâyesi hâk-i vatandandır

Ne gam râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten”

şeklinde ifade ederken; “Vatan” makalesinde de şöyle açıklar: “İnsan vatanını sever, çünkü insanın hayatı, vatanın havasını doğar doğmaz teneffüsle başlar. İlk gördüğümüz şey, vatan tabiatıdır. İnsanın vücudu, vatan toprağındandır. İnsan, etrafına baktığında, her köşede hayatına ait bir parçayı taşlaşmış görür. İnsanın hürriyeti, rahatı, hakkı, menfaati, vatan sayesinde süreklidir. Atalarının kabri, torunlarının yaşayacağı yer bu vatandır. Vatandaşlar arasında bir dil birliği, menfaat birliği, duygu yakınlığı, fikir kardeşliği hep vatan sayesinde gerçekleşmiştir. Vatan bir kılıç ya da kalemle çizilmiş mevhum (kuruntuya dayanan, hayalî) bir çizgiden ibaret değildir. (…) Vatan toprakları için pek çok şehit verilmiştir. Bizi bu topraklara bağlayan, mazimiz ve atalarımızın kanıdır.”[2]

Namık Kemal, vatan kavramının tarifini “Vatan” makalesinde bu şekilde yaparken, Vatan Yahut Silistre adlı eserinde, vatanperverlik konusuna dair görüşlerini de eserin kahramanı İslâm Beyin ağzından şöyle ifade eder: “ Vatan insandan sadece ölmesini istemez. Vatan kendisini mamur hale getirecek, medeni âlemde güçlü kılacak, sanat, fikir hayatında sözü dinlenir evlatlara sahip olmak da ister. Ancak tehlikede bulunulduğu zaman ölmeyi göze alanlar, barış günlerinde onu yüceltmek için çalışanlardır. İslam Bey, böyle yetişmiş biridir. Vatan toprağında yetişen hainler de vardır. Öyleleri vardır ki, vatana sadece çıkarları ile bağlıdırlar. Namık Kemal, onlara duyduğu öfkeyi İslam Bey’in ağzından dile getirirken, vatan kavramının bir şuur haline gelmesini de sağlar: ‘Vatan ki herkesin hakiki validesi iken, birçok adamlar sağlığında sütünden, hastalığında ilacından geçinmeye çalışıyor; vatan ki her karış toprağı ecdadımızdan birinin kanıyla yoğrulmuş iken, kimse üzerine iki damla gözyaşı dökmek istemiyor! Vatan ki kırk milyon can besliyor; hâlâ uğrunda isteyerek can verecek kırk kişiye malik olmamış. Vatan ki bir zaman kılıcının sayesinde birkaç devlet yaşarken, şimdi birkaç devletin yardımıyla kendini muhafaza edebiliyor! Vatan ki hâlâ erkeklerimiz mânâsını bilmiyor, kadınlarımız adını işitmemiş; işte kibir say, gurur say, delilik say, her ne sayarsan say; ben o vatanı sana, bana muhtaç görüyorum. Ben yürekte asker ister ki, fikrinde ne kadar ümidi, gönlünde ne kadar arzusu varsa, vatan sözü meydana çıkar çıkmaz, hepsi birden sabaha rast gelmiş yıldız gibi görünmez olsun; sen tabiatta valide ister ki, vatana benim gibi evlat yetiştirsin.”[3] İşte bu şekilde düşünen bir avuç insan kurtarmıştır aziz vatanı düşmanın elinden ve uğruna birçok fedakârlığa katlanan bu insanların hakkıdır bu özgür vatan üzerinde hürce yaşamak. Dolayısıyla yazar geleceğini tehlikede gördüğü vatanın kurtulması için, kendisi gibi düşünenleri göreve çağırmaktadır ve bir murabbasında şöyle seslenir:

“Sıdk ile terkedelim her emeli her hevesi

Kıralım hâil ise azmimize ten kafesi

İnledikçe eleminden vatanın her nefesi

Gelin imdada diyor bak budur Allah sesi”

Memleketin içinde bulunduğu bu sorunların çözümünün öncelikle milli birlikten geçtiğini ve içerdeki çıkara dayalı çatışmaların sonlanmaması durumunda, çöküşün daha da hızlı gerçekleşeceğini de şu dizelerle anlatır:

“Memleket bitti, yine bitmedi hâlâ sen ben

Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz düşmen.”[4]

Namık Kemal’in yukarıdaki dizelerde yakındığı çekişmelerin bitmemesi karşısında vatanın içine düştüğü perişanlığı anlatmak üzere, “Vatan Mersiyesi”nde;

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yoğimiş kurtaracak bahtı kara mâderini”

diye feryât ettiğini duyarız. Bu mısralar, “…içi vatan sevgisi ile dolu gençler için bir uyarıdır. Bu şiirlerin coşturucu havası ile yetişen ve onlarda ortaya konan fikirleri iyice öğrenen gençler, Mütareke devrinde çok ciddi bir durumla karşılaşırlar. Artık elde bir avuç toprak kalmıştır. Onun da bizim olabilmesi için mücadele gerekmektedir. Milli mücadeleyi yaratan ruhta, bu anlayışla yetişmiş Önder ve etrafında yer alan vatanperverler büyük rol oynarlar. Artık Misâk-ı Milli, yani anavatan hudutları, çizilmiştir. Mücadele devam ederken Birinci İnönü Muharebesi hakkında 13 Ocak 1921’de Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmada, Meclis Başkanı olan Mustafa Kemal Paşa, şu sözleri söyler ve bir beyit okur. Yapılan değişiklik, sadece iki kelimeden ibarettir fakat tesiri ve manası büyüktür:

‘Milletimiz bugün bütün mazisinde olduğundan daha çok ve ecdadından daha çok ümitvardır. Bu ifade ile şunu arz ediyorum. (…) cennetten vatanımıza nigehbân olan (bakan) merhum Kemal, demiştir ki:

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini”

İşte bu kürsüden, bu Meclis-i âlinin reisi sıfatıyla heyet-i âliyenizi teşkil eden bütün azanın her biri namına ve bütün millet namına diyorum ki:

“Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini”[5]

sözleriyle Mustafa Kemal, Milli Mücadeleyi kazandıracak vatan bilincinin önemini vurgulamıştır. Bu bilincin uyanmasında Namık Kemal’in etkisi çok belirgin olarak hissedilir.

Dönemin önemli aydınlarından Şinasi ve Ziya Paşa da Namık Kemal’in yoğun bir biçimde dillendirdiği bu kavramların geniş halk kitlelerine ulaştırılması konusunda, gazetecilik faaliyetlerine hız vermiş ve mesajı anlaşılabilir kılmak için dilde sadeleşme çalışmalarını başlatmışlardır.

Tanzimat’ın birinci nesli olarak nitelendirebileceğimiz Namık Kemal, Şinasi ve Ziya Paşa “toplum için sanat” anlayışı çerçevesinde eserler verirken Tanzimat’ın ikinci nesli olarak kabul edilen Abdülhak Hâmid Tarhan, Recaizâde Mahmut Ekrem, Samipaşazade Sezai… ise dönemin siyasal koşullarından ve kendi kişiliklerinden kaynaklanan bir biçimde “sanat için sanat” anlayışını benimseyerek eserler vermişlerdir.

18’nci yüzyılın sonları 19’uncu yüzyılın başlarında, Namık Kemal ve neslinin kaygılanmasına neden olan vahim manzara, 93 Harbi olarak da anılan Osmanlı-Rus Savaşı ile daha da derinleşir. Osmanlı Devleti’nin sınırları iyiden iyiye daralmış ve Balkanlardaki etnik unsurlar arasında milliyetçilik duygularının tesiriyle ayrılıkçı hareketler baş göstermiştir. Bu dönemin edebiyatçıları arasında, tamamıyla ümitsizliğe kapılıp önceki neslin taşıdığı kaygılara eserlerinde hemen hemen hiç yer vermeyen Servet-i Fünün neslinin yanı sıra, edebi sanat anlayışı itibariyle, Servet-i Fünûn’un görüşlerini benimsemekle beraber, dönemin sorunlarına değinen sanatçılar da karşımıza çıkmaktadır. Bu sanatçıların başında ise Tevfik Fikret gelmektedir. Tevfik Fikret, Servet-i Fünun edebiyatının önde gelen şairi olarak başladığı sanat yaşamını, çağının sorunlarına yönelen toplumsal içerikli şiirlerle sürdürmüş, ilerici düşüncelerin simgesi olmuştur.

1908 II. Meşrutiyet İnkılâbını herkes gibi sevinçle karşılayan Fikret, ne yazık ki onu gerçekleştiren grubun da yozlaştığını, bazı kişilerin çeşitli yollardan devlet ve milleti sömürdüklerini görerek, meşhur “Han-ı Yağma” (Yağma Sofrası) adlı şiirini yazmak zorunda kalmıştır. Bu şiirin meşhur olmuş ve her dörtlüğün peşinden nakarat gibi tekrarlanan şu dizelerinde;

“Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştaha sizin

Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin.”[6]

diyerek, dönemin vahim manzarasını anlatır ve edebiyatımızda toplumsal yerginin en güzel örneklerinden birini ortaya koyar. Fikret, sadece sosyal eleştiri yapmakla kalmamış, asıl önemlisi, geleceği kuracak kişiler olarak gördüğü ve büyük bir ümit beslediği gençlere, bir ideal fikri vermiş; hedef göstermiş, onları sürekli iyiye, güzele, doğruya, çalışmaya yöneltecek şiirler yazmıştır.

“Siz ey, gelecek ufukların küçük güneşleri

Artık birer birer uyanın!”

dediği gençlere, “Haluk’un Defteri” adlı kitabındaki şiirleri ile seslenmiştir. Tevfik Fikret’in gençler için yazdığı şiirlerin en önemlilerinden biri hiç kuşkusuz Ferda’dır.

“Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, bağır!

Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!”[7]

dizeleriyle bitirdiği şiirinde, hem gençliğe olan ümidini vurgulamakta, hem de onlara bir ideal aşılamaktadır. Fikret, hayal ve tasvir ettiği bu ideal gençlik ile vatanın ve devletin, içinde bulunduğu kötü durumdan sıyrılacağı ve daha güçlü, çağdaş bir seviyeye ulaşacağı ümidini taşımaktadır.

Tevfik Fikret, bu ideal gençlik hayalini ve onun ülkede meydana getirmesini ümit ettiği olumlu değişimi, bir başka şiiri Promete’de de şöyle ifade eder:

“Bir gün açarsa gözünü şu hasta vatan,
Ne varsa yüklen getir bilimin dört bucağından,
Gelecek günlerinin bilinmeyen elektrikçisi
Aydınlığa, bolluğa susamış halkın.”

Vatan, içinde bulunduğu sancılı durumdan, sadece hamasetle değil, bu değerlerin yanı sıra bilimin yol göstericiliğinden yararlanılarak kurtarılabilecektir. Tevfik Fikret’in çizdiği ideal gençlik tablosunun en iyi örneği olan Mustafa Kemal Atatürk, onun eserlerinden aldığı feyizle, vatanı içinde bulunduğu zor koşullardan kurtarmanın reçetesi olarak, milli değerler ile çağdaş bilimin ışığını birleştirmek gereğini ifade etmiş, yol haritasını bu çerçevede belirlemiştir. Nitekim Cumhuriyetin ilanıyla birlikte uygulamaya başladığı modernleşme projesinin temel ayaklarını, milli değerlerimizi (Türk dili, Türk tarihi, Türk kültürü) kalkındırmak ve bilimin ışığında geleceği kurmak olarak belirlemiştir. Ulu Önder, kurduğu genç Cumhuriyetin bekasının teminatı olarak, iyi yetişmiş gençleri görmekte ve bunun da ancak eğitimle mümkün olabileceğine inanmaktadır. Bu hususta asli sorumluluğu öğretmenlere yüklediği “Öğretmenler, Cumhuriyet sizden fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller ister.” şeklindeki ifadesini Tevfik Fikret’in

“Kimseden ümmîd-i feyz etmem dilenmem per ü bâl

Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâirim

İnhinâ tavk-ı esaretten girandır boynuma

Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim.”

dizelerinden esinlenerek söylemiştir. Anlaşılıyor ki Tevfik Fikret, Mustafa Kemal’in düşünce dünyasının şekillenmesinde eserleriyle oldukça etkili olmuştur. Edebiyatın sosyal bir misyon üstlenmesi sonucunda ortaya çıkan toplumsal değişimin en güzel örneklerinden birisi olarak Atatürk’ü görmekteyiz.

Servet-i Fünûn edebiyatının dağılmasından sonra ortaya çıkan Fecr-i Âti nesli, özde Servet-i Fünûn neslinden farklı bir edebiyat anlayışı ortaya koyamamış, “sanat, şahsi ve muhteremdir.” ilkesine dayanarak içinde yaşadıkları devrin sosyal şartlarının uzağında kalmayı tercih etmişlerdir. Üstelik bu neslin içinde bulunduğu sosyal, siyasi, askeri ve ekonomik şartlar, kendilerinden önceki neslin şartlarına nispetle daha da ağırlaşmıştır. 1911’de Osmanlı Devletinin Kuzey Afrika’da bulunan toprakları hemen hemen elinden çıkmıştır ve son kale olarak Trablusgarb’ta (bugünkü Libya) var olma mücadelesi verilmektedir. Balkanlarda ayrılıkçı ayaklanmalar bastırılamamış ve pek çok etnik grup Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlıklarını ilân etmeye başlamıştır. Fecr-i Âti nesli, II. Meşrutiyet’in özgürlükçü ortamında sahneye çıkmış olmalarına rağmen, Servet-i Fünûn neslinin sosyal meselelere duyarsız kalışlarını bile aşan bir duyarsızlıkla edebiyat yaşamlarını sürdürmüşlerdir. 1909 yılında edebi hayatına başlayan bu topluluk, devrin şartları iyice ağırlaşınca, toplumun geniş kitlelerinin duyarsızlıklarına dair eleştirilerinin artması ve kendilerinin de artık gerçeği daha net idrak etmeleri neticesinde, 1912 yılında dağılmıştır. Ancak dağılan bu topluluğun temsilcilerinden birçoğu, 1911 yılında ortaya çıkan Milli Edebiyat akımı içersinde yer almışlardır.

Fecr-i Âti topluluğunu dağılmaya iten sosyal şartlar, aynı zamanda Milli Edebiyat akımının da doğuşunu hazırlamıştır. Balkanlardaki ayaklanmalarla Osmanlıcılık fikri sona ererken, Fransız İhtilali’nin bir neticesi olarak, etnik grupların ayrışmasına neden olan milliyetçilik hareketi, aynı zamanda Osmanlı aydınları arasında da Türkçülük fikrinin doğmasına neden olmuştur. Bu dönem aydınları, her geçen gün kötüye giden devletin kurtuluşunun ancak milli kimliğe dayanarak mümkün olabileceğini savunmuşlar; bu çerçevede dilde, edebiyatta ve işlenilen konularda Türkçülük fikrini esas almışlardır. Genç Kalemler dergisinde yayımlanan “Yeni Lisan” makalesi, bu anlayışın manifestosu gibidir. Genç Kalemler dergisi etrafında birleşen Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, eserleriyle milli bilincin uyanmasında etkili olmuşlardır. Ömer Seyfettin, “Pembe İncili Kaftan, Başını Vermeyen Şehit, Bomba, Primo Türk Çocuğu, Vire, Kütük…” gibi eserleriyle; Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” adlı eseriyle, Mehmet Emin Yurdakul da “Türk Sazı” adlı şiir kitabıyla edebiyatın millileşmesini sağlamışlar, toplumun milli uyanışını hızlandırmışlardır. Nitekim bu uyanış, daha sonra yaşanacak olan Milli Mücadele’nin de başarıya ulaşmasında önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır.

Milli Edebiyat akımı ile aynı dönemde edebiyat hayatını sürdüren Mehmet Akif, her ne kadar herhangi bir edebiyat topluluğu içinde yer almamışsa da dönemin sorunlarından hiçbirine kayıtsız kalmamış, ülkenin kurtuluşu ve vatan bilincinin uyanışında eserleriyle önemli bir rol üstlenmiştir. Milli Mücadele’nin önsözü sayılan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün dâhi bir komutan olarak yıldızının parladığı Çanakkale Savaşları’nı, Mehmet Akif Ersoy, “Çanakkale Şehitleri” şiirinde destanlaştırarak anlatmış, vatan ve millet şuurunun toplumda perçinlenmesini sağlamıştır. Bu şuurun Milli Mücadele’yi kazandıran ortak şuura dönüşmesinin ifadesi, henüz Milli Mücadele devam ederken kaleme alınan ve bu mücadelenin kazanılacağına olan inancı dile getiren eseri “İstiklal Marşı”dır.

Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı’nda kaleme aldığı şu dörtlüklerde, vatanın insan için önemini ve vatanseverliğin gereğini anlatması bakımından çok çarpıcıdır:

“Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!

Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehid oğlusun, incitme yazıktır atanı,

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan şühedâ!

Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,

Etmesin, tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.”

Yine aynı dönemde edebi hayatını sürdüren ve Mehmet Akif gibi herhangi bir edebi topluluk içinde yer almaksızın eserler veren Yahya Kemal Beyatlı da Milli Mücadelenin kazanılacağına olan inancını, ordumuza duyduğu güveni ve Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün dehasını, “Eğil Dağlar” adlı eserinde dile getirir. Ayrıca Yahya Kemal’in eserlerinde vatan düşüncesinin

“Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek

Harâb olup yaşıyor tâli’in azabıyle;

Vatanda düşmanı seyretmek ıztırabıyle.

Vatanda korkulu rü’yâ içindeyiz, gerçek.

Fakat bu çok süremez, mutlakaa şafak sökecek.

Ateş ve kanla siler, bir gün, ordumuz lekeyi,

Bu, insan oğluna bir şeyn olan, Mütareke’yi.”[8]

(…)

“Cihan vatandan ibarettir, îtikadımca.”[9]

(…)

“Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;

Lâkin vatandan ayrılışın ıztırâbı zor.”[10]

gibi dizelerde, derin bir hassasiyetle işlendiğini görmekteyiz.

“Coşkun bir mizacın yansımaları olan ilk şiirlerinde tabiat, aşk, vatan sevgisi, tarih duygusunu ve Anadolu’da başlayan Milli Mücadele’yi işleyen Nâzım Hikmet, (…) İstanbul’un işgalinin gönlünde açtığı yarayı “16 Mart”, “Ağa Camii” şiirlerinde dile getirirken, “Yaralı Hayalet”, “Kırk Haramilerin Esiri”nde ülkenin durumunu anlatır.”[11]

Nâzım Hikmet, vatan ve millet sevgisini, birliktelik ruhuna duyulan ihtiyacı “Davet” şiirinde son derece duru bir dil, içten bir sesleniş ve büyük bir coşkuyla şöyle ifade eder:

Dörtnala gelip Uzak Asya’dan

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan

Bu memleket bizim!

Bilekler kan içinde, dişler kenetli

Ayaklar çıplak

Ve bir ipek halıya benzeyen toprak

Bu cehennem, bu cennet bizim!

Kapansın el kapıları bir daha açılmasın,

Yok edin insanın insana kulluğunu,

Bu davet bizim.

Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür

Ve bir orman gibi kardeşçesine,

Bu hasret bizim.

Nâzım Hikmet’in Milli Mücadele’yi anlattığı “Kuvayi Milliye Destanı” adlı eseri de yine vatanseverlik duygunun ön plana çıkarıldığı en güzel örneklerdendir. Hatta bu şiir, Milli Mücadele’yi anlatan en güzel şiir seçilmiştir.

Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Üç Şehitler Destanı”, “Vatan Türküsü”; Faruk Nafiz Çamlıbel, “Zafer Türküsü”; Arif Nihat Asya,”Bayrak”, “ Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor”; Cahit Sıtkı Tarancı “Mehmetçik”; Enis Behiç Koryürek, “Çanakkale Şehitliğinde”; Halide Nusret Zorlutuna, “İnönü Şehitleri”, Halit Fahri Ozansoy, “Vatan Destanı”, Attila İlhan, “Türkiye”…

Yukarıda isimlerine ve eserlerine yer verdiğimiz şairlerimiz ve eserlerimiz dışında edebiyatımızda “vatan, millet ve vatanseverlik” kavramlarını ele alan daha pek çok güzel esere rastlamak mümkündür. Bu konuda gerek “Kahramanlık Şiirleri”, gerekse başka adlar altında yapılmış pek çok derleme ve antoloji çalışmasında, bu tarz şiirler bir araya toplanmış ve derli toplu çalışmalar halinde sunulmuştur. Bu bakımdan çalışmamızın şiir bahsine dair kısmını bu eserlere atfen kısa geçiyoruz.

Birinci Dünya Savaşı yıllarının ve Milli Mücadele’ye giden sürecin Türk aydınının ruhunda oluşturduğu derin ıstırabın edebi eserlere yansımasını ifade eden bu örneklerin ardından, edebiyatımızda vatan, millet ve kurtuluş duygularının daha yoğun bir biçimde Milli Mücadele dönemi edebiyatında ele alındığını söylemek mümkündür.

Milli Mücadele, Türk milleti için bir ölüm kalım ve bağısızlık mücadelesi olması yönüyle toplumun geniş kitlelerini çok derinden etkilemiş ve bu etki, edebi eserlere bu dönemi de aşan bir süreçte yansımıştır. İncelememizin bu aşamasında Milli Mücadele’nin edebi eserlere nasıl yansıdığının değerlendirilmesinin topluca yapılmasının uygun olacağı kanaatindeyiz.

1920’li yıllardan itibaren edebiyatımızın Milli Mücadele kavramını içersinde ifadesini bulan “vatan, millet, bağımsızlık, cumhuriyet ve Atatürk İnkılâpları” gibi kavramları yoğun bir biçimde işleniyor olmasının derin sosyal ve siyasi gerekçeleri vardır. Zira bu dönemde yoktan yepyeni bir ulusal kimlik tasarımı söz konusudur ve bunun özümsenebilmesi için, tarih yazımı kadar, o tarihi yaşatacak ve geniş kitlelere ulaştıracak edebi eserlere de ihtiyaç vardır. “Çünkü milletin hikâyesini anlatan metinlerden oluşan bir toplam olarak edebiyat kanonu, insanların kendilerini, birleşmiş bir milletin yurttaşları olarak görmelerini sağlayarak dayanışma deneyimini kolaylaştırır. Kimliklerin çözüldüğü ve toplumsal ilişkilerin farklılaştığı bir dönemde, kanon, eski zamanların bereketine bakıp insanlara kültürel olarak yeniden canlanma umutları sunar. Geçmişi yeniden ele geçirmeye çalışır. Kanon, içinde bir milletin, bir sınıfın ya da bireyin farklılaşmamış bir kimlik bulabileceği ütopik bir sürekli metinsellik mekânıdır.”[12]

Cumhuriyetin ilanından sonraki yapılanma sürecinde, yukarıda sözü edilen tarzda bir edebiyat hareketine dair büyük çabalar görülür. Bu anlatılarda, ulus-devlet projesinin ve yaratılmak istenen milli kimliğin yansımaları vardır. Bu milli kimliğin oluşturulması sürecinde, milleti oluşturan tüm unsurların, aynı ideal etrafında toplanıp genç cumhuriyetin ideallerini gerçekleştirecek inanç ve birliktelik ruhu ise, özünde “Milli Mücadele” ifadesi ile özetlenen anlayışta aranmıştır. “Devrin siyasî ve sosyal yapısı ile toplumumuzun içinde bulunduğu psikolojik atmosfer göz önüne alındığında farklı bir tavır beklenemezdi. Yıllar süren savaşların ardından esaret ve yok olma tehlikesini, ölümü, hasreti, yokluğu acıyı ruhunda ve bütün benliğinde bu denli yoğun hissetmiş, vatanını ve özgürlüğünü bunca ağır bedeller ödeyerek yeniden kazanmış bir toplumun edebiyatının ve yazılı basınının da bu duygulardan uzak kalması mümkün değildi.

Bütün bu yaşananlar, ekonomik, siyasî, sosyal vb. birçok alanda olduğu gibi dönemin edebiyatına ve yazılı basınına da damgasını vurmuş eserlerin temel konusunu Milli Mücadele yılları, yaşanan acılar, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel prensiplerinin halka benimsetilmesi oluşturmuştur.”[13]

Bu sebeple gerek Milli Mücadele yıllarında, gerek Cumhuriyetin ilk yıllarında gerekse daha sonraki dönemlerde “vatan, millet, vatanseverlik” gibi kavramlar, “Milli Mücadele” yıllarının ve “Milli Mücadele Ruhu”nun anlatılması ve yaşatılması şeklinde eserlere yansımıştır.

İşte bu noktada bu temaların işlendiği edebi eserler incelendiği zaman, roman türü üzerine bir yoğunlaşmanın olduğunu söylemek mümkündür. Şiir ve tiyatro gibi türlerde işlenişi konusuna girmeden, bir bütünlük içinde roman türünde ele alınışını ve eserlere yansımalarını incelemenin uygun olacağını değerlendirmekteyiz.

“Milli Mücadele” dönemi ve ruhunu ele alan romanları kronolojik bakımdan incelediğimizde, bu konu üzerine hazırlanmış derli toplu bir çalışmayla karşılaşıyoruz. Mürşit Balabanlılar, “Türk Romanında Kurtuluş Savaşı” adlı incelemesinde çalışmamıza ışık tutacak önemli bir yol haritası çizmiştir. Bu itibarla çalışmamızın bu bölümünde adı geçen eserden yararlanmanın uygun olacağı kanaatindeyiz.

“Doğrudan Milli Mücadele yıllarını konu alan ya da o döneme değinen romanlardaki tarih, Mustafa Kemal'in Samsun'a ayak bastığı 19 Mayıs 1919 ile İzmir'in kurtuluş günü olan 9 Eylül 1923 arasında kalan bir zaman dilimiyle sınırlanabilir belki. Ancak, Milli Mücadele sürecini daha kapsamlı ele almak için, söz konusu dilimi biraz daha genişletmek, Milli Mücadele'ye katılan insanların, bu savaşa hangi koşullar altında atıldıklarını anlayabilmek amacıyla 1. Dünya Savaşı günlerine kadar uzanmak, yüz binlerce insanın hayatına mal olan savaş meydanlarını da göz önünde bulundurmak, daha doğru bir yaklaşımdır. Tarihsel döneme böyle bir genişlik katmak, en iyi ifadesini edebiyatta bulan Türk milliyetçiliğinin bakış açısını kavramak açısından da önemlidir. Önemlidir, çünkü milliyetçilik ilk dönem Milli Mücadele anlatılarının tamamına damgasını vurmuş ve ulus kimliğinin yaratılmasında temel bir rol oynamıştır.

Cephelerdeki kanlı sahneleri, mütareke İstanbul'undaki yozlaşmayı, harp zenginleriyle yoksul halk arasındaki uçurumu, örgütlenmeye çalışılan direnişi, Milli Mücadele'nin Anadolu'nun dört bir yanına yayılmasını, çeteleri, Kuvayı Milliye'den düzenli orduya geçişi, velhasıl bu toprakların en uzun on yılını, 1914–1923 yılları arasından yaşananları yansıtan romanları, yazılış tarihlerine göre üç döneme ayırabiliriz. 1. Dönem (1920 – 1950) romanları, savaş yıllarına tanıklık eden aydınların kalemlerinden çıkmıştır. II. Dönemde (1950–1980) yazılanlar, Cumhuriyet'in yetiştirdiği ilk kuşak aydınların yakın dönem anlatılarıdır ve yazıldıkları yılların siyasi eğilimlerini barındırırlar. 80'lerden sonra yazılan III. Dönem romanlarında ise bugünün ihtiyaçlarına göre yapılandırılan bir tarih anlayışı vardır.”[14]

Eserde dönemlere ait listeler şeklinde tasnif edilen romanların, Milli Mücadele'nin ele alınış, işleniş biçimleri ve romanda yer bulduğu ağırlık bakımından farklılık gösterdiği ifade edilmiş ve kronolojik bir sıralama ile eserlere ve yazarlarına değinilmiştir. Bu eserlerin kimisi tam anlamıyla kurtuluş ve kuruluş teması üzerine kurgulanırken önemli bir bölümünde ise Milli Mücadele olgusu anlatılan hikâyede ya bir kahraman vesilesiyle ya da doğrudan eserin geneline yayılmış şekilde bir fon olarak kullanılmıştır.

“1. Dönem romanları (1920-1950)

I. Dönemde yazılan romanları tarih sırasına göre şu şekilde sıralayabiliriz: Ömer Seyfettin, Bir Çocuk: Aleko ( 1918, hikâye); R. Halit Karay, İstanbul'un İç Yüzü (1920); Reşat Nuri Güntekin, Gizli El (1920); Ercümend Ekrem Talu, Kan ve İman (1922); Yakup Kadri, Kiralık Konak (1922); Halide Edip, Ateşten Gömlek (1922); Peyami Safa, Mahşer (1924) - Sözde Kızlar (1924); Müfide Ferit, Pervaneler (1924); Selahattin Enis, Zaniyeler (1924); M.Ş. Esendal, Miras (1925); Hüseyin Rahmi, Tutuşmuş Gönül/er (1926); Halide Edip, Vurun Kahpeye (1926); Yakup Kadri, Sodom ve Gomore (1928); Reşat Nuri Güntekin, Yeşil Gece (1928); Aka Gündüz, Dikmen Yıldızı (1928) - Bir Şoförün Gizli Defteri (1928); Mehmet Rauf, Halas (1929); Güney Halim, Gökmen (1932); İskender Fahrettin Sertelli, Lawrens İstanbul'da (1932); Yakup Kadri, Yaban (1932); Ethem İzzet Benice, On Yıl'ın Romanı (1933); Burhan Cahit Markaya, İzmir'in Romanı (1931) - Gazinin Dört Süvarisi (1932) - Yüzbaşı Celal (1933) - İhtiyat Zabiti (1933) - Mudanya, Lozan, Ankara (1933) - Cephe Gerisi (1934) - Dünkülerin Romanı (1934) - Harb Dönüşü (1938);Yakup Kadri, Ankara (1934); Cevat Rifat, Suzi Liberman (1935); Sermer Muhtar Alus, Harp Zengininin Gelini (1936); Münir Selami, Mehmetçik Çanakkale'de (1937); Kamil Yazgıç, Türk Yıldızı Emine (1937); Mükerrem Kamil Su, Dinmez Ağrı (1937); Reşat Nuri Güntekin, Eski Hastalık (1938); Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul (1938); S. Şükrü Pamirtan, Toprak Mahkumları (1938); R. Halit Karay, Çete (1939); M.R. Yalkın, Bulgar Sadık (1939); İskender Fahrettin Sertelli, Harp Zengininin Kızı (1940); R. Halit Karay, Sürgün (1941); Hilmi Ziya Ülken, Posta Yolu (1941); Niyazi Ağırnaslı, Elem Kaynağı (1941); Murat Sertoğlu, Çakırcalı Mehmet Efe (1941); A. Naciye Kuralkan, Yavuz Efe (1941); Mükerrem Kamil Su, Ateşten Damla (1942); Mahmut Atilla, Silah Arkadaşları (1942); Nezihe Muhittin, İzmir Çocuğu (1943); Cevdet Kudret, Sınıf Arkadaşları (1943); Celal Akyürek, Bir Adam ve Dört Devir (1943); Esat Mahmut Karakurt, Allahaısmarladık (1943); Z. Melek, Aşk Hasreti (1943); Ziya Çalık, Takma Ayak Hasan Çavuş (1944); Behzad Sinopluoğlu, Kan ve Sevgi (1945); İhsan İpekçi Koza, İstiklal Madalyası (1948); Orhan Kemal, Baba Evi (1949); Sami Hekimci, Gülseren ve Milli Mücadele (1949); Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler (1950)...

Listedeki ilk isim, Bir Çocuk: Aleko Çanakkale savaşını konu alır. 1. Paylaşım savaşının en kanlı çatışmalarına sahne olan Gelibolu yarımadası -tarihi ya da edebi- Milli Mücadele anlatılarında önemli bir yer kaplar. Her iki anlatı türünde öne çıkarılan Mehmetçiğin kahramanlığı ve Mustafa Kemal'in askeri dehasıdır.

Bir erken dönem Çanakkale anlatısı olan Ömer Seyfettin hikâyesinde ise, o günkü ihtiyaçlar gereği, bir Türk çocuğunun milli kimliğine sahip çıkması ve -yine- kahramanlığı işlenmiştir. Ömer Seyfettin, zamansız ölümü nedeniyle Milli Mücadele'yi konu edinen hikâyeler yazamamıştır, ancak Balkanlardaki ulusal hareketlerin karşısında Türklüğe yaptığı vurgu ya da "ötekileri” ele alış tarzı, kendisinden sonraki Milli Mücadele anlatılarının merkezine oturur...”[15]

Tasnifte 1. dönem romanları arasında yer alan eserler içinde “Milli Mücadele”nin doğrudan işlendiği ve “vatan, millet, vatanseverlik” kavramların yoğun biçimde ele alındığı eserler olarak şunları görmekteyiz:

Halide Edip, Ateşten Gömlek (1922), Halide Edip, Vurun Kahpeye (1926), Yakup Kadri, Sodom ve Gomore (1928), Yakup Kadri, Yaban (1932), Ahmet Hamdi Tanpınar, “Sahnenin Dışındakiler” (1950).

Bu eserlerde Milli Mücadelenin hangi şartlarda verildiği, dışarıdaki düşmana karşı verilen mücadelenin yanı sıra, içerideki hainler, işbirlikçiler ve duyarsızlara karşı da savaşıldığı anlatılmaktadır.

“Ateşten Gömlek”-Halide Edip Adıvar (1922):

“Edebiyatımızda Kurtuluş Savaşı üzerine yazılan romanların ilki ve en güzelidir.”[16] Halide Edip Adıvar, Ateşten Gömlek romanı ile Türk Milletinin Anadolu toprakları üzerinde vermiş olduğu haklı mücadelenin destanlaştırılması ve daha sonraki nesillerin bütün bu olup biteni daha iyi anlayabilmesi gayesini gütmüştür. Eserin kahramanları, vatanlarını içinde bulunduğu vahim manzaradan kurtarabilmek için, sırtlarına ateşten bir gömleği giymeye razı olmuş ve her türlü fedakârlığı yaparak canları pahasına bir kurtuluş mücadelesine girişmişlerdir. Vatanı olmayanın ne evi, ne aşkı, ne canı bir anlam ifade etmektedir. Onun için bütün bunlar, öncelikle vatan için feda edildiklerinde bir anlam kazanacaktır. Eserde bu mesaj üzerinde durulmuş ve “vatan, millet, vatanseverlik” kavramları okurun zihninde fedakârlık tabloları halinde resmedilmiştir.

“Ateşten Gömlek, Türk Milli Mücadelesinin sembolü haline gelmiş ve dünyada geniş yankılar uyandırmıştır. Hatta o dönemde esaret altında bulunan Hindistan, Cezayir ve bir kısım Afrika ülkeleri tarafından çevirisi yapılıp bir kurtuluş meşalesi olarak görülmüş ve ülkelerin bağımsızlık mücadelesinde rehber olarak alınmıştır. Hatta Mihail Levidof, Vakit gazetesinin 22 Mayıs 1922 nüshasında yer alan ve “İzvestiya” gazetesinde yayınlanan Yeni Türkiye’nin Rusça’ya Tercüme Edilen İlk Romanı Halide Edip Hanım’ın Ateşten Gömlek’idir başlıklı yazısında, bu eserin hem dünyada hem de Rusya’da uyandırdığı etkilerden bahseder. Ateşten Gömlek, o güne dek yazarlarımızın pek fazla değinmedikleri ve eserlerinde yer vermedikleri bir kesimin, Anadolu insanının yakından tanınması, günlük masum yaşantısının, destansı kahramanlıklarının, fedakârlıklarının, Milli Mücadele’deki rolünün anlaşılması açısından son derece önemli bir romandır. [17]

“Vurun Kahpeye”- Halide Edip Adıvar (1926):

Milli Mücadele yıllarında Anadolu halkının çok büyük fedakârlıkları, kahramanlıkları olmuştur. Ancak Milli Mücadele aleyhinde çalışan ve düşmanla işbirliği yapan hainler de çıkmıştır. “Vurun Kahpeye”, görev yaptığı kasabaya bilginin aydınlığını götüren Öğretmen Aliye Öğretmen ve onun yanında yer alan Kuvayi Milliyeci Tosun Bey ile düşmanla işbirliği yapan kasaba eşrafının savaşını anlatır.

Vurun Kahpeye romanı, Kuvayi Milliye ile işbirlikçilerin çatışmasını anlatan ve Milli Mücadelenin hangi iç koşullarda kazanıldığını ortaya koyan bir romandır. Yazar, bir anlamda “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”nde “dâhilî bedhahlar” olarak anılan işbirlikçilerin Milli Mücadele’yi nasıl baltaladıklarını ve savaşın hangi koşullarda kazanıldığını, bundan sonraki dönemlerde de devletin bekası açısından, işbirlikçiler konusunda dikkatli olunması gerektiğini vurgulamaktadır.

Sodom ve Gomore” - Yakup Kadri (1928):

Milli Mücadele, sadece işgal kuvvetlerine karşı verilmemiştir. Ülkenin içinde bulunan insanlardan işgale destek verenlere, hiç değilse duyarsız kalanlara karşı da bir mücadelenin adıdır Milli Mücadele. “Vurun Kahpeye” romanında Anadolu’nun bir kasabasındaki işbirlikçi ve duyarsızların yaptıklarına denk işler, bekli de daha kokuşmuş bir biçimde İstanbul’da sahnelenmektedir. Milli şuurdan yoksun bir gençliğin İstanbul’un işgaline üzülmek şöyle dursun, işgalcilerin yaptıklarını hoş görmek, alkışlamak hatta onlarla düşüp kalkmayı şeref saymak şeklide icra ettikleri alçaklıklarını anlatan bu esere, Yakup Kadri bu sebeple “Sodom ve Gomore” ismini yakıştırmıştır. Tarihte sapkın yaşantıları yüzünden helak olduklarına inanılan iki kavmin isimlerinin bu esere verilmiş olması, işgal yıllarında İstanbul’da yaşanan kokuşmuşluğu anlatması bakımından anlamlıdır. Zira, bu romanda işgal yılları İstanbul’unda yaşayan insanların, kişisel menfaat kaygıları, çarpık cinsel hayatları, karılarını ve kızlarını düşman subaylarının koynuna gönderecek, düşman subaylarının muhabbet tellallığına soyunacak kadar bayağılaşmış zihniyetleri, ülkenin sırlarını düşman askerlerine satacak kadar aşağılık bir hâl içine düşüşleri, acı tablolar halinde anlatır. Nitekim eserin kahramanı Ayşe, yanına geldiği teyzesinin kızları ile İstanbul insanının içine düştüğü bu kokuşmuş ve sapkın duruma daha fazla dayanamaz ve kendisi gibi düşünen Necdet’le Anadolu’ya geçip Milli Mücadele’ye katılmanın kurtuluş için tek çare olduğuna inanır.

Yakup Kadri’nin bu eserinde çizdiği İstanbullu ve sözde modern aydın kesimin sefih, kokuşmuş, sapkın ve satılmış hayatı, daha sonra kaleme alınmış olan Yaban romanında sorgulanan aydın tipiyle de bağlantılı olarak değerlendirilmelidir. Çünkü Yaban’da anlatılan karanlık tablonun sebebi, İstanbul’da yaşanan bu düşkün, sorumsuz ve milletinin meselelerinden kopuk yaşantıdır. Bu iki eseri birlikte değerlendirmenin o dönemin aydın- halk kopukluğunu iyi anlamak açısından önemli olacağı kanaatindeyiz.

“Yaban” - Yakup Kadri (1932):

“Yaban” romanı, Yakup Kadri’nin Tetkik-i Mezalim Heyetindeki görevi nedeniyle, Orta Anadolu köylerine yaptığı inceleme gezileri sırasında edindiği izlenimlere dayanan, gerçekçi bir romandır. Bu romanda, Milli Mücadele bağlamında aydın ve köylü arasındaki kopukluğun yanı sıra, köylünün Milli Mücadele karşısındaki duyarsızlığı ele alınmaktadır. Askere gitmekten, Kuvayi Milliye askerine yardım etmekten kaçınan ve verilen mücadeleyi gerçek anlamıyla idrak edememiş köylüye rağmen verilen bu mücadelenin, nasıl kazanıldığı üzerinde durulmaktadır. Bu roman vesilesiyle aydın-halk kopukluğu ve Anadolu halkının bilinçlendirilmesi konusu gündeme taşınmış, benzer bir manzara ile karşılaşılmaması için yapılması gerekenin o güne dek devlet politikası gereği milliyet kavramından uzak kalmış, yeterince eğitim alamamış Anadolu insanının bu konuda eğitilmesi olduğu dikkatlere sunulmuştur. Yakup Kadri, Yaban’da halkın eğitimsiz ve bilinçsiz oluşunu aydının halktan kopuk kalışına bağlar ve bunun sorumlusu olarak da aydın kesimi görür. Eserde bu düşünceler, romanın kahramanı Ahmet Celal’in sözleriyle şöyle anlatılır: “Eğer bilmiyorsa kabahat kimin? Kabahat benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyan arkadaş, senindir. Sen ve ben onları, yüzyıllardan beri yalçın tabiatın gölgesinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşamak zevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çizmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içinde, ruhları yer yandan örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.

Yukarıda belirtilen ifadeler çerçevesinde Yaban romanı, Türk aydının kendisiyle hesaplaşması, durum tespiti, bir hareket planı, bir bildirge niteliği taşımakta ve Cumhuriyetin genç nesillerine bir yol planı çizmektedir. İşte bu ve benzeri romanlar sayesinde Türk aydının dikkati Anadolu halkı üzerine çekilmiş ve Anadolu’da bir eğitim seferberliği başlatılmıştır.

Zira aynı dönem romanları arasında yer alan Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanında da yazarın bu eğitim seferberliği hareketine desteğini farklı bir boyutta görürüz. Zira eserin başkahramanı Feride, İstanbullu kolej mezunu genç kız tipi olarak, bir aşk macerası içinde esere yerleştirilmiş, dönem itibariyle başlatılan eğitim seferberliğinin son derece etkili bir propaganda aracı olmuştur. Feride, nişanlısı Kâmuran’dan kaçmak amacıyla öğretmenlik talebinde bulunur ve Bursa’nın Zeyniler köyüne öğretmen olarak atanır. Feride’nin öğretmenlik macerası içerisinde Anadolu’nun eğitimsizlikten yana içine düştüğü dramatik durumun panoraması çizilir ve bunun çaresi olarak da İstanbullu iyi eğitim almış genç kızların Anadolu’ya geçmeleri salık verilir. Nitekim dönemin genç kızları arasında bu eser ve kahramanı son derece etkili olmuş ve İstanbul’dan pek çok kolej mezunu genç kız, Anadolu’ya öğretmen olarak atanmıştır. Reşat Nuri, bir eğitim müfettişi olması münasebetiyle Anadolu’nun değişik yerlerinde bu genç kızlarla karşılaşmış ve eserinin meydana getirdiği etkiyi şahsen gözlememe fırsatı bulmuştur. Feride, sadece öğretmenlik yapmakla kalmaz, savaşın kızıştığı dönemlerde, hemşire olarak cephe gerisinde hastaların tedavisiyle ilgilenmek suretiyle de ülkesine hizmet etmektedir. Böylece Cumhuriyetin yeni kadın tipi; bir yandan ülkesine mesleğiyle katkıda bulunurken, diğer yandan da fedakârca cepheye koşan aydın görüşlü genç kızlar olarak çizilmiştir.

Reşat Nuri’nin eserinde, özellikle İstanbul’da yaşayan kolej mezunu genç kızları hedef kitle olarak seçmesinin altında önemli bir bilinç ve bir anlamda da zorunluluk vardır. Çünkü dönem itibariye Türk toplumu, inanılmaz büyük bir çöküntüyü yaşamış ve genç Cumhuriyet, koskoca bir devletin enkazı üzerine kurulmuştur. Devlet enkaza dönerken, sadece fiziki anlamda bir yıkım yaşanmamıştır. Yıllar boyu süren farklı cephelerdeki savaşların ardından, Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında, artık toplumun en eğitimli kesimi cepheye sürülmüş ve ülkenin iyi eğitimli, en kalburüstü gençlik grubu, bu iki savaşta kaybedilmiştir. Sadece subaylar, Harbiyeliler değil, öğretmenler, doktorlar, hukukçular, mühendisler… Anaların “Gençliğim Eyvah!” feryatları arasında ülkenin yarınları yok olmuştur. Bu bakımdan başlatılan eğitim seferberliğinde ihtiyaç duyulan öğretmenler, erkeklerden oluşamayacaktı. Bu noktada duyulan ihtiyacı ve ortaya çıkan açığı kapatmanın tek çaresi, Ferideler’in Anadolu’ya geçmesi olarak görülmüştür. Onuncu Yıl Marşında geçen “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan!” ifadesi bu açıdan ele alındığında çok daha anlamlıdır.

“Sahnenin Dışındakiler” (1950), Ahmet Hamdi Tanpınar:

Ahmet Hamdi Tanpınar, bu eserde Anadolu’da yürütülen Kurtuluş Savaşı’nın dışında kalmış İstanbul ve İstanbul aydınlarının içinde bulundukları duygusal durumu işlemektedir. İstanbul, oynanan ölüm kalım oyununda, sahnenin dışında kalmış, değerlerini ve itibarını yitirmiş, esir düşmüş bir kenttir. Asıl sahneyse, bu oyunda başrolü oynayan Kuvayi Milliyeciler’in bulunduğu yer, yani Anadolu’dur. Başlangıçta Anadolu’da yürütülen bağımsızlık mücadelesine nasıl destek verebileceklerini düşünüp birlik olmaya çalışan İstanbullu aydınlar, daha sonra çaresizlik ve ümitsizlik rüzgârına kapılarak dağılır, kaybolurlar. Sahnenin dışında kalan İstanbul’un sanki yazgısıdır, sahnenin dışında kalmak.

“İstanbul’da kararsızlıklar içindeki aydınların en yetişkinlerinden biri olan İhsan, Anadolu’da verilen Kurtuluş Savaşı için, ‘Orada bir mücadele var, muharebe var. Mukadderatımız orada halledilecek! Asıl sahne orası. Biz orada maalesef sadece seyirciyiz. (s.153)”[18] diyerek İstanbul aydınının Millî Mücadele karşısındaki duyarsızlığını sorgulamaktadır.

Romanın sonunda, gerçek vatanseverliğin ve kurtuluşun Anadolu’daki harekete katılmak olduğunu idrak eden insanların, Anadolu’ya geçişine şahit oluruz. Böylece Anadolu’dan yana ağırlığını koyan Tanpınar, kuruluğa kaçmadan, İstanbul’un tepkisizliğini ve ümitsizliğini eleştirir.

2. Dönem romanları (1950–1980)

“1950–1980 yılları arasında yazılan ve 1914–1923 yılları arasında geçen romanlar: Azmiye Hami Güven, Hemşire Nimet (1951); Orhan Hançerlioğlu, Ekilmemiş Topraklar (1954); General Hamdi Günay, Deli Orman (1955); Murat Sertoğlu, Dağlar Kıralı Yörük Osman Efe (1955) - Dağlar Raspotini Gavur İmam (1959) - Mustafa Sagir (1963) - Bulgar Sadık (1966); Recai Sanay, İngiliz Kemal Lavrense Karşı (1956) - İngiliz Kemal Yakınşark Cumhuriyetçileri Arasında (1957) - Yunan Zindanlarında (1958) - İstiklal Harbinde (1959); Reşat Enis, Despot (1957); İlhan Tarus, Var Olmak (1957) Hükümet Konağı, 1962 - Vatan Tutkusu (1967); Kemal Tahir, “Esir Şehrin İnsanları” (1956), “Yorgun Savaşçı” (1965); Oğuz Özdeş, Vatan Borcu (1959) - Dağ Başını Duman Almış (1960); Samim Kocagöz, Kalpaklılar (1962) Doludizgin (1963); Tarık Buğra, Küçük Ağa (1963) Küçük Ağa Ankara'da (1966) - Firavun İmam (1966); Fikret Ant, Hep Bu Topraklar İçin (1965); Nazım Hikmet, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim (1967); Münevver Ayaşlı, Pertev Bey'in Üç Kızı (1968); Erol Toy, Toprak Acıkınca (1968); H.İ. Dinamo, Kutsal İsyan (1966-1968) - Ateş Yılları (1968) - Savaş ve Açlar (1968) Kutsal Barış (1972-1976); Bekir Büyükarkın, Bozkırda Sabah (1969); İskender Ohri, Aşktan da Üstün (1971); Barbaros Baykara, Kanayan Toprak (1971);İbrahim Ethem Aladağ, Şahin Bey (1973); İlhan Selçuk, Yüzbaşı Selahattin'in Romanı (1973-1975); Zebercet Coşkun, Haçin (1975); Talip Apaydın, Toz Duman İçinde (1974); Yusuf Ziya Bahadınlı, Gemileri Yakmak ( 1976); Yusuf Ateş, Kırım, Kıyım, Kıtlık (1976); Bekir Elçin, Onlar Savaşırken (1978); İbrahim Atmaca, Çekirgeler (1979); Mustafa Yeşilova, Kopo (1978)...

İlk dönemin karakteristiklerinden olan Mütareke dönemi İstanbul anlatılarının seyrekleştiği II. Dönem romanları, yazarlarının siyasi ve ideolojik bağlanımlarına göre, birkaç grupta incelenebilir. İlk olarak, Milli Mücadele'yi resmi tarihe uygun bir biçimde işleyen ve hareketin dinamikleri yerine destansı boyutunu ve macerayı öne çıkaran çok sayıda romanla karşılaşıyoruz. Bu türden anlatılarda "adsız kahraman" mitosu benimsenmiş, çetelerin Milli Mücadele'deki rolleri abartılı bir biçimde işlenmiştir.”[19]

İkinci grupta ise, Milli Mücadele'de dinsel inancın oynadığı role vurgu yapan ve kahramanlarını dini çevrelerden seçen, vatanseverlik duygusu ile dindar olmak arasında yoğun bir bağ kuran romanlar karşımıza çıkmaktadır. Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa”sı bu türden romanlar içinde en fazla öne çıkan, hatta sinemaya uyarlanacak kadar popüler olan bir eserdir.

Diğer bir gurupta yer alan romanlarda ise Türkiye’nin dış politikasında başta sözde Ermeni soykırımı olmak üzere başını ağrıtan konular üzerinde yoğunlaşmış biçimde, Milli Mücadele yılları ve “vatan, millet, vatanseverlik” kavramları üzerinde durulmaktadır. Örneğin “Barbaros Baykara, aynı dönemi canlandırdığı Nefret Köprüsü romanının önsözünde belirttiği "hariçte Ermeni katliamı diye yapılan propagandalara mesned olan olayların gerçek yüzünü ortaya çıkarmak" niyetine uygun biçimde yazdığı eseriyle resmi söylemle örtüşür.”[20]

“Ve son olarak, Milli Mücadele'ye solun farklı renklerine bürünmüş bakış açılarından yaklaşan romanlarında kaydedilen artış bu dönemin en önemli karakteristiğidir. "Sol" ve "antiemperyalist" bir söylemi benimseyen H. İzzetin Dinamo, Samim Kocagöz, Erol Toy, Reşat Enis, İlhan Selçuk, Kemal Tahir gibi yazarlar, sorunları topluma mal ederler. Milli Mücadele'nin meseleleri ile Türk solunun bu romanların yazıldıkları tarihlerde takipçisi oldukları meseleler arasındaki benzerlikler, kolaylıkla ayırt edilebilir. Yazarlar, ulusun ortak bir alınyazısına dönüşen, bütün Türk ulusunu ilgilendiren konuları seçerken, öne çıkanlar Türk ülkesinin toprak bütünlüğü, vatanın bugünü ve yarını, bağımsızlığı ve egemenliği, milletin özgürlüğü ve millet olmak için engellerin kalkması gibi, Türk solunun siyasi meseleleridir. Milli Mücadele'ye soldan yaklaşan yazarların bir kısmında ise; "dillerin, dinlerin, etnik kimliklerin harman olduğu, halkların uyum içerisinde yaşadığı, tarihin en büyük uygarlıklarının beşiği Anadolu" fikriyatına bağlanmış Mavi Anadolucu'ların etkileri görülür. Milli Mücadele'ye soldan yaklaşan romanlarda, işgalin ekonomik sömürüyü hedefleyen boyutu da antiemperyalist bir yaklaşım içerisinde işlenmiştir.”[21]

1950–1980 yılları arası dönem olarak belirlenen ikinci grup romanlar arasında yukarıdaki tasnifte faklı kategorilerde yer almalarına karşın ön plana çıkan ve ses getiren romanlar şunlar olmuştur:

Kemal Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları” (1956), “Yorgun Savaşçı” (1965); Samim Kocagöz’ün “Kalpaklılar” (1962); Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa” (1963) …

“Esir Şehrin İnsanları” (1956), “Esir Şehrin Mahpusu”(????),

“Yorgun Savaşçı” (1965), Kemal Tahir:

“Esir şehir dizisinde ‘milliciler’i işgal İstanbul’unda, sıkıştıkları dar alanlarda anlatan Kemal Tahir, 1968’de yayımlanan Yorgun Savaşçı’da onları direnişin boy sürdüğü Anadolu yollarına düşürür. Ne de olsa ‘sahnenin dışı’dır İstanbul, ulusun yazgısı belirlenirken kurtuluşa şartlanmış kadrolar için, uygun bir ortam değildir. Esir şehir romanlarında, ‘Anadolu’ya geçmek’ hem bir ideal hem bir ahlâk olarak sunulmuştu. Yorgun savaşçı, bu seçimi yapanları anlatır.”[22]

Her üç eserde de ülkenin içine düştüğü sıkıntılı günlerden çıkarılıp, yeniden bağısızlığına kavuşturulmasının hayaliyle yaşayan vatansever insanların, İstanbul’dan çıkıp Anadolu’ya geçerek, bu hayallerini gerçekleştirmek için ortaya koydukları fedakârca gayretleri ele alınmaktadır. Gerçek bir vatansever olmak için sadece vatanın kurtuluşunu hayal etmek yetmez, onun için birtakım gayret ve icraatlara da ihtiyaç vardır. Eser okuruna bu mesajı telkin eder.

“Kalpaklılar” (1962), Samim Kocagöz:

Yazar, romanı Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk adlı eserinden hareketle yazdığını belirtir. Eserde bir yandan Kuvayi Milliye Hareketi etrafında gelişen olaylar anlatılırken, diğer yandan padişah ve hilafet yanlılarına karşı verilen cumhuriyet mücadelesi işlenmektedir. Romandaki Yusuf, Kurtuluş Savaşı’nın vatansever aydın tipinin güzel bir örneğini oluşturmaktadır.

“Küçük Ağa” (1963) Tarık Buğra:

Romanda “İstanbullu Hoca” olarak anılan nâm-ı diğer “Küçük Ağa”nın kişiliğinde, dönemin pek çok insanında rastlanılan vatanseverliğin İstanbul’a bağlı kalmak mı, Kuvayi Milliye’nin yanında yer almak mı olduğuna dair içsel bir çatışma anlatılmaktadır. Gerçek bir vatansever olan Küçük Ağa, vatanseverliğin Osmanlı Hükümetine sadık kalmaktan geçtiğini düşünerek, önceleri Akşehir’de Kuvayi Milliye aleyhine çalışırken, daha sonra Çolak Salih’in kendisini Kuvayi Milliye’nin amaçları konusunda aydınlatması sonucu, gözü pek bir Kuvayi Milliyeci’ye dönüşür. Bu eserde, gerçek vatanseverliğin Kuvayi Milliye’nin yanında yer almakla mümkün olabileceği, ülkenin kurtuluşunun ve geleceğinin bu harekete bağlı olduğu düşüncesi vurgulanmak istenmiştir.

“İstiklâl Savaşı, Buğra’nın romanında çok güzel ortaya koyduğu üzere sadece dış düşmanlara karşı bir savaşı değil, derin bir dramı da ihtiva ediyordu. Türkiye içinden parçalanmıştı. İnsanları en çok tehlikeye düşüren düşman korkusu olmaktan ziyade, dünya görüşlerindeki karışıklıktı. Tıpkı bugün olduğu gibi. Sadece iyi ile kötü çarpışmıyordu. Faziletler arasında da yürek parçalayıcı çatışmalar vardı. Doğru ile eğriyi birbirinden ayıramıyorlardı. Ölüm ile kalım savaşına ondan daha korkunç bir hakikat endişesi karışmıştı. Tarık Buğra, romanıyla İstiklâl Savaşı’nın umumiyetle unutulan bir cephesini anlatıyor.”[23]

1980’lerden itibaren Türkiye gerek toplumsal yapısı gerekse düşünce dünyası bakımından büyük değişikliklere sahne olmuştur. Küreselleşme şeklinde adlandırılan bu değişim sürecinde; milli değerlerin işlenişi zayıflamış, vatan ve vatanseverlik kavramlarının algılanış biçimi erozyona uğramış, toplumsal bütünlüğü sağlayan unsurlar her geçen gün gücünü kaybetmiştir.

“İnsanlar, geçmişlerini ve kimliklerini tıpkı bir roman gibi kurgulanan tarihsel hikâyeler etrafında algılarlar. Nereden gelip nereye gittiğimiz, geçmişimiz, kimliklerimiz, hep bu hikâyeler içinde algılanır. 80’lerin kültürel iklimi de 80’ler Türkiyesi’nin siyasal yelpazesi içinde yer alan her kesim için yeni anlamlara, yeni kimliklere ihtiyaç doğurmuş, ihtiyaçlar en dolaysız biçimiyle, kurgusal anlatılarda ifade edilmiştir. Son yirmi yılın Milli Mücadele metinlerindeki hikâyeler, sözünü ettiğim yelpazeyi oluşturan toplumsal kesimlerin düşünce ve algılamalarını, toplumsal birleşme ve ayrılma noktalarını sergilemeleri açısından özellikle ilgi çekicidir.

1980 sonrası Türk edebiyatında, Kurtuluş Savaşı’nı yıllarını işleyen romanların listesi ise şöyledir:

“Attilâ İlhan, “Dersaadet’te Sabah Ezanları” (1981), “O Karanlıkta Biz” (1988), “Allahın Süngüleri” (2002); Talip Apaydın, “Vatan Dediler” (1981), “Köylüler” (1991); Mustafa Yeşilova, “Karasu” (1981); Selahattin Turgay Daloğlu, “Ermeni Zulmü” (1981); Vahap Erel, ”Bayrak Hasreti” (1981); Ahmet Dumlu, “Düşman Yarası” (1982); Ayla Kutlu, “Bir Göçmen Kuştu” (1985), “Emin Beyin Kızları” (1998); Raif Cilasun, “Onlar Olması” (1986); H.İ. Dinamo, “Anadolu’da Bir Yunan Askeri” (1988); M. Necati Sepetçioğlu, “Çanakkale (3 cilt, 1989);Yılmaz Karakoyunlu, “Üç Aliler Divanı” (1991), “Çiçekli Mumlar Sokağı” (2000); Nermin Bezmen, “Kurt, Seyt ve Shura” (1992); Ahmet Yorulmaz, “Savaşın Çocukları”, “Girit’ten Sonra Ayvalık” (1997); Sabahattin Burhan, “Yörük Ali Efe” (3 cilt, 1998), “Çete Ayşe” (1998); Mehmet Niyazi Özdemir, “ Çanakkale Mahşeri” (1998); Celal Hafifbilek, “Ankara 1920” (1998); Fatih Atilla, “Alaturka Rapsodi” (1998); İffet Evin, “Yaşadığım Boğaziçi” (1999); Handan Öztürk, “Mor Tecavüz” (2000); Ferzan Gürel, “İzmir’in İşgalinden İstanbul’a “(2000); Zerrin Koç, “Islak Kentin İnsanları” (2000); Süleyman Sağlam, “Dağı Dağa Kavuşturan” (2000); Ahmet Ümit, “Patasana” (2000); Hıfzı Topuz, “Gazi ve Fikri” (2001), “Çamlıca’nın Üç Gülü” (2002); Beşir Ayvazoğlu, “Yahya Kemal, Bozgunda Fetih Rüyası” (2001); Buket Uzuner “Gelibolu“(2001); Turgut Özakman “19 Mayıs 1919 ( 2 cilt 2002-2003), “Şu Çılgın Türkler” (2005); Atilla Birkiye, “Bir Yıldız Kaydı” (2002); Yaşar Kemal, “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” (2000), “Tanyeri Horozları” (2002), “Karıncanın Su İçtiği” (2002); Erkan Karagöz, “Rus Kızı Vasilisa” (2002); Mustafa Yıldırım, “Ulus Dağına Düşen Ateş” (2002);Ayşenur Yazıcı, “Bedriye” (2002);Mehmet Coral, “İzmir: 13 Eylül 1922” (2003); İsmail Bilgin, “Çanakkale’ye Gidenler: Şu Boğaz Harbi” (2003);Kemal Anadol, “Büyük Ayrılık” (2003); Ali Arslan, “Ama Sevgi Kalmalı” (2003); Kemal Arkun, “Uzundereli İsmail” (2003); Şemsettin Ünlü, “ İsmet Paşa’nın Ağır Topları” (2003)…

İlk bakışta yüklü bir yekün tutan listemizdeki romanların yirmi beş yıla dağıldığı, bu yirmi beş yıl içinde Türkiye’de roman üretiminde genel olarak büyük bir artış yaşandığı ve yalnızca 2002 yılında yazılan roman sayısının yüz yetmişe ulaştığı düşünülürse, ele aldığımız dönemin yazarlarımız için bir çekim merkezi yaratmadığı söylenebilir. 1914–1923 yılları arasını farklı coğrafyalarda farklı ağırlıkla konu edinen bu romanları pek çok başlık altında tasnif edebiliriz. Bu yazıda gözetilen tasnif anlatısal benzerlikler üzerine kurulmuştur.”[24]

A. Ömer Türkeş, “Yeni Bir Dönem, Yeni Bir Milli Mücadele” adlı çalışmasında bu tasnifi şu başlıklar altında toplamıştır:

Milli Mücadeleyi Mustafa Kemal ve Dönemin Tanınmış Şahsiyetleri Etrafında Ele Alan Romanlar; ( Yılmaz Karakoyunlu, “Üç Aliler Divanı” (1991), “Çiçekli Mumlar Sokağı” (2000); Beşir Ayvazoğlu, “Yahya Kemal, Bozgunda Fetih Rüyası” (2001); Attilâ İlhan, “Allahın Süngüleri” (2002); Hıfzı Topuz, “Gazi ve Fikri” (2001), “Çamlıca’nın Üç Gülü” (2002)…), Savaş Karşıtı Yaklaşımlar; (H.İ. Dinamo, “Anadolu’da Bir Yunan Askeri” (1988); Buket Uzuner “Gelibolu“(2001)…), Aile Tarihleri; (Fatih Atilla, “Alaturka Rapsodi” (1998); İffet Evin, “Yaşadığım Boğaziçi” (1999); Ferzan Gürel, “İzmir’in İşgalinden İstanbul’a “(2000); Zerrin Koç, “Islak Kentin İnsanları” (2000)…), Savaş Anlatıları; (Karasu, Ermeni Zulmü, Düşman Yarası, Yörük Ali Efe, Çete Ayşe, Çanakkale Mahşeri, Onlar Olmasaydı, Çanakkale’ye Gidenler: Şu Boğaz Harbi, Uzundereli İsmail…), Göçler ve Yaşar Kemal; (Yaşar Kemal, “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” (2000); Ahmet Yorulmaz, “Savaşın Çocukları”, “Girit’ten Sonra Ayvalık” (1997)…)

Bu dönemde adı geçen romanlar arasında; Attilâ İlhan’ın, “Dersaadet’te Sabah Ezanları” (1981), “O Karanlıkta Biz” (1988), “Allahın Süngüleri” (2002), “Gazi Paşa” (2006); Turgut Özakman’ın “19 Mayıs 1919 ( 2 cilt 2002–2003), “Şu Çılgın Türkler” (2005); Hıfzı Topuz’un, “Çamlıca’nın Üç Gülü” (2002), dikkat çeken ve “vatan, millet, vatanseverlik” kavramlarının farklı boyutlarıyla en canlı işlendiği eserler olarak karşımıza çıkmaktadır.

“Kurtlar Sofrası”, (1963), “Sırtlan Payı” (1974); “Dersaadet’te Sabah Ezanları” (1981); “Allahın Süngüleri” (2002); “Gazi Paşa” ( 2006), Attilâ İlhan:

Attilâ İlhan’ın romanlarının büyük bir çoğunluğu tarihsel romandır. Aslında Attilâ İlhan için önemli olan, tarihsel olayın kendisi değildir; asıl incelenmesi gereken şey, tarihsel olayı doğuran nedenler ve olayın sonuçlarıdır. İlhan’ın romanlarında geçmişle şimdiki zaman arasında bir nedensellik ilişkisi vardır; yani her şey diyalektik yöntemle incelenir. Yazar, Milli Mücadele’ye belirli bir süre içinde başlayan ve biten bir olay olarak bakmaz; romanlarında Milli Mücadele’yi doğuran koşulları ve bu mücadelenin sonuçlarını günümüze de yansıyan boyutlarıyla inceler. Bu yüzden Kurtlar Sofrası’nın gazeteci kahramanı Mahmut Ersoy’a: “Kuva-yı Milliye hareketinin tarihi ve ilmi izahını yapmadan, onu çıkış noktası diye alıp, geliştirmeye kalkışıyorlar.”[25] dedirterek aslında kendisinin romanları ile neyi yapmaya çalıştığını da açıklamış olur. Bu hareketin asıl unsurlarının “emperyalizme karşı mücadele” ve “tam bağımsızlık” olduğunun altını çizen Attilâ İlhan, bu unsurlardan hareketle, günümüz koşullarında yapılması gerekeni, yine Mahmut Ersoy’a söyletir: “Kuva-yı Milliye ve Cumhuriyet hareketinin ana esasları, fikir olarak işlenmeli. Hemen arkasından da bu fikirlerle millet arasındaki bağ tekrar kurulmalı.”[26]

Bu bakış açısıyla, beş romanında (Kurtlar Sofrası, Sırtlan Payı, Dersaadet’te Sabah Ezanları, Allahın Süngüleri, Gazi Paşa) Milli Mücadele’yi işleyen Attilâ İlhan, Milli Mücadele dönemini ele alan diğer yazarlardan ayrılır. Attilâ İlhan’ın ilgilendiği konu, bugün de Milli Mücadele’nin devam ettiği düşüncesidir. Bu nedenle de o, milli birliği sağlayan unsurların bu ülkenin aydınları tarafından yeniden geniş kitlelere ulaştırılması gerekliliği üzerinde durur.

“Allahın Süngüleri” ve “Gazi Paşa”, Attilâ İlhan’ın Milli Mücadele’yi doğrudan incelemesi yönüyle diğer üç romanından ayrılır. Bu iki romanda Milli Mücadele ve onun lideri “Reis Paşa” / “Gazi Paşa”, romanın merkezine oturtulur. Ama Mustafa Kemal’i efsanevi bir kahraman olarak değil de gerçekçi bir yapıda ele alır Attilâ İlhan. Yani Mustafa Kemal Atatürk, hem lider hem de insan olarak romana yerleştirilmiştir.

“Çamlıca’nın Üç Gülü” (2002), Hıfzı Topuz:

Hıfzı Topuz, romanda İşgal yılları İstanbul’unu anlatır. Yazar, Çamlıca’da bir köşkte yaşayan eski Hariciye Nazırı Hulusi Bey’in yabancı okullarda eğitim görmüş üç güzel kızı Perihan, Neriman ve Ümran’ın, aile dostları Nedim’in etkisiyle, babalarıyla aralarının bozulması pahasına Milli Mücadele’yi desteklemelerini vatanseverliğin ve fedakârlığın farklı örnekleri olarak işler. Ankara’ya istihbarat veren Nedim’in örgütlediği genç kızlar, çarpıcı güzelliklerini kullanarak, İngiliz ve Fransız subaylarının önce kalplerini, ardından ellerindeki bilgilerini çalarak Kuvayi Milliye adına istihbarat görevini üstlenirler.

“Şu Çılgın Türkler” (2005), Turgut Özakman:

Turgut Özakman, daha sonra tiyatroya da uyarladığı, hatta Çetin Işıközlü tarafından bestelenen, genel sanat yönetmenliğini Sedat Öztoprak’ın, koreografisini Nil Berkan’ın yaptığı Devlet Opera ve Balesi sanatçılarına, Şef Çetin Işıközlü yönetiminde Kadıköy Filarmoni Orkestrası eşlik ettiği bir gösterimle operaya da uyarlanan eseriyle, Milli Mücadele’nin adeta tarihçesini bir roman kurgusu içersinde anlatır. Milli Mücadele’ye, dönem itibariyle içinde bulunulan şartlar göz önüne alındığında, kalkışmak yazarın değimiyle çılgınlıktır. Nitekim o dönemde gerek aydın kesimden, gerek devlet yöneticilerinden gerekse işgalcilerden pek çok kişi, Mustafa Kemal önderliğindeki bu hareketin bir çılgınlıktan öte geçmediğini düşünmüştür.

Yazar, romanda kalkışılan bu Milli Mücadele’yi çılgınlık olarak görmeyi izah eden sosyal, siyasi, askeri, ekonomik, psikolojik şartları göz önüne sererek, okuyucunun o günlere gitmesini ve verilen mücadelenin anlamını daha iyi kavramasını amaçlamıştır. Eserde, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının vermiş olduğu onurlu mücadelenin her anı, bir tarih kitabı ayrıntıcılığı ve bir roman sürükleyiciliğinde aktarılmıştır.

Kadını, erkeği, ihtiyarı, genci, fakiri, zenginiyle Anadolu insanın vatanını kurtarmak adına vermiş olduğu haklı mücadeleyi ve gerçek vatanseverlik öyküsünü canlı tablolar halinde ortaya koyan eser, yayımlandığı günlerde çok ses getirmiş ve satış rekorları kırarak Türk insanının konuya dair duyarlılıklarını yeniden harekete geçirmiştir. Günümüzde de benzer şartların ortaya çıktığını, ancak bu şartlardan kurtulmanın çılgınlığın ötesinde cesaret, kararlılık, birlik ruhu ve inanç gerektirdiği, yazarın çeşitli röportaj ve söyleşilerinde altını önemle çizdiği noktalar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Eser, değişik ve ard arda gelen günleri ele almaktadır. Dönem olarak söylemek gerekirse, öncelikle ve özet olarak, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Mücadelemizin ilk bölümünden (28.06.1914–01.04.1921) başlamaktadır. Daha detaylı olarak Kütahya-Eskişehir Savaşı’nın hazırlık ve savaş dönemini (01.04.1921–24.07.1921), Sakarya Savaşı’na hazırlık ve savaşı (25.07.1921–13.09.1921), Türk Büyük Taarruzu’na hazırlık ve taarruzu ve sonrasını (14.09.1921–27.10.1922) ele almaktadır.

Hemen hemen tamamı belgelere ve anılara dayalı olaylar, Yunan ordusu, Türk ordusu, İngiltere yönetimi, Yunanistan yönetimi, İstanbul yönetimi, Ankara yönetimi, Bazı Türk illeri ve arazileri olarak özetlenebilecek ortamlarda geçmektedir. Kişilerin büyük çoğunluğu gerçek kişilerdir, konuşmaların ve olayların çoğunluğu kaydedilmiş ve aktarılmış gerçek konuşmalardır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Milli Mücadele ve onu temsil eden ruh dünyasının anlatılması ve yaşatılması konusunda ortak bir bilincin oluşması söz konusudur. Daha sonraki dönemde gerekçeleri faklılaşmakla, bir ideolojik temel üzerine oturtulmakla birlikte yine bir gayret söz konusu olmuştur. Ancak bütün bu çabalara rağmen, aradan yıllar geçtikten sonra bile Cumhuriyet tarihini ve toplumsal hayatını romanlarda arayan incelemecilerin birçoğu, Cumhuriyet'in ilk yıllarının güçlü bir biçimde yazıya dökülememişliği konusunda birleşirler. Taner Timur'a göre, edebiyat tarihimizde Mustafa Kemal'i ve Kurtuluşçu cepheyi devrimci bir yaklaşımla gerçekçi bir şekilde veren, değeri herkesçe teslim edilmiş bir romanın yokluğu dikkat çekicidir. Tahir Alangu, bu yokluğu edebiyatın, henüz halka mal olmamış devrimlerin propagandasını yapmaya memur edilmesinde arar. Alemdar Yalçın ise; "1. Dünya Savaşı’ndan yüzlerce roman çıkaran Batı, Vietnam Savaşı’ndan yüzlerce film çıkaran Amerikalı aydın, kendi meselesine sahip olmanın, onlara ciddiyetle yaklaşmanın zevkini, verdiği kaliteli eserlerde tatmaktadır. Bizim, her biri acı-tatlı binlerce olayın destanı olan tarihimiz ise, kendi aydını tarafından keşfedilmeyi beklemektedir."[27] şeklinde bu konudaki eksikliğimizi dile getirmektedir.

Çalışmamızın başından bu yana görüleceği üzere “vatan, millet ve vatanseverlik” gibi kavramlar, devletin ve genel anlamda vatanın birtakım iç ve dış tehditler neticesinde tehlikeye düştüğü, toplumsal ayrışma ve buhranların baş gösterdiği dönemlerde daha derin ve yoğun bir biçimde işlenmiştir. Edebi eserler, bu buhranlı dönemlerde kimi zaman toplumun, vatandaşların hissiyatına tercüman olmuş, kimi zaman aydın kesim ile toplum arasındaki uçurumun ortadan kaldırılması görevini üstlenmiş, kimi zaman da karşılaşılan tehdidi ortaya koyup bu tehdit karşısında topyekûn bir mücadelenin gerekliliğini vurgulayarak toplumu oluşturan bireylerin kaynaşma noktasını teşkil edecek “vatan, millet, vatanseverlik” kavramları üzerinde yoğunlaşmıştır.

Günümüzde de hızla değişen dünya düzeni, stratejik dengeler, ekonomik ve siyasal faktörler, küreselleşmenin milli kültürler üzerindeki yıpratıcı etkileri gibi değişik etkenler neticesinde pek çok toplumda ayrışma hareketleri baş göstermiş, mikro milliyetçilik akımları, ideolojik parçalanmalar devletleri ve toplumları yeni parçalanmaların eşiğine sürüklemiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, içinde bulunduğu jeopolitik konumu nedeniyle bu ayrışma, parçalanma ve çatışma noktalarının tam da göbeğinde bulunmaktadır. Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğu ve Orta Asya, yaşadığımız yüz yılın en önemli çatışma noktalarını oluşturmaktadır. Türkiye, adı geçen bölgelerle tarihi, siyasi, coğrafi ve kültürel bağları sebebiyle bu çatışma noktalarının hepsiyle doğrudan ilişkilidir. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada yukarıda izah edilen değişik gerekçelerle çatışmalar, iç savaşlar, toplumsal ayrışmalar yaşanmaktadır. Elbette ki çevremizde kopan bu fırtınanın etkileri ülkemize de sirayet ettirilmek istenmekte ve toplumsal ayrışma noktaları kaşınmak suretiyle bir parçalanma senaryosu sahnelenmek istenmektedir. Tarih göstermiştir ki bu tarz parçalanmalar, hiçbir dönemde olumlu sonuçlar ortaya çıkarmamış ve o toplumlara mutluluk ve huzur getirmemiştir. Bu gün komşumuz Irak’ta yaşanan değişik köken farklılıklarına dayalı iç çatışma ve savaşın sonucunda da hiçbir taraf mutlu olmayacak, akıtılan kan ve gözyaşı bu acı senaryonun parçası olanların yanına kâr kalacaktır.

Bu vatan üzerinde yaşayan, bu vatan benimdir diyen herkesin sahnelenen bu acı senaryonun farkında olmasına ve bizi biz yapan değerlerle, bu değerleri özgürce yaşayabilmemizi sağlayan kutsal vatan toprağına daha bilinçli ve kararlı bir şekilde sarılmasına ihtiyaç vardır. Yani asıl itibariyle, bugün ülkemizin içinde bulunduğu sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel şartlar, Kurtuluş Savaşı yıllarında ortaya çıkan şartlardan daha ağırdır; bu bakımdan milletin huzur ve saadeti için o yıllarda verilen mücadeleye denk, aynı milli şuur milli birlik ve iradeye sahip bir “Milli Mücadele”ye ihtiyaç vardır. Öyleyse o günün koşullarında Anadolu insanını hiçbir ayrışma noktası gütmeksizin bir araya getiripbu ahval ve şerait içinde dahiTürk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmasını sağlayan şuur nasıl oluşturulduysa şimdi de aynına daha fazlasıyla ihtiyaç vardır. Bu çerçevede çalışmanın bütününde edindiğimiz izlenime dayanarak; edebiyatın, sinemanın, tiyatronun hatta müziğin sosyal faydacılık anlayışına bürünerek bu şuurun tesisinde ve “vatan, millet, vatanseverlik” kavramlarının tüm toplum kesimlerinde bir kez daha canlandırılmasında yeniden görev üstlenmesine ihtiyaç vardır.

Edebiyatın ve sanatın diğer dallarının bütün bütün bu bilinç ve sorumluluktan uzak olduğunu söyleyemesek de içinde bulunulan şartların ağırlığına nispetle yeterli bir gayret içinde olduğunu söylemek de güçtür. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan, vatanını ve milletini seven herkesi aynı çatı altında buluşturacak en güçlü değer olan “vatan” kavramının daha canlı tablolar halinde genç nesillere anlatılmasına ve onların Karnımın doyduğu yer vatanımdır.anlayışından sıyrılarak daha bilinçli vatanseverler kılınmasına katkıda bulunacak her türlü sanat eserine ihtiyaç vardır.

“Memleket bitti, yine bitmedi hâlâ sen ben

Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz düşmen.” [28]

Namık Kemal

Sonuç

Yaşamımızı daha güzel, daha anlamlı kılabilmek için Montaigne’in şu sözlerini düşünmek mecburiyetindeyiz. “İdeolojilere ve türlü kamplara tutsaklığın egemen olduğu bir çağda nasıl özgür kalabilecek, içinde yaşadığımız çılgınlık ve vahşet ortamında düşüncelerimizi nasıl koruyabileceğiz?”

Söz konusu ifade bugün için de geçerlidir. Maalesef ülkemiz de böyle bir kaos ortamında bulunmaktadır. Nitekim bir taraftan çok ciddi fikir ayrılıkları yaşanırken, diğer taraftan da ülkemiz dış telkin ve dayatmaların etkisi ile sağlıklı bir karar alma inisiyatifini kaybetmiş bulunmaktadır.

Oysa, üzerinde yaşadığımız vatan topraklarında farklı düşünen herkesin düşüncelerini yasalar ile belirlenmiş hudutlar için de ifade hakkı olduğunu kabul eden, kendine güven duyan, dışa dönük bir toplum olmak mecburiyetindeyiz. Bu ancak ırkçılığa, dinsel ve mezhepsel ayrımcılığa yer vermeyen bir anlayışın vatanımızda hakim olması ile mümkündür.

Bu nedenle, yaşanan tarihsel olaylara dar etnik açıdan bakamayız. Etnik düşmanlıklar ancak bilimsel bir yaklaşımla çözülebilir. Esasen, kendi özgün tarihi içinde Anadolu’da ırkçılık ve kaba milliyetçilik ile hiçbir sorunun çözülmediğini biliyoruz. Bu topraklarda mutlu ve huzurlu yaşamanın yolu gerçek bir Türk vatandaşı olmak ve Atatürk’ün gösterdiği yolda birleşmektir.

Çünkü; biz Anadolu insanları olarak, ölenle öldük, mazlumla ağladık, düşenin elinden tuttuk, insanların dilini, dinini, rengini kendi dilimiz, dinimiz, rengimiz bildik. Bizim için kardeşlik hep değerli oldu. Biz bu vatanda yaşayan herkesi canımız biliriz, çünkü biz hepimiziz. Anadolu’nun sıcak insanları; küreselleşme uyutmaları ile on binlerce insanı öldüren demokrasi ihraçlarıyla kandırılmamalıdır. Çünkü bizim değerlerimiz, bizi biz yapan ve bir arada tutan değerlerdir.

Ancak üzülerek izliyoruz ki, küresel kapitalistlerin fikir babalarının cambazları yurtseverlik ve milliyetçilik kavramlarını düşman gibi göstererek; tabanı, kendi çıkarları doğrultusunda uzun vadeye yönelik örgütleme gayreti içindedirler. Bunu bilmek ve tedbir almak mecburiyetindeyiz.

Esasen yurtseverlik, sevgidir. Çünkü yurtseverler ülkemizde yaratılan her olumlu işten kıvanç duyar, olumsuzlukların üzüntüsünü en derin bir şekilde yaşarlar. Bu nedenle, kendi değerlerimize güvenmeli, kendi ayaklarımızın üzerinde durmalıyız. Hür, onurlu, saygın bir ülkenin vatandaşı olarak yaşamak isteyen bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, bize armağan edilen bir vatanın değerini bilmeli ve vatanseverlik ortak paydasında buluşmalıdır.

Hepimizin kabul edeceği gibi vatanımız; kan, gözyaşı ve fedakarlıklar ile ulusa armağan edilmiştir. Bu armağan, bu vatanı paylaşan ve kendini bu topraklara ait hisseden her vatandaşın hakkıdır. O vatandaşların yüreklerinde ortak bir değer olarak vatanseverlik duyguları geliştikçe bu topraklarda daha güçlü olacağımızdan kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Türkiye’nin ulusal bütünlüğüne yönelen tehditleri, farklılıkları içinde barındıran bir vatanseverlik anlayışı içinde önlemeliyiz. Vatan sevgisi ve düşüncesiyle yanlışlıklara ve haksızlıklara karşı güçlü bir toplumsal tepki geliştirmeliyiz; çünkü ortak paydalarımızı geliştiremezsek ortak değerlerimizi de kaybederiz.

Aytaç YALMAN

Faydalanılan Kaynaklar :

¾ www.esosder.com

¾ www.bbk.co.uk/turkish/europe/story

¾ Kulak verin Nabucco’daki Esirler Korosuna Yansıma Şefik Kahramankaptan

¾ Dar-ül-elhan ve Türk Musıkisi’nin Gelişimi Gönül PAÇACI

¾ www.bbc.co.uk/turkish/news/story

¾ www.yenisafak.com

¾ www.pandora.com.tr.urun.asp?id

¾ www.Atatürktoday.com

¾ www.MustafaKemal.com

¾ Atatürk ve Müzik Aytaç YALMAN

¾ Cumhuriyet dönemi bestecileri hakkındaki eserleri E. İLYASOĞLU

¾ Atatürk’te Vatan kavramı ve millet sevgisi (Atatürkçü Düşünce) Dr. Afet İNAN

¾ Liberal Düşünce Derneği (Sayı. 29) Vatanseverliğe Yönelik Tehdit

¾ İletişim konulu makaleler ve programlar D. CÜCELOĞLU

¾ İnsani Vatanseverlik Ord.Prof. Hilmi Ziya ÜLGEN

¾ Vatanseverlik Özgürlüğe karşı bir tehdit Emma GOLDMAN

¾ Ulusçuluk, Küreselleşme ve Modernleşme Johann P. Amason

¾ Atatürk’ün Vatanseverlik ve Milli Benlik Bilincine İlişkin Görüşleri Akif ABBASOV

¾ Yurt Sevgisi Eğitimi K.K.K. Basımevi 2003

¾ Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri Utkan KOCATÜRK (Turhan Kitapevi)

¾ Mustafa Kemal Atatürk’ten Yazdıklarım A.Afet İNAN (M.E.B. 1971)

¾ Vatanseverlik bir erdem mi? Alasdaire Macıntyre Cogito Sayı. 21( 1999 )

¾ Fikir Hareketleri Dergisi (Sayı. 80)



[1] İnci Enginün, “Namık Kemal”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, İstanbul, 2001, s. 21-22.

[2] İnci Enginün, a.g.e., s. 22.

[3] Namık Kemal, Vatan Yahut Silistre, …

[4] Hikmet Dizdaroğlu, Namık Kemal, İstanbul, 1977, s. 50.

[5] İnci Enginün, a.g.e., s. 24.

[6] Şükran Kurdakul, Çağdaş Türk Edebiyatı 1, Meşrutiyet Dönemi 1, İstanbul, 1994, s. 46-47

[7] Şükran Kurdakul, a.g.e, s. 45-46

[8] Yahya Kemal Beyatlı, “1918”, Kendi Gök Kubbemiz, s. 79-80.

[9] Yahya Kemal Beyatlı, “Yol Düşüncesi”, a.g.e., s. 84

[10] Yahya Kemal Beyatlı, “Eylül Sonu”, a.g.e., s. 59-60

[11] İnci Enginün, Tanzmat’tan Cumhuriyet’e Yeni Türk Edebiyatı (1839-1923), İstanbu, 2006, s. 641.

[12] Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik, 1998’den aktaran A. Ömer Türkeş, “Genel Bir Bakış”, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, (Haz.: Mürşit Balabanlılar), İstanbul, 2003,s. 11-12.

[13] Halis Ahmet ÖZER, “Roman Tenkitleri – H. R. Gürpınar, Y. K. Karaosmanoğlu, H. E. Adıvar ve R. N. Güntekin’in Romanları Hakkında Yazılan Tenkidi Makaleler” - ( 1923–1928), Yüksek Lisan Tezi, İstanbul,2001, s. 1

[14] A. Ömer Türkeş, “Genel Bir Bakış”, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, (Haz.: Mürşit Balabanlılar), İstanbul, 2003,s. 13-14

[15] A. Ömer Türkeş, a.g.e. , s. 15-16

[16] Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, İstanbul,1987, s. 86.

[17] Halis Ahmet ÖZER, “Roman Tenkitleri – H. R. Gürpınar, Y. K. Karaosmanoğlu, H. E. Adıvar ve R. N. Güntekin’in Romanları Hakkında Yazılan Tenkidi Makaleler” - ( 1923–1928), Yüksek Lisan Tezi, İstanbul,2001, s. 80-81

[18] Semih Gümüş, “Ahmet Hamdi Tanpınar”, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, (Haz.: Mürşit Balabanlılar), İstanbul, 2003, s. 13-14.

[19] A. Ömer Türkeş, a.g.e. , s. 17-18

[20] A. Ömer Türkeş, a.g.e. , s. 19

[21] A. Ömer Türkeş, a.g.e. , s. 20

[22] Tahir Abacı, “Kemal Tahir”, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı, (Haz.: Mürşit Balabanlılar), İstanbul, 2003,s. 192

[23] Mehmet Kaplan, “Küçük Ağa”, Edebiyatımızın İçinden, İstanbul, 1998, 287

[24] A. Ömer Türkeş, “Yeni Bir Dönem, Yeni Bir Milli Mücadele”, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı,

(Haz.: Mürşit Balabanlılar), İstanbul, 2003,s. 467-469

[25] Attilâ İlhan, Kurtlar Sofrası, Ankara, 1995, s. 224.

[26] ______, a.g.e., s. 119.

[27] Alemdar Yalçın, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı, Günce Yay., 1998.

[28] Hikmet Dizdaroğlu, a.g.e., s. 50.