10 Ekim 2007 Çarşamba

İSMET İNÖNÜ VE MÜZİK

Anadolu halkının bağrından çıkmış, üstün meslekî ve kültürel vasıfları ile, daima aranan, fikirlerine ihtiyaç duyulan bir şahsiyet olarak Cumhuriyet tarihimizdeki müstesna yerini almış bir asker ve bir devlet adamının sanatsal yönünden bahsetmek istiyorum bugün sizlere.

Mükemmel bir asker olmanın ötesinde, Atatürk ilkelerinin en şiddetli savunucusu, Lozan’ın mimarı, aynı zamanda duygu ve gönül insanı olan İnönü’nün; müzik ile olan derin ilgisine ve onun sevgi dünyasının derinliklerine inerek 32. ölüm yıldönümünde, O’nu bir kez daha saygı ile anıyoruz.

“Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” diyen Büyük Atatürk gibi, İnönü de sanata çok önem vermiştir. Muharebe alanlarının kararlı ve disiplinli komutanı, sanatın duygusallığını da çok iyi yaşadı hayatı boyunca. Çünkü aydınlanmanın ve dolayısı ile gerçek anlamda hoşgörü sahibi ve demokrat olmanın iki önemli enstrümanından biri bilimin ışığı ise, diğeri de sanatın estetik güzelliği idi. Onun içindir ki; bütün yaşamı boyunca sanata ve sanatçıya destek vererek Türkiye’nin değerli sanatçılar ile aydınlanacağını biliyor ve inanıyordu.

İnönü’nün müzik ile ilgisini en güzel anlatan, belki de tek ve en önemli eser değerli dostum Sayın

Şefik Kahraman Kaptan’ın “İsmet İnönü ve Harika Çocuklar” isimli kitabıdır. Söz konusu kitaptan bir bölümü sizlerle paylaşmak istiyorum.

“Osmanlı ordusunun genç bir subayı olarak 1910-13 yılları arasında üç yıla yakın bir süre Yemen’de kalan İsmet İnönü, anılarında “Ben batı musikisi zevkine orada alıştım” diye anlatır.

Hükümetin Sana’ya bir demiryolu yaptırmak amacıyla keşif işlerini verdiği Fransız şirketi, Yemen’den ayrılırken eşyalarını satmıştı. Bunlar arasında yer alan bir gramofon ile çok sayıda taş plak Hudeyde komutanı tarafından satın alınarak ordu karargâhına gönderilmişti.

İşte İsmet Paşa batı müziğine “ilk adım”ı bu gramofon ve plaklar sayesinde atacaktı. Paşa, anılarında bu başlangıcı şöyle anlatır.

“Yemen’de müzik ihtiyacına karşı derin bir hasret içindeydik. Gramofon bize bulunmaz bir nimet gibi geldi. Akşam üzeri karargâhtan yattığımız eve geldiğimiz vakit hep beraber gramofon başına koşardık. Plakları tecrübe ederdik. Senfoni, arkasından opera parçası, serenat… İşitmediğimiz, bilmediğimiz parçaların gürültüsüne dayanamayarak, makineyi bırakırdık!”

Ama bu sadece 24 saatlik bir ayrılık oluyordu:

“Ertesi akşam aynı tecrübe. Bu zorla ağır plakları dinlemeye tahammül çok uzun günler sürmüştür. Yavaş, yavaş alışkanlık hasıl oldu. Benim hayatıma batı musikisi terbiyesi böylece Yemen’de girmiştir. İçimizde en istidatlısı Saffet Arıkan’dı. Bizden çok evvel anlamaya başlar görününce “Erzincan’da öğrenmiştir!”diye yapmadığımız şaka kalmazdı.”

Erdal İnönü de anılarında, babasının kendilerine Yemen öyküsünü anlattıktan sonra “Batı müziğini bizim insanlarımızın ancak çok dinleyerek sevebileceklerini öğrendim.” dediğini nakleder.

İnönü Yemen’den İstanbul’a döndükten kısa bir süre sonra, çıktığı Avrupa seyahatinde Berlin’de bir operaya gider (Wagner’in bir operasıdır). İlk kez gördüğü operadaki duygularını açık kalplilikle ifade etmekten çekinmez. Çünkü yorulmuş ve operanın bitmesini beklemiştir. Ancak bu ilk denemeden sonra İnönü operaya derin bir ilgi duymuştur. Çünkü hayatının bir çok döneminde özellikle opera müziğini çok sevdiğini biliyoruz.

1916 yılında İstanbul’da Mevhibe Hanım ile evlenmesini müteakip Diyarbakır’a gitmeden önce bir piyano armağan eder genç eşine.

Diyarbakır ve Halep’ten 1916 yılında eşi ile olan mektuplaşmalarındaki sevgi dolu satırları sizlerle paylaşarak mesleğinde hesap ve denge adamı olan İnönü’nün duygu dünyasındaki derinliği, coşkuyu ve estetik güzelliği anlamaya çalıştım.

Aslında İstanbul’da yirmi bir gün beraber olduğu eşine olan sevgi ve özlemini O’na armağan ettiği piyanoda arayan ince ruhlu bu özel askerin 28 Nisan 1916 yılında yazdığı mektuptan bir bölüme beraber okuyalım. “Piyano dersi hesapça iki oluyor. Kim bilir ne güzel çalıyorsun fildişi üzerinde ince parmakların benim kalbime sana karşı olan incizap (cezbedilme) ve meftuniyetine (tutkunluk, aşıklık,gönül vermişlik ) teganni (şarkı söylemek) ediyormu yoksa iftirak (perişan olmak,ayrılmak,hicran) elemin feryadınımı istiyorsun. İkisi de var Mevhibe inan.”

Yine Diyarbakır’dan 9 Mayıs 1916 günü yazdığı mektupta “Piyano da terakki (ilerleme,artma,çoğalma,bilgi ve medeniyetçe yükseliş) ettin mi? Geçen on beş günü nasıl geçirdin?”

4 Temmuz 1916 tarihli mektubunda sevgi ve özlemin yanı sıra sanata bakışını da görüyoruz.

“Piyanoda terakki ettiğini gördükçe ne kadar seviniyorum. Buluştuğumuz zamanların ne kadar tatlı geçeceğini tahayyül ettikçe çok seviniyorum. Benim söyleyemediklerimi ve anlatamadıklarımı sen parmaklarında tasvir edeceksin. Bundan büyük saadet mi olur.”

Yalnız piyanoyu alaturkaya çevirdiniz Mevhibeciğim. Halbuki ben notaya bakılarak her türlü alafranga havanın çalınabilmesini, alafranga havalara alıştıktan sonra musikinin yalnız orada bulunduğunu sen de anlayacaksın ruhum. Yazdıklarında alaturka ve alafrangayı beraber ilerletmek istediğini anlıyorsam da herhalde notadan her havayı çalabilmek işine ehemmiyet verdiğini görüyorum. Bunu tercih etmenizi rica ederim. Yani mualliminiz nota ile her şeyi çalabiliyor mu? Alafranga musikiye aşina mıdır? Lütfen emek çektiğine ve zahmet ettiğine göre tam olsun iki gözüm.

Ekim 1916 tarihli mektubunda da aynı saf ve temiz duyguları bir sanatçı duyarlılığı ile yazmış değerli eşine “Piyano nağmelerinde benim kalbimden hiçbir şey işitmiyor musun? Piyanonun seslerinde benim kalbimin figanından nağmeler bulacaksın Mevhibem.”

Bu coşku dolu sevgi, kuşkusuz karşılıksız kalmamıştır. Mevhibe Hanım mektuplarında üstün ahlakî özellikler taşıyan, çekingen ancak sevgi ve saygı dolu bir Türk kadınının eşine olan özlemini, özenle seçilmiş satırlarda dile getirmişti.

27 Mart 1916 tarihli mektubunda “Bana piyano aldığınız için size son derece müteşekkirim.” deme zerafetini gösterebiliyordu. Piyanonun kalbine tercüman olduğunu ifade ediyordu. Mevhibe Hanım eşine olan özlemini “Ruhumun sebebi saadeti İsmetim. Piyanoda bu derste Çerni’den parça çaldım, inşallah, yakın zamanda muzafferen (Başarı ile) gelirsin de beraber çalarız.”

Her cümlesinde temiz ve saf duyguların, çekingen ancak coşkulu bir sevginin güzelliğini gördüğümüz bu mektuplarda, kuşkusuz dikkatimizi çeken en önemli hususun, eşinden piyanoda özellikle alafranga tarzda çalışmalarını sürdürmesini istemesidir.

Çünkü; İnönü batı tarzındaki müziğin evrensel olduğunu ancak evrensel değerlere sahip bir Türkiye’nin Bölge ve Dünya ölçeğinde bir anlam kazanabileceğini biliyordu

Yine İnönü; sanatın toplumsal ve hatta siyasal hayat içinde ne kadar önemli olduğunu, çok küçük rütbelerde anlamıştı. Bu gün bazı ülkeler, o ülkenin yetiştirdiği ünlü besteciler ile birlikte anılıyor.

Bu arada 1923 yılında kurulan halk evlerini kültür ve sanat hayatımızın gelişmesine yaptığı katkıyı özellikle belirtmemiz gerekir. Çünkü bu evler önemli müzik adamları yetiştirmiştir.

Montesguieu’nun “Bir ulusun musikideki durumuna önem verilmezse, o ulusu ilerletmeye olanak yoktur” sözünü gerilerde bırakacak köklü atılımlar tasarımlayan Atatürk,1925’te “Musikisiz hayat zaten olmaz. Yalnız musikinin türü irdelenmek gerekir” diyerek uygulamaya koyacağı müzik devriminin ilk mesajlarını vermeye başlamıştı.

Atatürk, müzik devriminin düşündüğü biçimde gerçekleşmesi için, üç önemli unsura gereksinim olduğunu biliyordu: Birincisi, kararlı, canlı, sürekliliği olan bir kültür ve sanat politikası; ikincisi, bu alandaki çalışmaların serpilmesi için gereken süreç; üçüncüsü ise çoksesli müziğin yaratıcı ürünlerini verecek sanatçı kadroların yetiştirilmesiydi. Çözüm yolu,güzel sanatların çeşitli dallarında öğrenim görecek genç yetenekleri Avrupa’ya yollamaktı.

“Ulusal ruhumuzda her zaman var olduğu açıkça görülen sanat inceliği büyük eserler ortaya koyacak kuvvette canlandırılmalıdır” diyordu Atatürk.

Bu yaklaşımın somut ve ilginç örneklerinden birini, Emil Ludwig adlı bir Alman gazeteciyle yaptığı röportaj sırasında ortaya koymuş, gazeteciye şu soruyu sormuştur:

“Batı müziği bugünkü haline gelinceye kadar kaç yüzyıl geçti?”

“Yaklaşık dört yüz yıl”

“Bizim bu kadar beklemeye zamanımız yok”.

Aslında Cumhuriyetin ilk yıllarında, Cumhuriyeti kuran kadronun sanata ve müziğe bakışı tam bir paralellik içindeydi. Hasan Ali Yücel’in 3 Temmuz 1941’de Ankara Devlet Konservatuarı’nın ilk mezunlarının diploma törenindeki konuşması, günümüzde yaşadığımız ve ibretle izlediğimiz olaylara ışık tutacak nitelikte bir konuşmadır. İsterseniz birlikte okuyalım.

“Gözden uzak tutulmamasını özellikle vurgulamak isterim ki insanlığın en müthiş savaşlarından birini yaptığı devirde ve harp yangının dumanları göklerimize vurduğu böyle bir zamanda, tiyatro temsilleriyle, operayla ilgilenmemiz, bu güzel sanatlar davasına nasıl ciddi bir anlam verdiğimizin tarihe geçecek kadar kuvvetli bir kanıtı olarak algılanmalıdır.

Biz tiyatro ve opera türü temsil sanatını, bir uygarlık sorunu halinde alıyoruz. Onun içindir ki aziz ülkemizin her durumda savunması için her türlü özveriyi yapmakla uğraştığımız şu sıralarda sanatın bu dallardaki gelişimine de eğiliyor ve onu durdurmak değil, tam aksi, yürüyüşüne hız vererek devam ediyoruz. Bir gün bizim gibi tüm insanlığın kavrayacağına inanmış bulunduğumuz Türk Hümanizması’nın yepyeni bir evresi devlet konservatuvarının bağrından doğmaktadır.

Yazar bizden olmayabilir, besteci başka ulustan olabilir. Fakat o sözleri ve sesleri anlayan ve canlandıran biziz. Onun için Devlet Konsevatuvarı’nın temsil ettiği piyesler, oynadığı operalar bizimdir, Türktür ve Ulusaldır. Bizden olacak yazar ve besteci de ancak bu yolla yetişecektir.

Öğrenmeye karşı o kadar istekli bir insandı ki İnönü, 53 yaşında İngilizce öğrenmeye başlamıştı. İleri görüşlü bu devlet adamımız, her iki oğluna “en az iki dil bilmek gerektiğini, İngilizce bilmeden Atlantik aşılamaz, Süveyş geçilemez” derdi.

Siyasetteki bu öngörüsünü ve öğrenme merakını duygu dünyasında da görüyoruz. Çünkü 50 yaşından sonra viyolonsel çalmayı denemesi herkes tarafından bilinir.

İnönü de, tıpkı Atatürk gibi Meclisi açış konuşmalarında ve yurt gezilerinde sanata verilen önemi mutlaka vurguluyordu. 1 Kasım 1940’ta Meclisi açış konuşmasında eğitim ve kültür konularına genişçe yer veriyor ve şöyle diyordu:

“Musiki ve tiyatro sanatında Türk çocuklarının yaratma kabiliyetlerini, iyi bir inkişaf yolunda görerek memnun olmaktayız. Devlet Konservatuvarı, kabul buyurduğunuz kanunla daha verimli bir tekamüle doğru yürüyebilecektir.”

1941’de Madam Butterfly temsilini izledikten sonra aralarında Cüneyt Gökçer ve Aydın Gün’ün de bulunduğu sanatçılara söylediklerini Aydın Gün daha dün gibi hatırlıyor:

“Büyük devlet adamı ikinci Cumhurbaşkanımız Sayın İnönü’nün 1941 yılında Madam Butterfly Operasını oynadıktan sonra bizlere hitaben yaptığı konuşma aynen şöyleydi:

“Görüyorum ki çok çalışmışsınız, muvaffak oldunuz. Hepinizi tebrik ederim. Sizden bu muvaffakiyetten daha büyüklerini bekliyorum. Biz sabırlıyız. Sizin de sabır ve aşkla çalışmanızı istiyoruz. Bu büyük sanata bir inkılap hamlesi içinde başlamış bulunuyoruz. Bu sanat sanatların en yükseğidir. Bu sanatı ileri götürecek sizlersiniz. Israrla, bıkmadan inkılap ve sanat aşkıyla çalışacaksınız. Ümidimiz sizlerdedir. Tekrar tebrik ediyorum.”

Çok sesli evrensel müzik zaman içinde İsmet Paşa’ da tam bir tutku haline gelmişti. Kendi ifadesine göre klasik müzikte dinlemenin çok özel bir yeri vardır. Konsere gelmeden önce programları tetkik eder, konsere hazırlanarak gelirdi. (Hatırlanacağı üzere Cumhuriyet gazetesinde yazdığım klasik müziği dinleme ile ilgili bir makalede de bu konuya yer vermiştim.)

İnönü, Türk bestecilerin çalışmalarına da büyük önem veriyordu. Özellikle Ulvi Cemal Erkin’in birinci senfonisini büyük bir beğeniyle dinlemiş, takdirlerini ifade etmişti.

Sayın İnönü’nün Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO)’ya bir bina kazandırılması ile ilgili çok özel gayret ve teşvikleri olmuştur.Kuşkusuz değerli Mükerrem Berk’i de hizmetlerinden dolayı saygıyla anıyoruz.

CSO’nun her yıl 10 Kasım haftasında Atatürk’ü anma konseri düzenlemesi artık bir gelenekti. İsmet İNÖNÜ’nün vefatından sonra her yıl Aralık ayında İnönü’yü anma konserleri de düzenlenmeye başladı. Orkestra varlığını borçlu olduğu iki büyük insana şükran borcunu böylece ödüyordu.

Atatürk’ü anma konserlerinden biri için Mükerrem Berk, İsmet Paşa’nın da görüşlerini ifade etmesini istemişti. İnönü’nün “Atatürk ve Müzik” üzerine düşünceleri adeta kendisinin de müzikçilere vasiyeti gibiydi.

Atatürk’ün ayrıldığının yıldönümünde O’nun güzel sanatlara düşkünlüğünü musiki alanında gerçek değeri ile canlandırmak isterim.

Büyük Atatürk doğuştan müzik ile ilgiliydi. O’nun toplum hayatında enerji verici insanların asil zevklerini besleyici tesirini bilirdi

Kendisi güzel sesi ile misaller vermesini sever ve herkesin müzikten teselli ve hayat aramasını teşvik ederdi.

Batı tekniği üzerinde müzik istidadımızı millet olarak geliştirmemiz lüzumuna inanmıştı.

Cumhurbaşkanlığı Orkestrası Atatürk’ün eline geçtiği zaman, çok eskiden kurulmuş olduğu halde uluslararası sanat ve ilim çapında bir varlık olmamıştı. Batı müziğinin memlekette başka bir yuvası da yoktu.

Her manası ile bu alanda ilk önce orkestramızı değerli bir hale getirmek ve temel ölçüde batı tekniğini milli müzik hayatımıza sokmak için konservatuar açılması, batıdan muktedir hocalar getirilmesi ve içinde yetişen genç sanatkârların korunması ve teşvik edilmesi bakımından milletimize gerçek bir örnek ve öğretmen olmuştu.

Batı müzik tekniğinin, milletin bütün hayatında öğretici ve insanları mesleklerinde ve her alanda yaratıcı bir kuvvet olarak yetiştirme tesirinde, Atatürk’ün anlayışına iyice uymuş bir insan olarak, müzikte çalışan sanatkarlarımıza milli eğitimde büyük ödevler düşmekte olduğunu daima hatırlatmak istedim.

Şimdiye kadar alınan neticeler çok ümit vericidir. Ancak bilinmeli ki, garp tekniğindeki müziği tanıtmak, onun zevkini tattırmak ve bu teknik üzerinde Türk Milletinin milli çizgilerini bulup yerleştirmek, yeni müzik sanatkârlarımızın ödevleridir. Onların başarısına yardımcı olmak hepimiz için borçtur.

Müzik eğitimi çok dinletmek ve sebat etmekle gelişebilir. Bu gereği hiç unutmamak ve hiçbir karşı koymadan yılmamak lazımdır.

Atatürk’ün yıldönümünde bu düşünceleri söylemek fırsatını bana verdiğiniz için size teşekkür ederim.

Klasik müziğin yaygınlaşması konusundaki gayretleri anlatmakla bitmez. Bugün Anadolu’ya yayılan bölge senfoni orkestralarının ve gerçekleştirdikleri turnelerin dahi değerli insan İnönü’nün teşvikleri ile başladığını biliyoruz.

İsmet İNÖNÜ, kızı Özden TOKER’in de piyano çalmasını çok istemiş, özel olarak bu husus ile ilgilenmiştir.

Hayatının sonuna kadar çok mükemmel bir dinleyici olmaya çalışan İnönü, eserleri büyük bir titizlikle takip eder, yorumlar ve büyük bir zevk ile dinlerdi. Çünkü klasik müziği bir yaşam biçimi olarak görmüştü hayatı boyunca.

İnönü ve müzik konusunda kısa bir hatırlatma amacını taşıyan bu makaleyi tamamlamadan önce kuşkusuz Harika Çocuklar Yasasından bahsetmemek mümkün değildir.

1945 yılında Mithat Fenmen ve Orhan Borar Resitalinden sonra sahneye çıkarılan gurur kaynağımız İdil BİRET henüz o tarihlerde 3-4 yaşlarında idi. Bach ve Beethoven’dan birer parça çalmıştı. O gün İsmet Paşa’nın elini öpen İdil Biret’in kader çizgisi de belirlenmişti. Diğer gurur kaynağımız Suna KAN’ da konservatuarda bir konserde tanımıştı İnönü’yü. O da henüz 6,5 yaşında idi. Bu genç istidatlarımızın yetiştirilmesi için 1948’de Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün istemi üzerine hazırlanıp çıkarılan yasa, “İdil BİRET ve Suna KAN’ın yabancı memleketlere müzik tahsiline gönderilmesine dair Kanun” adını taşıyordu. Yani “ada çıkarılmış” özel bir yasaydı.

Daha sonra 1956’da İdil BİRET ve Suna KAN’ın bütün hakları saklı tutularak, “Güzel sanatlarda fevkalade istidat gösteren çocukların Devlet tarafından yetiştirilmesi hakkında kanun” çıkarıldı.(8 sanatçımız istifade etmiştir). Ancak 1968’den sonra yasanın uygulanmasında komisyon kurulamaması gerekçesiyle işlemez hale gelmesi de düşündürücüdür.

Daha sonra 1976 yılında Bakanlar Kurulu’nun onayı ile yürürlüğe giren “özel statü” yü kurumsallaştıran yönetmelik ile bir çok sanatçının üst düzey eğitim almasına olanak sağlandı. Bugün bu yönetmelik çerçevesinde yetiştirilen 5 sanatçımız bulunuyor.

Sanatsever bir devlet adamının teşvik ve himayesinde gelişen sahne sanatlarında bugün dünya çapında sanatçılarımızla gururlanıyoruz.

Kalkınmanın yalnız maddesel değerler ile izah ve ifade edilemeyeceği gerçeğinden hareketle, cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi güzel sanatlara değer veren devlet yetkilileri ve sivil toplum kuruluşlarının himayelerinde sanatın ve sanatçının layık olduğu yerde bulunması en halisane temennimdir.

Çok az da olsa İnönü’nün sanat yönünü konu ettiğim bu makaleyi Koral CALGAN’ın 3 ocak 1985 günü Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı makalesinden bir bölümü sizinle paylaşarak bitirmek istiyorum.

Polonyalı ünlü piyanist ve besteci paderewski politikaya atıldığı zaman Cumhurbaşkanlığı gibi yüce bir makama kadar yükselmiş ve şöyle demiş.

“Piyano çalmak, devlet yönetmekten daha zordur. Çünkü fil dişi tuşları heyecana getirmek, insanları heyecanlandırmaktan daha zordur.

Aytaç YALMAN