Bilindiği gibi; Kıbrıs sorunu Türkiye’nin gündemine 1955 yılında bir gazetenin yazdığı haber ve yorumlarla girmiştir. Bu sorun Türkiye’nin ulusal bir sorunu olduğunu henüz 15 yaşında askeri lise öğrencisi iken öğrendim. O günlerde Türkiye’de söylenen slogan “KIBRIS BİZİM CANIMIZ, FEDA OLSUN KANIMIZ” idi. Yarım asırlık bir mücadelenin sonunda bir namus meselesi olarak gördüğümüz bu ulusal duruşumuzun bu gün geldiği nokta, düşündürücü ve üzücüdür. Çünkü; AB kriterleri içinde ön koşul olarak bulunmadığı defalarca ifade edilen bu sorunun, çözümlenmesinin Türkiye için iyi olacağı imâ ediliyordu. Geçen süre içinde ulusça yaptığımız bunca fedakarlığa ve verilen her türlü ödüne rağmen bu gün önümüze konan çerçeve belgesinde; kapsamlı bir çözüm için yeniden adım atılması (yani yeni tavizler verilmesi) Kıbrıs cumhuriyeti ile ilişkilerin normalleştirilmesi isteniyordu. (Daha açık bir ifade ile Ek protokol ile tanınmayacağı belirtilen Kıbrıs ile ilgili nota’nın yumuşak bir üslup içinde olması, Ayrıca; KKTC’nin Kıbrıs Cumhuriyetin de bir azınlık statüsü içinde belli bir süre varlığını sürdürmesi bilahare asimilasyon ile sorunun çözümlenmesi.)
Yarım asırlık Kıbrıs maceramız hakkında sağlıklı bir siyasi analiz yapabilmek için önce Yılmaz ÇETİNER’in kaleminden söz konusu kitaptaki Kıbrıs’ın fethi ile ilgili bölümden bazı bilgileri sizlere hatırlatmak bilahare, Yarım asırlık bu mücadele döneminde bazı tespitlerimi sizlerle paylaşmak ve belki de bir iç hesaplaşma yapmanıza yardımcı olmak istedim.
Osmanlı tarihinde Sarı Selim olarak bilinen kanuni’nin oğlu II’ nci Selim, babasının ölümünden sonra tahta çıkmış, yaşamı boyunca özellikle şaraba ve eğlenceye düşkünlüğü ile anılmıştır. Kendisinin bu zaafiyetini çevresinde istismar edenlerin başında İstanbullu banker Yasef Nasi gelmektedir. Nasi Sarı Selim’e henüz Kütahya’da şehzadeliği döneminde Akdeniz’in en zengin adasının Kıbrıs olduğu, adadaki ünlü üzüm bağlarının ve nefis şaraplarının imparatorluk için bir servet kaynağı olacağını telkin etmişti. (Ayrıca; Kıbrıs’ın feth edilmesi ile kendisinin de Kıbrıs kralı olmayı hayal ettiği bilinmekteydi.) Eşi Venedik asıllı Nurbanu Sultanın ve Sadrazam Sokullu Mehmet Paşanın muhalefetine rağmen, şehzadeliğinden beri bu adanın alınmasını düşünen Sarı Selim, Venediklilerin kontrolündeki bu adayı Lala Mustafa Paşa komutasındaki 100 000 kişilik bir ordu ile feth edilmiştir.(1 Ağustos 1570’de adaya çıkılmıştır Magosa’nın fethi bir yıl kadar sürmüştür.)
Bilindiği gibi; Kıbrıs zaferinin ardından dini lider Papanın teşvik ve himayesinde oluşan bir müşterek donanma ile Osmanlı donanması İnebahtı’da tamamen imha edilmiş ve böylece Kıbrıs’ın intikamı alınmıştır.
Bu meyanda,19.Yüzyılın ikinci yarısında vuku bulan talihsiz olaylar sonucu Kıbrıs adasını İngilizlere devretmek mecburiyetinde kaldığımızı hatırlatmak istiyorum.Kuşkusuz amacım sizlere malumunuz olan tarihi bilgileri tekrarlamak değildir. Ancak 16. Yüzyıldan bu yana vuku bulan önemli olayları ifade etmeden de geçemedim.
1955 Yılında ulusal bir dava olarak Türk toplumuna benimsetilen Kıbrıs sorunu daha önce ifade ettiğim gibi “KIBRIS BİZİM CANIMIZ FEDA OLSUN KANIMIZ” sloganları ile başladı. Bu konuda tam bir hedef ve amaç birliği sağlandı. O tarihten itibaren halkın örgütlü kesimleri (özellikle üniversite ve sendikalar)çeşitli toplantılarla halkı yönlendirerek, bilinçlenmelerini sağladılar. Hatta bu konuda maksadını aşan eylemlere de tanık olduk. 1955 yılının eylül ayında tarihimize 5-6 Eylül olayları olarak geçen talihsiz olaylar da vuku buldu. Bu olayları, olayların yoğun bir şekilde yaşandığı Büyükada da yaşadım.1950’ li yılları gençlik heyecanı içinde, Kıbrıs’ın belli bir istikrara kavuşacağını ve sorunun adil bir şekilde çözümleneceğini ümit ve temenni ederek tamamladık. 1959 Londra ve Zürich antlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinde ancak üç yıllık kısmen istikrarlı bir dönem yaşandı.
1960 ve 1970’li yıllar; Kıbrıs ulusal davasının ülkemiz halkının ve devletinin tüm kurumları ile gönül birliği içinde desteklendiği yıllardı. O yılların bir diğer özelliği de, Kıbrıs ulusal davasının birleştirici vasfına ilaveten farklı sınıflar arasındaki demokratik mücadelenin tüm kuralları ile yürütülebilmiş olmasıdır. İçinde yaşadığımız günler ile mukayese edildiğinde o yılların demokrasimiz açısından çok özel bir dönem olduğunu ancak şimdi anlayabiliyoruz. Çünkü o yıllarda küçük bir marjinal gurup istisna edilirse, etnik ve din temeline dayandırılan bir demokrasi mücadelesi yerine işçi ve işveren arsında olması gereken bir mücadele yaşanıyordu. Halk ve Toplumun mahdut sayıdaki örgütlü kuruluşları toplumsal ve ulusal duyarlılıklarını içinde bulunduğumuz günlerden çok daha etkili ve anlamlı bir şekilde ifade etme imkanı buluyorlardı.
Kıbrıs’ta 1963 olaylarından sonra ABD ile aramızda meşhur mektup krizi yaşandı. Daha sonra mücadele farklı bir jargon ile zemin kaybederek sürdürüldü. O yılardan sonra “YA TAKSİM, YA ÖLÜM ” diye meydanlarda bağırmaya başladık .
Kuşkusuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı halkımızın fikir ve gönül birliği içinde tam anlamıyla desteklediği başarılı bir harekattır.
O tarihten sonra Kıbrıs’ ta 31 yıldır ekonomik ve askeri varlığımızı sürdürebilmek için küçümsenemeyecek fedakarlıklar yaptık. Özellikle ABD nin çok ciddi anlamda askeri ambargosuna muhatap olduk ancak, başında beri milli bir mesele olarak gördüğümüz bu meselede hiç geri adım atmayı düşünmedik.
Harekattan 8 yıl sonra 1983 yılında Kara Kuvvetlerinden adaya ilk çıkan 50 nci Piyade Alayının komutalığına atandım. 95 şehit vermiş kahraman bir alayın komutanlığını ifa etmiş olmanın onurunu hayatım boyunca yaşadım. Yunanistan’da Papaendro’nun iktidara geldiği ve adada gergin bir dönemin yaşandığı yıllardı o yıllar. Sorumluluk saham içindeki binalarda kan izleri henüz kaybolmamıştı. Komutanlık dönemimde kan dökmedik ama ter dökerek zorlu bir hizmet dönemini geride bırakarak Kıbrıs’tan ayrılmıştım.
1980 yılından itibaren örgütsüzleştirilen ve apolitize olan halkımız kendini ve duygularını ifade etmede ciddi engellerle karşılaşmış olmasına rağmen Kıbrıs meselesinde toplumun bütün kesimleri, devletimizin bütün kurum ve kuruluşları aynı duyguları paylaşmışlar ve Kıbrıs meselesine ilk günkü gibi sahip çıkmışlardır.
1990 yılından itibaren Kara Kuvvetleri Komutanlığımın sonuna kadar (2004) defalarca adadaki askeri birlikleri denetlemeye gittim. Dolayısıyla Kıbrıs’la ilgili gönül bağım fiziki anlamda da devam etti.
Kıbrıs davasının anıtlaşan ismi Sayın Denktaş ile yaptığım görüşmelerde, konu ile ilgili fikri ve düşüncelerimi ifade etme imkanım oldu. Şahsına duyduğum hayranlığı her fırsatta açıkladım.
2000 yılından 2004 yılına kadar MGK üyesi olarak kurulda geçen görüşmelere yasal zaruretler nedeni ile temas edemiyorum.
2002 yılı Kıbrıs Meselemizin kırılma noktasıdır. Çünkü 2002 yılına kadar Büyük Millet Meclisinden bu amaçla çıkan kararlar ve hükümet icraatları halkımızın istemleri istikametinde ve uyum içinde vuku bulmuştur. 2002 yılından itibaren başlangıçta halkımızın Kıbrıs konusundaki duyarlılığı devam etmiş. Ancak zaman içinde AB’ye girebilme amacına yönelik olarak, hükümetin aldığı siyasi kararlar ile gerek Türkiye’deki gerekse Kıbrıs’taki halklar da bu siyasi kararlardan etkilenmiş, o güne kadar birlik beraberlik içinde yürütülen bu ulusal sorunun çözümünü farklı istikametlerde aramaya başlamışlardır. Tabiidir ki söz konusu ciddi fikir ayrılıkları bu gün içinde bulunduğumuz durumu yaratmıştır.
1571 den bu güne kadar devam edegelen Kıbrıs meselemizi, özellikle 1955 yılından itibaren, yarım asırlık bir süre içinde uygulanan politikalar ile bu günkü noktaya nasıl geldiğini hatırlatmak istedim.
Görevim gereği Adanın büyük bir bölümünü gezerken Sarı Selimin şaraba olan düşkünlüğünü düşündüm. Çok az sayıda da olsa bu gün mahalli ismi Verigo olan meşhur Kıbrıs üzümlerini tanıma imkânım oldu. Ancak, 16. yüzyılın meşhur şaraplarına bölgede hiç rastlamadım..
Hakkında binlerce cilt kitap yazılan Kıbrıs konusunu, kendi penceremden çok özet olarak özellikle geçirdiği evreleri belirtecek şekilde anlatmaya çalıştım.
Yüce ulusumuz için en doğru kararın verileceğine olan inancımı özellikle yitirmek istemiyorum. Çünkü biz Sakarya Meydan Muharebesinden bu yana başımızı öne eğecek bir onursuzluğu hiç yaşamadık ve ulusal onurumuzu daima koruduk.
Uluslararası camiada saygın bir üye olarak yer almanın temel ve vazgeçilmez şartının ulusal onurumuzun korunması olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz ulusal onuru kaybolan bir milletin ulusal umudu da biter.