6 Aralık 2007 Perşembe

Org. Aytaç Yalman Anlatıyor

Org. Aytaç Yalman, 1 Eylül 1998 tarihinde 2. Ordu Komutanlığı görevini devraldı. Devir-teslim töreninin üzerinden birkaç gün geçmişti ki, Ankara’dan bir telefon aldı.

Aynı tarihte Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilen Org. Atilla Ateş, 2. Ordu’ya ziyarete geliyordu. Aytaç Paşa’nın beklediği bir ziyaret değildi.

Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Ateş, Malatya’da 2. Ordu karargahına gelir gelmez Aytaç Paşa’ya :

- ‘Suriye sınırına yakın bir yere gitmek istiyorum, mümkün ise halkın da bulunması iyi olur.’ dedi.

Aytaç Paşa, Atilla Paşa’nın konuşmasından ve isteğinden bir olağanüstülük olduğunu sezdi hemen hazırlıklara girişti. Hemen Hatay Valisi’ni aradı. Vali, daha sonra OHAL Bölge Valisi ve Emniyet Genel Müdürlüğü görevlerine getirilecek olan Gökhan Aydıner’di. Kara Kuvvetleri komutanı’yla beraber Reyhanlı’ya geleceklerini, komutanın halka hitap etmek istediğini, ona göre hazırlık yapılmasını rica etti.

Aytaç Paşa, Atilla Paşa’nın konuşma yapacağını biliyordu ama ne konuşacağını bilmiyordu.

16 Eylül 1998 günü Atilla Paşa, Aytaç Paşa ve Vali Aydıner Reyhanlı’ya gittiler. Halk hazırdı. Atilla Paşa, Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve Kenya’da Türk görevlilere teslim edilmesiyle sonuçlanacak sürecin başlangıcı sayılan o ünlü konuşmasını yaptı.

Atilla Paşa, Reyhanlı halkına konuşuyordu ama Suriye devlet Başkanı Hafız Esat’ta “sen dinle” diyordu :

Suriye gibi komşular Türkiye’nin iyi niyetini yanlış tefsir ediyorlar. Apo denilen eşkiyayı destekleyerek, Türkiye’yi terör belasına bulaştırdılar. Türkiye iyi ilişkiler konusunda gerekli çabayı gösterdi.Ancak sabrımız tükenmek üzeredir. Her türlü fesatlık Suriye’den çıkmaktadır. Türkiye 65 milyonluk bir ülkedir. Kendi topraklarını koruyacak, bu fesatlıklara karşılık verecek güçtedir. Türkiye beklediği karşılığı alamazsa Türk milleti olarak her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır.”

Atilla Paşa’nın bu sözleri Suriye’ye karşı açık bir savaş tehdidiydi.

Dönüş yolunda iki komutan konuştular. Atilla Paşa, Aytaç Paşa’ya Ankara’da alınan kararı aktardı. Milli Güvenlik Kurulu’nun Temmuz 1998 toplantısında Suriye’ye karşı savaş dahil her türlü yaptırım uygulanması kararlaştırılmıştı. Suriye, “Öcalan’ı teslim etmezsen savaş açacağız” mesajının verilmesi kabul edilmişti.

Bu kararın alındığı Milli Güvenlik Kurulu toplantısına Kara Kuvvetleri Komutanı olarak katılan Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu, 1 Eylül 1998’de Genelkurmay Başkanlığına atanmış ve Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Atilla Ateş Paşa’ya ilk emri bu olmuştu.

Atilla Paşa’nın savaş tehdidi içeren bu konuşmasından sonra Ankara, Şam’dan gelecek yanıtı beklemeye başladı.

1 Ekim 1998 günü Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, TBMM’nın açılış konuşmasında, Atilla Ateş Paşa’nın söylemini daha sert ve kararlı ifadelerle tekrarladı. Şam işin ciddiyetini anlamalıydı.

Atilla Ateş paşa arkasından Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in konuşmaları dünyanın gözünü Ankara’ya çevirdi. ABD Başkanı Clinton Demirel’i arayarak işin ciddiyetini sordu. Aldığı yanıt, Ankara’nın gerekirse Suriye’ye girmek üzere hazırlık yaptığı yönündeydi.

Suriye’ye Aytaç Paşa girecekti

Aytaç Paşa, kara Kuvvetleri komutanı Org. Atilla Ateş’i Ankara’ya uğurladıktan sonra hemen işe koyuldu. 2. Ordu’yu alınan bu karar göre konuşlandırması gerekiyordu. Kısa süre içinde 2. Ordu’dan yeterli sayı ve donanımda birlikler Suriye sınırına kaydırılacaktı. Aytaç Paşa hızla hazırlıklara koyuldu. Önce keşif uçuşlarının yapılması gerekiyordu. Ardından zırhlı birliklerin sevkiyatı başlayacaktı. Yığınak planı yapıldı. Aytaç Paşa üzerindeki stres çok fazlaydı. O kadar ki,O günlerle sayılı bir sürede Suriye’ye girecek biçimde 2. Ordu’yu yapılandırması gerekiyordu. O sırada zona olmasına rağmen hastalığa aldırmadan sevkiyatı sürdürdü ve kısa süre içinde 2. Ordu, Suriye sınırına dayandı.

Aytaç Paşa’ya sordum :

  • Şam, Ankara’nın tehdidine aldırmazsa ne olacaktı ?

  • Ne olacak ! Suriye’ye girecektik. Planlar hazırdı. Şam’a kadar gidecektik.(bu cümle silindi)

  • Suriye sınırda karşı önlem almamış mıydı ?

  • Bizi durduramazdı. Buna gücü yetmezdi. Birliklerinin çoğu İsrail sınırındaydı. Savaşacak ciddi bir gücü yoktu. Olanların da savaş kabiliyeti yoktu. Sovyetler dağılmış, Rusya yardım edemiyordu. Suriye yedek parça sıkıntısı çekiyordu. Uçakları uçamıyor, tankları yürümüyordu. Biz de kararlıydık. Ben zaten bölgeyi çok iyi biliyordum. Sınırda tugay komutanlığı yapmıştım. Sonra ADANA’da 6. Kolordu Komutanlığım sırasında bölge yine benim sorumluluğumdaydı. Ardından 2. Ordu Komutanlığı’na getirilmiştim. Yani yıllardır bu bölgede görev yapıyorum. Coğrafyayı çok iyi tanıyorum.

  • Peki Suriye’ye siz mi girecektiniz ?

  • Emir verilirse, tabii. Ordunun başındaki komutan olarak ben girecektim. Ama gerek kalmadı . Suriye ne yaptı ? Karşı çıkamadı. Ordusunun zayıflığını kendisi de biliyordu. Apo’yu çıkarmak zorunda kaldı.

Silahlı kuvvetler savaşmadan da caydırıcı gücü ile görev yapar. Aslında en iyi olanı da budur. İşte ordumuz caydırma görevini başarı ile yerine getirdi.

Aytaç Paşa Suriye’ye girmek üzere sınırda beklerken, haber, önce Ankara’ya sonra Şam’a giden Mısır devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’ten geldi. Mübarek, Cumhurbaşkanı Demirel’i aramış ve Hafız Esat’ın Abdullah Öcalan’ı Suriye’den çıkaracağını bildirmişti.

Abdullah Öcalan, Suriye’den çıkarıldı ve 15.2.1999 günü Kenya’nın başkenti Nairobi’de Türk görevlilere teslim edilmesiyle sonuçlanan, yolculuğuna başladı.

Aytaç Paşa ise 200 yılında Jandarma Genel Komutanı, 2002 yılında da Kara Kuvvetleri Komutanı oldu. 2004 yılında bu görevini Org. Yaşar Büyükanıt’a devrederek, emekliye ayrıldı.

Org. Aytaç Yalman’ın analizi

Aytaç Paşa, tugay,kolordu ordu komutanı, Jandarma Genel komutanı ve K.K.K. olarak PKK ile mücadelenin askeri yönünün her şamasında görev yaptı. Ancak, bu mücadelenin sadece askeri boyutuyla değil diplomatik boyutuyla ilgili görevlerde de bulundu. Suriye ile ilişkilerde “Adana Mutabakatı”nın müzakereleri ve bağıtlanmasında etkili bir isimdi. Jandarma Genel Komutanlığı sırasında da Suriye ile hem askeri hem diplomatik ilişkilerde önemli bir işlev gördü. Bu yönleriyle Aytaç Paşa’nın sorunun siyasal,sosyal ve kültürel boyutlarıyla ilgili analizi de önem taşıyor.

Aytaç Paşa’ya, bu kitap çalışması nedeniyle 3 Ağustos 2007 günü Bodrum-Turgutreis’te yaptığımız sohbet sırasında bu konudaki görüşlerini de sordum.

Aytaç Paşa, sorunun üç dönemi olduğunu belirterek şu analizi yaptı :

PKK boyutuna girmeden önce olayı üç döneme ayırmak mümkün :

1 – Sosyal sorun dönemi

2 – Askeri dönem,

3 – Siyasallaşma dönemi.

Sorunun sosyal boyutu eskidir. Aslında Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Bu yapılabilseydi sorun belki sosyal aşamadayken çözülebilirdi. Ancak, maalesef bunun yapılamadığını görüyoruz. Henüz terör boyutuna gelmeden sosyal aşamada çözülebilseydi bugün bu sorunları yaşamazdık.

Sorunun sosyal boyutu nedir ?

Bu açıdan baktığımızda, sorunun ‘kendini ifade etmek‘ olarak tarif edildiğini görüyoruz. Dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek kültürünü yaşamak Oysa, bizler o dönemde, ‘Kürt yoktur’ diye eğitilmiştik. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyorduk. Dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmişti gibi tarifler dolaşıyordu. O dönemde sosyal istekleri iyi tahlil edemedik. Olayları adli vaka boyutundan çıkarıp ciddi bir sosyolojik analiz yapmamız mümkün olamadı.

1 – Daha açık bir ifade ile biz olayın sosyal yönünü görememişiz, bu nedenle sorunu zamanında çözememişiz,

2 – Dolayısıyla sağlıklı bir entegrasyon gerçekleştirememişiz.

Bunlar önemli tespitler.

Şu yönüyle önemli :

Cumhuriyet dönemindeki isyanlardan sonra 1938’den 1970’lere kadar ciddi bir terör olayına rastlamıyoruz. Tabii bu dönemde de siyasi alanda bazı illegal Kürt partisi kurma girişimleri var. Ama görünürde ciddi bir eylem yok.

1970’lerden itibaren Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO)’ nı görüyoruz. Henüz PKK gibi bir terör örgütü yok. PKK öncesinde bu tür dernekler,örgütler ve gizli partiler faaliyetlerini sürdürdüler. Bir şekilde sosyal-siyasal alana çıkmak, o alanda yer tutmak istediler. Belki sorun bu boyuttayken bazı sosyal önemleler alınabilmiş olsaydı, sorun bugnük boyutuna gelmeyebilirdi.

Askeri dönem dediğim dönem ise 1978 yılında Fis Köyün’de PKK’nın kurulmasıyla başlayan dönemdir. Bu tarih terör döneminin başlangıcı olarak alınabilir. Ancak o tarihlerdeki sorumlular bu olayıları yeterince değerlendirememişlerdir. PKK 1978’de kuruldu başlangıçta taban oluşturmakta çok zorlandı İlk ciddi terör eylemini 1984’de yapabildi, Eruh-Şemdinli baskınıyla. 1978’dan sonra Abdullah Öcalan Suriye’ye geçti. Bekaa’da kamp kurdu.PKK 1982-1984 yılları arasında Kuzey Irak’ta teşkilatlanmasını tamamladı. Olayın ciddiyeti 1984 Eruh-Şemdinli baskınıyla ortaya çıkmış oldu. PKK terörünün başlangıcı olarak bu tarih alınabilir. Bu baskınlardan sonra askeri dönem,yani güvenlik güçlerinin silahlı mücadelesi başladı ve uzun bir zaman devam etti. Hâlâ da devam ediyor.”

Kırılma noktaları

Aytaç Paşa PKK’nın terör ve siyasallaşma sürecinde önemli kırılma noktaları olduğunu vurguladı. Olayın bu kırılma noktalarının yaşandığı ulusal,bölgesel ve uluslar arası konjonktürün koşulları dikkate alınarak analiz edilmesi gerektiği üzerinde durdu.

Aytaç Paşa’ya göre kırılma noktaları şunlardı :

1 - 15 Ağustos 1984’te PKK’nın Eruh ve Şemdinli baskını,

2 – 1989’da Berlin duvarının yıkılması,

3 – 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılması, (NATO Stratejilerindeki değişikliğin Türkiye tarafından algılanamamış olması, bölge politikalarının sağlıklı bir şekilde düzenlenmesine engel olmuştur.)

4 – 1991 Körfez Savaşı, (Çekiç Güç harekatı dahil)

5 – 1994 Terörün baskı altına alınma döneminin başlaması (üstünlüğün ele geçirilmesi),

6 – 1996 Ankara Süreci (Kuzey Irak’ta tam denetimin sağlandığı yıllar)

7 – 1998 Washington Mutabakatı (Bölgedeki Kürt liderlerin Amerika’ya daveti ve Amerika’nın bölgedeki etkinliğinin başlaması)

8 - 1999’da Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesi

9 - 1 Mart tezkeresi, (ABD’nin Kuzeyden cephe açma talebiyle ilgili tezkere bu tarihte TBMM tarafından reddedildi)

10 - Nihayet Mart 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal etmesi

Aytaç Paşa, Türkiye’nin bu kırılma noktalarında başlayan süreçli zamanında doğru okumalı ve ekonomik,sosyal,siyasal, askeri tedbirleri yine zamanında almalıydı. Aytaç paşa özellikle siyasi alanda Türkiye’nin yapması gerekenleri zamanında yapamadığı düşüncesinde. Böyle olduğu için de sorunun daha da büyüdüğünü ve alınan önlemlerin de arzu edilen sonuçları tam vermediğine işaret ediyor. Söz konusu süreçlerin başlangıcında gerekli önlemlerin zamanında alınmaması nedeniyle de sorunun başka bir boyuta taşındığını vurguluyor. PKK’nın siyasallaşma aşamasına (2003 yılından itibaren) bu kırılma noktalarında başlayan süreçlerle ulaşabildiğine dikkat çekiyor. Bugün gelinen nokta; sorun ulusal boyuttan uluslar arası boyuta taşınmıştır. Ayrıca sorun askeri olmanın ötesinde siyasi bir sorun haline gelmiş bulunmaktadır.

Aytaç Paşa’dan Öcalan’ın teslimine farklı bakış

Ekim-1998’de Şam, Türkiye direnseydi Suriye’ye girecek komutan olan Aytaç Yalman Paşa, Abdullah Öcalan’ın Kenya’da Türk görevlilere teslim edilmesi olayına farklı bakıyor. Bu konudaki soruma şu yanıtı verdi :

Bence, ABD Irak’a müdahaleye çok önceden karar vermişti. Öcalan’ı paket yapıp teslim etmesi bununla ilgilidir. ABD, Irak’a müdahale ederken Kürtlere dayanmak istiyordu. Bu işi Barzani ve Talabani’nin desteğiyle yapmayı planlıyordu. Abdullah Öcalan ise Barzani ve Talabani’ye alternatifti. Bana göre ABD, Barzani’yi, Talabani’yi güçlendirmek, onların siyasi ve askeri alanda manevra alanını genişletmek için Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti. Barzani ve Talabani için hem Öcalan’ı alternatif olmaktan çıkardı hem de Türkiye’yi memnun etmiş oldu. Ama PKK’yı da tümüyle sıfırlamadı. Bugün ABD’nin Barzani’den ve Talabani’den aldığı destek ve onlara verdiği destek, koruma ve sağladığı olanaklar, benim bu düşüncemin doğru çıktığını gösteriyor. Ben bu nedenle de Öcalan’ın 1999’de teslim edilmesini bir kırılma noktası olarak saydım.”

Öcalan’ın teslimi neden kırılma noktası ?

Aytaç Paşa, Öcalan’ın teslim edilmesini neden kırılma noktası olarak görüyor ? ABD, Barzani ve Talabani’nin “rakibi” olarak gördüğü Öcalan’ı alternatif olmaktan çıkarmak yoluyla neyi hedefliyor ?

Aytaç Paşa’ya bu soruları yöneltince 2005 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir makalesine atıf yaptı.

Aytaç Paşa’nın yaklaşımını görebilmek için konu ettiği “1999 yılı dönüm noktası” başlıklı makalesini buraya almakta fayda var :

1998 yılında Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması için uygulanan politik baskı sonuç vermiş ve Abdullah Öcalan Suriye’yi terk etmek mecburiyetinde kalmıştır.(O tarihten sonra başlayan Adana mutabakatı ve Suriye ile güvenlik ilişkileri ayrı bir konu için burada temas etmek istemiyorum.)

1999 tarihi terörle mücadele tarihimizin bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü bugün gerek yurt içinde gerekse yurt dışında (özellikle Kuzey Irak’ta) yaşanan olaylar ve son bir yıl içinde tırmanan terörün nedenleri ve siyasi ilişkilerin belirlendiği yıl 1999 yılıdır. Bilindiği gibi Abdullah Öcalan bu tarihte Amerikalıların yardımıyla yakalanmıştır. Bu olay terörün bir süre baskı altına alınmasına yardımcı olmuştur. Ancak bugün ortaya çıkardığı sonuçlar itibariyle üzerinde düşünülmesi gereken bir olayın da başlangıcı olmuştur. 1920 yılında Sevr barış konferansında, Kürdistan meselesini uluslar arası bir konferansta ortaya atarak siyasallaştırmak isteyenler, 79 sene sonra kendilerince şartların uygun olduğunu değerlendirerek, dış güçlerin destek ve himayesinde tekrar sorunu uluslar arası bir mesele haline getirmeyi başarmışlar ve siyasallaştırmışlardır. Kuşkusuz, 1920’de bu mesele nasıl çözüldü ise bugün de öyle çözülecek, teslimiyetçi politikalar terk edilerek işbirlikçiler de tavsiye edilecektir.

Öcalan’ın yakalanmasıyla o tarihlerde Kuzey Irak’taki iki Kürt lider, Barzani ve Talabani’ye ciddi bir alternatif olma ihtimali ortadan kaldırılmış ve bölgedeki PKK gücünün pasifize edilmesiyle Kürt liderlere gerek siyasi gerekse askeri alanda geniş bir manevra sahası sağlanmış, çok daha rahat hareket edebilmişler ve Amerika’ya kendilerini daha bağımlı hissetmeye başlamışlardır.

Öcalan’ın yakalanması, Kuzey Irak’ta bu sonuçları doğururken Türkiye’de ise ; terör açısından nisbi bir sukunet döneminin başlamasına sebep olmuş ; o dönemde muhatap olduğum birçok gazeteciye de ifade ettiğim gibi terör bitmemiş, belli bir süre için baskılanmıştır dedim. 1999 yılında Öcalan’ın pasifize edilmesiyle belli güçler kendi çizgilerinde bir PKK yaratmaya çalışmışlarsa da ancak Öcalan’ın etkisi bugüne kadar devamedegelmiştir. 1999 yılında Türkiye’yi süratle terk eden PKK bu dönemde (benim 2. Ordu K. olduğum dönem) çok ciddi zayiat vermiş, Talabani’nin kontrolündeki Kandil dağı bölgesine çekilmiş ve burada denetim altında tutulmuştur. Aslında tamamen ortadan kaldırılması imkan dahilinde iken ileride verilecek görevler nedeni ile pasifize edilmiş durumda tutulmuş. Bu dönemde PKK yeniden yapılanmış, eğitilmiş ve techiz edilmiştir.

Terör için uygun zemin

Bütün bu olaylardan sonra, sonuç olarak şunu söylebiliriz terörü durduran irade şartlar arzu etmediği bir istikamette değişince terörün başlamasına uygun bir zemin hazırlamış ve terör yeniden başlamıştır. Ancak 1999 yılına kadar daha çok mahalli ölçüde ve silahlı bir mücadele şeklinde cereyan eden terör faaliyeti geçen süre içinde ulusular arası ölçekte ve siyasi bir zeminde devam etmeye başlamıştır.

Silahlı mücadele ile siyasi mücadeleyi bir arada yürütme başarısını gösteren PKK’nın hangi güçler tarafından desteklendiği ciddi anlamda düşünülmeli ve politikamız, bu gerçeğin ışığında planlamalı ve uygulanmalıdır.

1999 yılı, diğer taraftan Helsinki anlaşmasıyla AB sürecinin hız kazandığı bir yıldır. 1999-2005 yılları arasında AB’ye girme umudu ile sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alanda, içinde bulunduğumuz gerçeklere genellikle ters düşen birçok düzenleme ile ulus devlet yapımıza, ulusal birlik ve bütünlüğümüze ciddi zararlar veren uygulamalar yapılmış ve o tarihe kadar bu boyutlarda yaşanmayan etnik ve dini ayrışma hukuki ve adli düzenlemedeki isabetsizlikler terör ile mücadele edenlerde moral bozukluğu yaratmış ve sonuç olarak terörle mücadele çok daha zor bir zeminde yapılmak mecburiyetinde kalmıştır.”

Aytaç Paşa, ABD’nin bu politikasının ip uçlarını 1998 yılında vermeye başladığı düşüncesinde. Bu konudaki görüşü ile yukarıdaki makalesi bir arada değerlendirildiğinde, Aytaç Paşa’nın, Washington’un “Barzani-Talabani ikilisi”ne dayanmayı çok önceden planladığı sonucuna ulaştığı görülüyor. Aytaç Paşa’nın bu konudaki yaklaşımı özetle şöyle :

PKK ile yapılan düşük yoğunluklu terör mücadelesinde bazı tarihleri vurgu yaparak açıklamakta konunun anlaşılabilmesi açısından yarar görülmektedir. 1994’de sağlanan üstünlüğün sonucu olarak ; 1996’dan 1998 yılına kadar geçen süre hem yurt içinde hem de yurt dışındaki bölgede bu mücadalede tam hakimiyet sağladığımız yıllardı. Ancak bu olumlu siyasi ve askeri ortam 1998 yılında Amerika’nın bölgede ağırlığını hissettirmesi, Barzani ve Talabani ile Washington mutabakatını imzalaması ile son bulmuştur. 1998 yılından sonra bölgedeki mücadelede Barzani ve Talabani ile işbirliği daha zor ve güç şartlarda sürdürülmüştür. Müşterek operasyonlarda eskiye nispetle ciddi isteksizlikler ile karşılaşılmıştır. Dolayısıyla Kuzey Irak’taki operasyonlar daha zor şartlar altında yapılmaya başlamıştır.”

Aytaç Paşa, ABD’nın, Türkiye’nin askeri ve siyasi hakimiyet sağlayarak 1996 yılında başlattığı Ankara sürecini, 1998’de keserek, Barzani ve Talabani’yi “Washington süreci”ne yönelttiği kanaatindedir. Bu gelişme ile Ankara’nın bir anlamda devre dışı bırakıldığı ve Washington’un Barzani ve Talabani ile anlaşarak, Irak’a müdahale sürecini o dönemden başlattığı görüşündedir.

Aytaç Paşa’ya göre, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Kürt liderlere verdiği destek ile Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi bu bağlamda değerlendirilmesi gereken gelişmelerdir.

Ecevit’in kuşkusu

Aytaç Yalman paşa’nın bu analizi, Öcalan’ın yakalandığı tarihte Başbakan olan rahmetli Bülent Ecevit’in kamuoyuna yansıttığı “kuşku”yu anımsatıyor. Rahmetli Ecevit, “ABD Öcalan’ı niye teslim etti anlayabilmiş değilim” diyerek kamuoyunun dikkatini çekmek istemiş, ancak, eleştirilmişti. Aslında Bülent Ecevit de, Öcalan’ın ABD tarafından teslim edilmesi ile Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’nin güçlendirilmesi arasında bir bağ olabileceğini düşünüyordu.

Ecevit’in kuşkusu ve Aytaç Paşa’nın bu yaklaşımına katılanlar olduğu gibi karşı çıkanlarda oldu. Ancak, kuşkuların devam edeceği ve bu konunun tartışmaya açık olacağını söylemek mümkün.

Türkiye-Suriye güvenlik diplomasisi

Adana Mutabakatından sonra Türkiye-Suriye ilişkilerini büyük ölçüde Aytaç Yalman paşa yürüttü. Aytaç Paşa’ya, Türkiye-Suriye ilişkilerindeki düzelme dönemini sordum.

  • İlişkilerin normale dönmesi için neler yaptınız ?

  • Adana Mutabakatı’ndan sonra Türkiye-Suriye arasında güvenlilik diplomasisi dört sene süreyle tarafımdan yürütüldü. Özellikle Ordu Komutanlığım dönemindeki temaslarda oldukça zor günler yaşandı. Yıllarca devam eden güvensizliğin kısa bir süre içinde düzelmesinin mümkün olmadığını görünce sosyo-kültürel enstrümanların kullanılmasının uygun olacağını düşündüm. Öncelikle 23 Nisan 1999 günü Suriye’den çeşitli yaş gruplarından öğrencileri, Adana ve Mersin’e getirtmek suretiyle sağlıklı bir açılım yaptığımı bilahare gördüm. Bunu 19 Mayıs 1999’da bir grup gencin daveti takip etti. Daha sonra Şam Senfoni Orkestrasını Adana’ya davet ettim. Bilahare Suriye de Çukurova Senfoni Orkestrasını Şam’a davet etti. Böylece iki ülke arasında kültürel anlamda anlamlı bir köprü kurulmuş oldu. Bundan sonraki temaslarımız daha anlamlı ve güvenli bir ortamda devam etti. Esasen bugün Türkiye-Suriye ilişkilerinin geldiği olumlu nokta, bahsettiğim uzun ve meşakatli bir sürecin sonunda olmuştur.