10 Ekim 2007 Çarşamba

ATATÜRK VE MÜZİK

GİRİŞ:

Modern Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ulusal kurtuluş savaşımızın eşsiz lideri, mazlum milletlerin umut ışığı, öldükten sonra da ilkeleri canlı kalabilen Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz asrın lideri olabilme başarısını gösteren tek devlet adamıdır.

Bu gün, yaşadığımız gerçekler karşısında, onun ateşlediği devrimci hareketin ne kadar büyük, ne kadar saygın ve ne kadar onurlu olduğunu daha iyi anlıyor ve o’nu büyük bir özlemle arıyoruz.

Bu gün sizlere büyük Atatürk’ün farklı bir özelliğini, sanata ve kültüre bakışını bir insan ve bir devlet adamı olarak, özellikle müzik konusundaki düşünce ve hizmetlerini ifadeye çalışacağım.

Atatürk’ün genel anlamda müziğe bakışını şekillendiren üç özellik; insan sevgisi, ulus sevgisi ve çağdaşlıktır. Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilen Türk Müzik Devriminin ancak ulusal değerler korunarak evrensel normlar ile çağdaşlaşabileceği görüşü benimsenmiş ve bu yönde çalışılmıştır. Bu gün bu alanda kazandığımız değerler, Cumhuriyetin, ilk yıllarındaki Türk Müzik devriminin olumlu sonuçlarıdır.

ATATÜRK’ÜN SANATA VE ÖZELLİKLE MÜZİĞE BAKIŞI:

Atatürk’ün sanata bakışını değerlendirmeden önce batılılaşma felsefesi üzerindeki düşüncelerine kısaca değinmekte fayda görüyorum.

Atatürk’ün batılılaşma felsefesi ile sosyologların kültür teorileri arasındaki ayrılık bugün bile tartışılmaktadır. Atatürk’ün inandığı husus; “Bir toplum kanunlarla, bir takım önlemlerle başka bir kültüre intibak ettirilebilir. Harfleri değişir, şapkası değişir, kılık kıyafeti değişir, fabrikaları yapılır, senfoni orkestraları kurulur böylece toplum batılılaşır.” Fakat sosyologlar Emil Durkheim ve Ziya Gökalp ile başlayan sosyoloji ekolü “Bir kültür bir milletin ruhu gibidir. Organik bir şeydir. Hayat görüşüyle, müziği ile, adedi ve ananesiyle, ölüsünü mezara gömüşüyle kültür organik bir bütündür. Nasıl dışardan organizmaya bir şey ithal ederseniz, onu reddederse, kültür de böyle bir şeydir.”diyorlar.

Atatürk gibi düşünen Suat Sinanoğlu gibi düşünürler olduğu gibi, Gökalp gibi düşünen sosyologlar da vardır.(Tarihçilerin kutbu, Halil İnalcık kitabı, söyleşi Emine Çaykara )

Atatürk’ün kültürel değişim ile ilgili görüşlerinden sonra sanata özellikle müziğe bakışına geçebiliriz.

Sanatı “Güzelliğin anlatımı” olarak tanımlayan Atatürk, 1933 yılında ünlü 10’ncu Yıl nutkunda güzel sanatlar ile ilgili olarak “Türk milletinin tarihi bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onu yükseltmektir. Bunun içindir ki milletimiz, yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, yaradılıştan gelen zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik ruhunu sürekli ve her türlü vasıta ve tedbirlerle başlayarak geliştirmek milli ülkümüzdür” demiştir.

Atatürk, ulusal ruhumuzda var olduğunu çok iyi bildiği sanat inceliğinin büyük eserler ortaya koyacak güçte olduğuna inanıyor ve bunu her fırsatta ifade ediyordu.

Çağdaş klasik müziğin kurumsallaşmasının öncüsü Büyük Atatürk “Bir ulusun değişikliğinde ölçü musikide değişikliği algılayabilmesidir” demek suretiyle müziğe bakışını çok veciz bir şekilde ifade edilmiştir.

1924 yılında İzmir Kız Öğretmen Okulu öğrencilerini ziyareti sırasında yaptığı konuşmada Müziği insan hayatı ile eşdeğer tutuyor, ancak seçilen müziğin türü üzerinde düşünülmesi gerektiğini vurgulayarak adeta evrensel müzik konusundaki düşüncelerinin ilk ipuçlarını veriyordu.

Nitekim 1928 yılında temel tercihinin çok sesli batı müziği olduğunu vurguluyordu.

RUMELİ TÜRKÜLERİNDEN KLASİK BATI MÜZİĞİNE

Atatürk genç yaşlarında Selanik’te dinlediği ve çok sevdiği Rumeli türkülerini ileri yaşlarında bile büyük bir duygusallık içinde beğeni ile dinlemiş ve hüzünlenmiştir. Ancak hayatının özellikle son dönemlerinde saz eserlerini ve Fasıl heyetlerini özellikle nihavent makamındakilerini büyük bir beğeni ile dinlediğini biliyoruz.

Atatürk, bir gün Antalya’ya giderken yolda mola verilir ve kulağına bir türkü sesi gelir. “Ben bu türküyü çok sevdim, bulun getirin bu türküyü söyleyeni” der. Küçük bir çoban gelir, Atatürk “Sesin çok güzel, bana da bir türkü okur musun?” der. Çoban “Demirciler demir döger tunç olur” türküsünü söyler. Atatürk dalmıştır. “bis bis” der, çoban şaşkınlıkla bakar “Oğlum bis” der, çoban nazlanmadan gene aynı türküyü okumaya başlar. Atatürk türkü bitince cebinden harçlık çıkarır uzatır. Çoban hemen alır harçlığı, kuşağına kor, elini uzatır. Atatürk’e “bis bis” der. Bu espri Atatürk’ün çok hoşuna gitmiştir.(İçimizden biri Atatürk Prof. İlknur Güntürkünkalıpçı)

Rumeli türkülerini seven Atatürk’ün türk sanat müziğine de ilgi duyduğunu, özel treninde Türk Sanat Müziği eserlerini dinlediğini “Atatürk’le bir tren yolculuğu” isimli albümden, öğreniyoruz.

Atatürk’ün Sofya’da seyrettiği operanın üzerinde bıraktığı duygusal ve düşünsel yoğunluğu daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Ancak Atatürk’ün en çok sevdiği ve onu çok duygulandıran, belki de hüzünlendiren eser, Tosca operasında Cavaradossınin meşhur aryasıdır. Bu eseri defalarca dinlediğini ve çok sevdiğini sizlerle paylaşmak istedim.

Henüz 15 yaşındaki Ferhunde Erkin’in Çankaya’da verdiği bir konserde Atatürk’ün sözleri sanata bakışı yanında yaşam mücadelesini ve karakterini çok anlamlı bir şekilde ifade ediyordu.

“İnkılâpçıların, bütün dünyaya kafa tutmuşların sofrasındasın. Şimdi öyle bir şey çalacaksın ki kendimizi dünyaya göğüs gerdiğimiz günlerin havası içinde bulacağız.”

Atatürk J. S. Bach’ın Chaconne’sinin ritmik ve sert bir üslup içinde yorumlanmasından memnun kalmıştı o gece.

Atatürk’ün klasik müzik ile ilgili bir anısına da Atilla İlhan’ın Allahın SüngüleriReis Paşa” isimli kitabından aynen nakletmek istiyorum.

Gecenin karanlığında, Direksiyon Villası’nın alt kat salon pencereleri aydınlık görünüyor; Paşa’nın otomobili, uygun bir yere çekilmiştir; kapıda, Nizamiye nöbetçileri; sakin bir gece: yumuşak, varla yok arası, kar yağıyor; içerden, piyano sesi; dokunaklı, billur damlalar: Frederick Chopin, “La Tristesse”. Piyanonun duşları üzerinde, narin ve hafif; besbelli, Fikriye Hanım’ın elleri.

Önde o, piyanoya oturmuş; geride, Mustafa Kemal Paşa ve Mithat Bey koltuklara gömülü, onu dinlemektedir: ikisi de, böyle bir ilk geceye uygun, özenli giyinmişler. Fikriye, üzerinde eflâtuna çalan, sarmaşık moru robu; boynunda, yaprak yeşili eşarp;mutluluğundan mı, ışığın dağılışından mı, yoksa Chopin’den mi, nedir; fevkalâde şık, fevkalâde alımlı ve fevkalâde kadın görünüyor.

Fikriye, parçayı bitirip piyanodan kalkınca; “Reis Paşa” ayağa kalktı; genç kadını usulca alkışladı:

“- ... aferin Fikriye ...kulağımızın pasını sildin; adamakıllı ilerletmişsin piyanoyu ...”

Mithat Bey de ayağa kalkmıştı, alkışlıyordu:

Fikriye mütehayyir, mahcup ve mes’ud, yerine gidiyor:

“- ... estağfurullah! Lütfen izâm etmeyelim! ... Beni mahcup ediyorsunuz! ...”

BÜYÜK ATATÜRK’ÜN GÖRÜŞLERİ İSTİKAMETİNDE GELİŞEN SANAT VE KÜLTÜR POLİTİKAMIZ (TÜRK MÜZİK DEVRİMİ)

Atatürk batı müziğine büyük önem veriyordu. Çok sesli bir müziğin ulusun gelişmesine katkıda bulunacağına inanıyordu.

Aslında Atatürk’ün çok sesli müzik, orkestra müziği, napoliten şarkılar ile tanışması, imparatorluğun kozmopolit kenti Selanik’te olmuştu.

Atatürk müzikte; belli bir tarz müziği, bir başka tarz müzikten üstün görmemişti. Ancak evrensel normların ulusal ezgilerimizle bütünleşmesini istemiştir.

1933 yılında Cumhuriyetin onuncu yılında yaptığı tarihi konuşmada müzik konusundaki düşüncelerini çok net bir şekilde açıklama imkânı bulmuştu. “Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişler, söyleşileri toplamak, onları biran önce genel musiki kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu sayede Türk Ulusal Musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir.”

Büyük insan ATATÜRK’ÜN olağanüstü bir şekilde ifade ettiği bu düşünceler iki yüzyıl önce dünyaca meşhur bir çok besteci tarafından dile getirilmişti.

Romantik dönemin en önemli bestecilerinden Chopin, çeşitli dönemlerde işgale uğrayan vatanının hüznünü eserlerinde romantik bir duygusallıkla ifade etmişti. Ünlü piyano ozanı güçlü bir Polonya milliyetçisiydi. Polonya’dan ayrılırken (2Kasım1830) şair arkadaşına “Dağlarda, vadilerde taş ve cevher arayan bir mineralog gibi Polonya halk ezgilerini araştırın” demişti. Bunun üzerine 10.000’in üzerinde halk ezgisi toplamıştır.

Ünlü Norveçli Besteci Edvard Grieg (1843–1907) de bestelerinde ülkesinin halk müziğini ve onun kendine özgü armonik yapısını ustaca kullanmış ve Norveç Müziğini dünyaya tanıtmıştır.

Öte yandan Rus bestecileri de bir çok kez işgale uğrayan ülkelerinin hüznünü eserlerine olağanüstü bir üslup içinde yansıtmışlardır.

Bu konuda daha çok örnek verilebilir. Ancak hepsinin ortak özelliği, eserlerinde halk ezgilerinden yola çıkarak ve ulusal değerleri evrensel normlar içinde olağanüstü bir güzellik ile ifade edebilmeleridir. İşte büyük ATATÜRK de 1933 yılında ve daha sonraki konuşmalarında bu anlayışı anlatmak istemiş, Türk beşlileri de bu düşüncenin ürünü olarak ulusumuza armağan edilmiştir.

Atatürk müzik devrimini düşündüğü biçimde gerçekleşmesi için üç önemli unsura ihtiyacı olduğunu biliyordu. Birincisi; kararlı, canlı, sürekliliği olan bir kültür ve sanat politikası, ikincisi; bu alandaki çalışmaların gelişmesi için gereken süreç, üçüncüsü ise; çok sesli müziğin yaratıcı ürünlerini verecek sanatçı kadrolarının yetiştirilmesi idi. Çözüm yolu güzel sanatların çeşitli dallarında öğrenim görecek genç yetenekleri Avrupa’ya yollamaktı. Atatürk’te öyle yaptı.

Çağdaş müzik hayatımızın temellerinin atılmasına ve gelişmesine öncülük eden Atatürk gibi lider ve onun bize armağan ettiği müzik kurumları olmasaydı, bestecilerimiz ve yorumcularımız kendilerini ifade etme imkânı bulamayacaklardı. Dolayısıyla Türkiye’de çok sesli uluslar arası müzik gelişemeyecekti.

26 Ocak 1926 günü Ankara’da Ferhunde ve Necdet Remzi kardeşlerin milli sinemada verdiği konserden etkilenen Atatürk “Türk’ün sanat meşalesini yakıp medeniyet kavgasını başarabilen bu çocuklara ayağa kalkmasını lütfen bilelim efendiler” demiştir.

Atatürk bu sözleri ile; sanatçıya verdiği değeri ifade etmek ve medeniyet kavgasında sanatın özel bir yeri olduğunu vurgulamak için bu anekdotu yazmak ihtiyacını hissettim. Özellikle günümüzde sanatçının konumu ve sanatın bu medeniyet mücadelesindeki yerinin yeterince takdir edilmediği bir dönemde anlamlı olacağını düşündüm.

Atatürk’ün KLASİK BATI MÜZİĞİNE YAPTIĞI HİZMETLER

Cumhuriyet ilanından kısa bir zaman sonra Atatürk Makam-ı Hilafet Mızıkasını Ankara’ya naklettirmiş ve dolayısı ile Riyaset-i Cumhur yani bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının temeli atılmıştır. Bu olumlu gelişmeyi musiki muallim mektebinin kurulması izlemiş, 1926 yılında İstanbul’da darülelhan Konservatuara dönüştürülmüştür. Bilahare sanatçı ve öğretmen olarak yetiştirilmek üzere Paris, Berlin, Budapeşte ve Prag’a yetenekli öğrenciler gönderilmiştir.

Avrupa’ya genç Türkiye Cumhuriyetini kültürel ve sanatsal açıdan tanıtmak amacı ile 1926 yılında Karadeniz gemisi ile İtalya’dan Rusya’ya kadar 12 Avrupa ülkesinin 16 limanını kapsayan bir gezi düzenlenmiştir. Gemide Riyaset-i Cumhur Muzıka Heyeti, Kültür ve sanat adamları bulunuyordu.

Atatürk’ün 1927 yılında Ankara’da, değerli sanatçımız İdil Biret hanımefendinin de hocası olan Prof. Kempff’le, Türkiye’de oluşturulmak istenen müzik devrimi üzerine yaptığı görüşme kurumsallaşma adına çok önemli hususları ihtiva ediyordu.

1934 Yılı Atatürk’ün Müzik Devrimi konusuna özel önem verdiği bir yıldır. Bu dönemde Adnan Saygun’a yazdırdığı Özsoy operası bu hizmetlerinden biridir. Yine Saygun’un Pentatonizm üzerindeki araştırmaları ile ilgilenmiş, özünü halk müziğinden alan çok sesli bir müziğin Türk Müzik Devrimine öncülük etmesi için çok çalışmıştı. Çünkü Anadolu köylüsünün dinlediği müziğin türkü formatında olduğunu biliyordu Atatürk.

Aynı yıl Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü kurulmuş, bunu Devlet Müzik ve Tiyatro Akademisi yasası çıkarılması takip etmiştir. İki yıl sonra 1936 yılında Konservatuar kurulmuştur. Atatürk’ün Konservatuar'a ilgi ve desteği o kadar derindi ki, Hasan Ali Yücel ile birlikte zaman zaman okula gidip talebeler ile birlikte öğle yemeği yediğini biliyoruz.

Konservatuarın geliştirilmesi ve profesyonel müzik adamı yetiştirilmesi için yabancı uzmanlardan yararlanılmıştır. Bunlardan biri Alman besteci Paul Hindemith idi. 1938’e kadar konservatuarın kurulması çalışmalarına iştirak etmiştir. İkinci uzman Carl Ebert’dir. 1936 dan 1947 yılına kadar konservatuarın tiyatro ve opera bölümlerinin kurulmasına büyük emek vermiştir. Kuşkusuz bütün bunlar büyük Atatürk’ün yol göstermesi sonucunda gerçekleşmiştir.

Atatürk’ün bir diğer özelliğini de burada zikretmeden geçemeyeceğim. Yurt gezilerinde, müziğe kabiliyetli çocuklara özel ilgi gösteren Atatürk 1934 yılında Soma’da rastladığı küçük Mahmude ile yakinen ilgilenmiş, bilahare müzik öğretmeni olmasını sağlamıştır.

Kuşkusuz Atatürk’ün Sofya’daki görevi çok sesli batı müziğini tanınması için büyük bir fırsat olmuştur. Nitekim 15 yıl sonra Ankara’da modern bir opera binası yapılmasını planlara koydurtmuş olmasına rağmen bu gün Ankara hala modern bir opera binasından yoksundur. Ancak sergievi binası 1948 yılında İnönü’nün ilgisi ile operaya dönüştürülmüştür.

SONUÇ

Atatürk’ün başlattığı aydınlanma olgusuna bilimin ışığı yanı sıra sanatın estetik ve duyusal güzelliği de ciddi bir katkı sağlamıştır. Bunun sonucu olarak farklılıkları ortadan kaldıracak, hoşgörü dünyamızı zenginleştirecek ve dolayısıyla şiddeti asgariye indirecek bir iklimin yaratılması mümkün olacaktır.

Atatürk; batının bir çağa sığdırdığı Rönesans ve aydınlanmayı on yılda başarmıştır. Güzel sanatların gelişmesi ve halkın günlük yaşamında bir ölçüde yer alabilmesi Atatürk ve Atatürkçü kültür ve sanat politikasının muhteşem bir ürünüdür. Donmuş kalıplar içinde kalan insanlarımız bu sayede dinamik bir evreye girmişlerdir.

Atatürk batı uygarlığı konusunda; ulusalcı, gerçekçi bir yaklaşımla çağdaşlaşmayı hedef göstermişti. Kendisi hiçbir zaman batıcı olmamış ancak daima batılı bir insan olmuştur.

Cumhuriyetin aydınlanma döneminde müzik adamlarımızın yanısıra şair ve ressamlarımızın da Anadolu kültürünü yaşatmak için yaptıkları araştırma ve çalışmaları zikretmeden geçmek istemiyorum.

Bütün bu çalışmalardan sonra içinde bulunduğumuz durumun bizleri mutlu ettiğini söyleyemiyoruz. TRT’de izlediğimiz ve dinlediğimiz klasik müzik programları her geçen sene süre ve içerik olarak azalmıştır. Ayrıca “Ben Türkleri severim” diyen Pavorotti’nin müziğine gösterilen tepki üzücü ve düşündürücüdür.

Sanat ve onun önemli bir unsuru Müzik; görmeyi, bilinçlenmeyi, düşünmeyi, sorgulamayı ve onun sonucu eleştirmeyi dolayısıyla sağlıklı bir değerlendirme yapmayı öğretir insanlara.

Aytaç YALMAN