6 Aralık 2007 Perşembe

KAHRAMAN TÜRK KADINLARI

Tarih boyunca Türk kadını hayatın her safhasında erkeklerin yanında her türlü sorumlulukları paylaşmış, özellikle kurtuluş savaşında, mücadelenin her döneminde bu kutsal savaşa destek vermiştir. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk “ Dünyada hiçbir milletin kadını, ‘Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluş ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim.’ diyemez.” demek suretiyle kahraman kadınlarımızın değerini veciz bir şekilde ifade etmiş ve onları hak ettikleri şekilde onurlandırmıştır.

Bilindiği gibi kurtuluş savaşında ordumuzun hayat membaını kadınlarımız oluşturmuş, böylece ülkemizin varlığında çok önemli bir rol oynamışlarıdır. Bu nedenle bu büyük ruhlu ve kahraman kadınlarımıza şükran ve minnet duygularımızı bir kere daha ifade etmenin ulvi bir görev olduğunu düşünüyorum.

Anadolu’nun düşmana karşı şahlandığı milli mücadele döneminde Türk kadını vatan savunmasında erkekler ile beraber çok anlamlı hizmetler vermiştir. Bu savaşta Türk kadının kahramanlıkları, vatan uğrunda hayatını hiçe sayarak yaptığı fedakârlıkları, istiklal savaşımızın kazanılmasında en büyük etken olmuştur. Bu nedenle cumhuriyetimizin temelinde Türk kadınının çok büyük emeği, kanı ve gözyaşı vardır.

Bu büyük emek ve fedakârlıkları özellikle gençlerimiz olmak üzere tüm toplum ile paylaşmak ve abideleştirmek istedik. Bu nedenle gönlü büyük kahraman kadınlarımız için bir sahne eseri (oratoryo) yazmanın bir vatan borcu olduğunu düşündük. Bugün izleyeceğiniz “Kahraman Türk Kadınları Oratoryosu” bu düşüncelerin sonucu olarak yazılmıştır.

İfade ettiğim gibi; İstiklal harbinde kadınlarımızın çok ciddi ve anlamlı katkıları olmuştur. Genellikle bu konuda topluma mal olmuş birkaç isimden söz edilir. Oysaki bu mücadelenin fikirsel oluşumundan başlayarak bilfiil silahlı mücadeleye kadar çok büyük katkı sağlayan kahraman kadınlarımızın yaptığı fedakârlıkları;

• Kurulan cemiyetler,
• Düzenledikleri mitingler,
• Çatışmaya bilfiil katılanlar,
• Taşıt kollarında görev alanlar şeklinde özetlemek suretiyle ifade etmek uygun olacaktır.


Asri Kadınlar Cemiyeti;

1919 yılının başlarında özellikle üniversite öğrencileri ve ileri gelen vatansever kadın ve kızlarımızın bir araya gelerek kurdukları ilk örgüttür. ilk mücadele ateşinin yakıldığı toplantılarda, memleketin içinde bulunduğu durum, işgaller, mütarekenin ağır şartları görüşülmüştür. 16 Mayıs 1919 günü bütün dünya liderlerine ve toplumlarına cemiyetin yayınladığı bildiri, bugün için dahi değerini koruyacak özellikler ve toplumun ruh halini yansıtıyor.

“1919 yılı üstümüze korkunç bir kâbus gibi çökmüş, bizleri gönülden yaralamıştır.

15 Mayıs’ta Güzel İzmir’imizin işgal edilmesi, içimizde bir saatli bomba gibi işleyen isyan duygularımızı artırmış ve hepimize delicesine arzular vermiştir.

Milli heyecanın artması, her gün yeni baştan bir ıstıraba tanık olmamız, bizleri, birbirimize daha çok bağlamıştır.

Şimdi hepimiz; bir nefes, bir yürek olduk.

İçimiz, bir heyecan seli gibi durmadan kaynıyor, mutlaka bir şeyler yapmak gerektiğine, içlerimizi kanatan zehirleri akıtmak için, gerekirse çılgınca hamleler yapmaya hazırlanmak durumundayız.

Bu böyle müthiş bir arzu, öyle yıkıcı bir ihtirastır ki, ölüm tehlikesini bile bizlere unutturmaktadır.

Hepimiz, haykırmak gereksinimi ile yanıyoruz.

Sesimizi, dertli vatanımızın, her köşesine duyurmak, nefretimizin korkunç alevleriyle, düşmanlarımızı yakmak istiyoruz.

İçimizden her an biraz daha büyüyen bir ateşle; şöyle bir karar aldık:

Başta, tüm üniversiteler olmak üzere, tam teşkilatlı Kadın Kuruluşlarının hepsi, hakka, özgürlüğe aşık olan vatandaşlar, kutsal topraklarını seven herkes, birleşip, duydukları bu isyanı, memleketin tüm yüzeyine yaymaya çalışacaktır.

Bunun için, devamlı olarak PROTESTO MİTİNGLERİ hazırlanacak, bir program içinde, yapılacak olan bu gösterilerde; yüreği yanan, sesi duyulan, dili söylenebilen herkes konuşacaktır.

Bunları uygulamak için, tüm tehlikeleri göze almış bulunmaktayız.”

Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cephesi

Türk kadınlarının Milli Mücadele’ye büyük kararlılıkla katılışını gösteren en önemli olay, merkezi Sivas’ta olmak üzere “Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti”nin kuruluşudur (9 Aralık 1919). Bu cemiyet Sivas Valisi Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşit Hanım ve arkadaşları tarafından Sivas’ta kurulmuş, kısa sürede Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde Merkeze bağlı birçok şubeleri açılmıştır. Düşman işgallerini büyük bir hassasiyet ve dikkatle izleyerek İtilaf Devletleri ve İstanbul Hükümeti’ne karşı zaman zaman protestolar yayımlayan, Milli Ordu’ya para ve mal yardımı kampanyaları açan, Milli Mücadele için Anadolu’ya geçenlere kutlama mesajları gönderen bu cemiyet; Kurtuluş Savaşı boyunca Türk kadınlığının iftihar edeceği büyük hizmetler görmüştür. Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti, hizmetleri esnasında daimi surette Heyet-i Temsiliye ve Ankara Hükümeti ile ilişkilerini sürdürmüş ve Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük takdirini kazanmıştır.

15 Eylül 1919’da İzmir’in işgal edilmesinden bir gün sonra ilk miting kahraman kadınlarımız öncülüğünde Kastamonu’nun Nasrullah Meydanı’nda düzenlenmiş ve işgal kınanmıştır. Daha sonra 10 Aralık 1919 yine Kastamonu’da Kız Öğretmen Okulu bahçesinde yine kadınlarımızın düzenlediği ikinci bir miting daha yapılmıştır. Bu mitingden önce ABD, İtalya ve Fransa Cumhurbaşkanlarının eşlerine ve İngiltere kraliçesine telgraflar çekilmiş, işgaller protesto edilmiştir.

Mitingde Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kadın şubesi başkanı Zekiye Hanım “Eğer hakkımız teslim edilmez ise, evlatlarımızın kanlarına kendi kanlarımızı karıştırarak erkeklerimizle bir safta istiklalimiz için haksız zalimlere karşı şehametle öleceğiz.” diyordu.

Fatih Mitingi:

Asri Kadınlar Birliği’nin 19 Mayıs 1919 günü düzenlediği ilk mitingdir. Fatih Meydanı’nda düzenlenen mitingde Halide Edip hanımefendi toplanan kalabalığa şöyle hitap etmiştir:

“Kardeşlerim… Evlatlarım…

Bu bahtsız beldenin, bu bahtı kara memleketin zulüm gören, acı çeken insanları.

Bugün Müslümanlar ve Türkler; şanlı tarihlerinin, en karanlık günlerini yaşıyorlar.

Bugün, elleri, kolları kesilmiş bir duruma düşen Türk Milleti’nin, tarihindeki, geçmiş günlerindeki gibi cesur, atılgan ve kahramanlıklar dolu bir yüce ruhu var…

Asırlardır ‘Medeniyim’ diyen bütün Batılı ve Avrupa Devletleri, bizleri parçalamak ve topraklarımız üzerinde, en vicdansızca girişimlerde bulunmaktan asla geri kalmadılar…

Bu yaşananlar, tıpkı zifiri karanlık bir gece gibidir.

Ancak, insanın hayatında, sabahı olmayan gece yoktur…

Yarın, bu korkunç geceyi yırtıp, parlak bir sabah yaratacağız.

Buna da gücümüz mutlaka vardır…

Şimdi buradan yükselen bu ses, Türk ve Müslüman halkın, göklere doğru yükselen asil sesidir.

Bugün, elimizde top, tüfek yok ama ondan daha da güçlü, ondan da, daha büyük bir silahımız var…

Evet… Hak var… Allah var…

Şimdi hepiniz, bu Kutsal Camii’nin bulunduğu bu meydandan, benimle beraber yemin ediniz.

Kutsal topraklarımıza, bayrağımıza, atalarımızın bize miras bıraktığı emanetlere, asla ihanet etmeyeceğiz.

Gerekirse, canımız, malımız, kanımız bu uğurda helaldir.”

Bu gönülden haykırışa, bu kutsal coşkulara, orada bulunanların hepsi, kelime kelime katılarak yemin edip, sessiz ve sakin bir şekilde dağılmışlardır.

Üsküdar Mitingi;

20 Mayıs 1919 günü Üsküdar Doğancılar’da yapılmıştır. Yine Asri Kadınlar Cemiyeti üyesi iki üniversiteli hanım Naciye Faham ve Sabahat Hüsamettin Hanımlar kürsüye hıçkırık ve gözyaşları içinde çıkmışlardır. Sebahat Hüsamettin Hanım konuşmasında;

“Kardeşlerim…

Bugün burada, içinde bulunduğumuz bu kara günlerin, tekrar aydınlığa dönüşmesi ümidi ile toplanmış bulunmaktayız.

Bu acılar, bu zulümler, bu işgaller, hiçbir zaman bizim kaderimiz değildir ve olmayacaktır…” diye seslenmiştir.


Kadıköy Mitingi:

22 Mayıs 1919 tarihinde Münevver Saime Hanım Kadıköy’de halka şöyle sesleniyordu:

Övünerek bırakabileceğimiz tek miras, Türklüğümüzdür.

“Değerli kardeşlerim… Beyefendiler… Hanımefendiler…

Sizlerin karşısında konuşmanın ne kadar zor bir iş olduğunu, bu kürsüye çıkmadan önce düşünemezdim bile…

Ey Galip Devletler…

Sizlere sesleniyorum. Eğer yaptığınız savaşlar, insanları mutlu etmek içinse, ‘Unutmayın ki, biz de insanız…’ Bir millet yok edilemez.

Ben kendimi özgürlüğü elinden alınmış bir Millet’in kızı olarak, istiklalime nasıl yürüyeceğimizi söyleyeceğim. Bir gün gelip de oğlum bana, ‘Ben neyim?’ diye sorduğu gün, ona semalardan haykıran bir melek gibi ‘Büyük Bir Tarihe Sahip Bir Türksün’ diye cevap vereceğim.

Bu nida, bu ses onun ruhunda her zaman çok büyük fırtınalar koparacaktır. Bundan eminim… Şunu iyice bilmenizi isterim ki, benim şu anda içimden coşan duygularımın, sizlerin duygularınızdan bir farkı yoktur.

Çok heyecanlıyım… Ellerim titriyor…

Gözlerimden akan yaşlar, nerdeyse sizleri görmeme engel oluyor…

Bizler, bahtsız bir nesiliz…

Bizler belki de yaşça çok genciz…

Kimi zaman, Çanakkale siperlerinde, düşmana kan kusturan, başına bela kesilen Mehmetçik…

Kimi zaman İstanbul sokaklarında hor görülen bir Ahmet, bir Fatma…

Kimi zaman, İzmir Kordon Boyu’nda dipçiklenen asker Mehmet…

Kimi zaman, kendi kabuğuna sığamayan, bir Ali, bir Ayşe…

Kimi zaman, kendini atalarının emanetlerine ihanet etmiş gibi gören, bir Hüseyin, bir Emine…

Evet, bunların hepsi de sizsiniz, biziz… Bütün bunlara bu yürek nasıl dayanacak? Ta ki, bir beklentimiz, bir umudumuz ve hele hele bir de içimizdeki coşkulu ateş olmasa…

Şunu unutmayın ki, ‘ÇOCUKLARIMIZA BIRAKACAĞIMIZ TEK MİRAS, BÜYÜK BİR TARİHİ OLAN, BİR TÜRK OLDUĞUMUZU SÖYLEMEKTİR.’

Sakın ola ki, bu duygunuzu içinizden atmayın… Çünkü işte o zaman düşmanların asırlardır yapmaya çalışıp da bir türlü beceremediklerini, sen, ben, sizler, bizler, bir anda bitiriveririz. Hatta bitirmekle kalmaz, bizler biteriz. Yarın çok büyük gündür. Tüm Türkler ve İslam Toplumu, Sultanahmet’te buluşacaktır. Oraya gelememenin mazereti olmaz, olamaz. Yarın bu coşkulara, yeni coşkular katarak… Haydi Sultanahmet’e…”

Sultanahmet Mitingi;

23 Mayıs 1919 tarihinde Sultanahmet’te yapılmıştır. Mitingin başkahramanı Halide Edip Adıvar’dır. Halide Hanım mitingi o günün ruh hali ile şöyle anlatıyor:

Sultanahmet Meydanı’na Fuad Paşa türbesi sokağından girdim. Yanımda kaç kişi vardı, beni kim götürüyordu, bilmiyorum. Kalbim o kadar atıyordu ki; yürürken sallanıyordum. Fakat meydanın başına gelip de kalabalığı görünce, bana sükûnet geldi. Sultanahmet Camii’nin minareleri, mavi boşluğa yükselen ilahi bir sanatkârın elinden çıkmış beyaz ney’ler gibiydi. Minarelerin dar şerefelerinden siyah bayraklar havada dalgalanıyordu. Camiin önünde, yerde, yüksek bir kürsü vardı. O da siyah bir örtüyle kaplıydı. Kürsünün önünde Wilson’un onikinci prensibini temsil eden bir yazı vardı. Sade meydan değil, ta Ayasofya’ya kadar insan doluydu. Halk o kadar sıkışmıştı ki; hareket edemeyecek bir halde idi. Askerler, kalabalığın iki yüz bin kişi olduğunu söylüyorlardı.

Bu kımıldanamayacak kadar sıkı olan kalabalıktan başka camiinin demir parmaklıkları, damlar, cami kubbeleri dahi insanla doluydu. Nasıl o kürsüye yaklaşabildim farkında değilim. İki yanımda, iki önümde dört süngülü asker, bana yol açıyordu. Bunların gösterdiği bir kardeş sevgi ve itinasını ömrüm oldukça unutmayacağım. Acaba, bunların beni oraya götürmeleri istenmiş miydi? Yoksa kendi kendilerine mi gelmişlerdi, bilmiyorum. Kürsünün önüne geldiğim zaman hayatımın en önemli dakikalarından birini yaşadığımı hissettim. Vücudumun her zerresi elektriklenmiş gibiydi. Bu hal her hangi bir zamanda beni derhal öldürebilecek kudretteydi. Fakat o an benim için unutulmaz bir tecrübedir. Çünkü hiç sesi çıkmayan bu iki yüz bin kişinin ıstırabını bana aşılamıştı.

İnanıyordum ki; Sultanahmet’teki Halide, her günkü Halide değildi. Bazen en mütevazı ve tanınmamış bir insanın büyük bir milletin büyük idealini temsil edebileceğine inanıyordum. O günkü Halide’nin kalbi bütün Türk kalplerinden gelen hisle atıyor ve Halide’ye gelecek yılların faciasını duyuruyordu.

Türkiye, benim zulme uğramış milletim de ebedidir. O, öteki milletlerde olan kusur ve faziletlere sahip olmakla beraber, hiçbir maddi kuvvetin yok edemeyeceği manevi bir kudrete de sahiptir. Ben bugün onun zirvesini anlatmalı, insanlığın kardeşliğini ifade eden ruhunu vermeye çalışmalıyım.

Sultanahmet’te kadınların faal olarak rol oynadığı ikinci bir miting daha yapılmıştı. Bu da 13 Ocak 1920’de İstanbul’un müttefiklerce işgalini müteakipti. Bu mitingde konuşan Muallimler Cemiyeti Başkanı Nakiye (Elgün) Hanım şöyle demişti:

<<_>>

İstiklal harbi’nde Türk kadınları yurdumuzun yer yer işgal edilmesine, vatandaşlarımızın uğradığı zulümlere karşı koyarak mitinglerde vatan-severliklerini yansıtan heyecanlı, içten duygularla dolu konuşmalarla, protestolarla, Milli Kuvvetler’e, şehitlerimizin dul ve yetimlerine maddi yardım sağlamakla kalmamışlardır. İstanbul’un birkaç aydın hanımı dışında, muhtelif cephelerde savaşlara katılan, her türlü fedakârlıklara katlanarak Milli Kuvvetler’e yardımda bulunmuşlardır.

1920 yılı ağırlıklı olmak üzere çoğunluğu Gaziantep bölgesinden olan 62 kadınımız şehit olmuş, 164’ü de yaralanmıştır.

Bu kutsal mücadelede ön saflarda savaşmış bazı kahraman kadınlarımızdan özetle bahsetmek istiyorum.

Karafatma

Asıl adı Fatma Seher, soyadı Erden’dir. 1888 yılında Erzurum’da doğdu. Subay Derviş Bey ile evlendi. Balkan Savaşı’na kocasıyla birlikte katıldı. Birinci Dünya Savaşı’nda ailesinden 9–10 kadınla Kafkas cephesine gitti. Mondros mütarekesinden sonra eşi Ermeniler tarafından şehit edilmiş kadınları etrafına toplayarak Ermenilerle çarpıştı. Mustafa Kemal Paşa’dan görev istedi. Kurduğu çetesiyle Bursa ve İzmit’in işgalden kurtarılması için çalıştı. Oğlu, kızı ve kardeşleri de müfrezesindeydi. Müfrezesinin mevcudu, 350’ye kadar çıkmıştı. Sakarya ve Başkomutanlık Meydan muharebelerine müfrezesiyle katıldı. Üsteğmen rütbesine kadar yükseldi. Üsteğmenlik emekli maaşını Kızılay’a bağışladı. 1954 yılında TBMM’nce tekrar aylık bağlandı. Ertesi yıl Erzurum’da vefat etti.

Ayşe Hanım

Eşini Balkan Harbi’nde kaybeden Ayşe Hanım 15 Mayıs 1919’da, Yunanlılar’ın İzmir’e girmesiyle birlikte milli mücadele saflarında yerini almış, İzmir’in Yunanlılar’ın eline geçmesi üzerine Aydın’a geçmiştir. Yunanlılar tarafından 27 Mayıs 1919’da işgal edilen Aydın civarındaki savaşlarda kahramanca dövüşmüş, oğullarından büyüğü bu mücadelede şehit olmuştur. Ayşe Hanım, 21 Şubat – 12 Mart’taki Birinci İnönü 31 Mart – 1 Nisan 1921’de ki İkinci İnönü Savaşlarında da bulunmuştur ve oğullarından küçüğü de bu savaşlarda şehit olmuştur. 23 Ağustos – 13 Eylül 1922 tarihleri arasında Sakarya Meydan Muharebesinde yaralanmış, tedavisini takiben müfrezesine dönmüştür. Ayşe Hanım 1942 yılında Ankara’da vefat etmiştir.

Tayyar Rahmiye

Osmaniye ilinin Kaypak Nahiyesi Raziyeler Köyündendir. Dokuzuncu tümenin 1920 Şubat’ında Hasanbeyli civarındaki Fransız kuvvetleri ile yaptığı muharebeye müfrezesiyle birlikte Rahmiye Hanım da katılmıştır. Muharebe esnasında ateş hattında kalan iki arkadaşını korumak için, ileriye atıldığından dolayı kendisine Tayyar Rahmiye lakabı verilmiştir.

Bitlis Defterdarı’nın Hanımı

Maraş’ta düşmana karşı verilen mücadelede en fazla yararlılık gösterenler arasında Bitlis Defterdarı’nın Hanımı da bulunmaktadır. Bitlis Defterdarı’nın Hanımı, Maraş’ın Kayabaşı Mahallesinde düşmanın hazırladığı mazgala yaklaşarak sekiz düşmanı öldürmüş, bilahare erkek elbisesi giyerek milis kuvvetlerine katılmıştır.

Hatice Hatun

Adana ve yöresinde Fransızlara karşı göstermiş olduğu mücadeleden övgüyle bahsedilenler arasında Hatice Hatun da bulunmaktadır.

Bu bölgedeki milis kuvvetlerinde görev yapmakta olan Hatice Hatun, Tekir Yaylası’ndan Mersin’e ulaşacak en kısa yolu soran Fransız kuvvetlerine yanlış yol göstererek Karboğazı’na sokmuş, askerlerimizin tuzağına düşürerek mağlup olmalarını sağlamıştır.

Kara Fatma Şimşek

Yahya Bey’in kızı olan Kara Fatma Şimşek’in asıl ismi, Yemine Vardarlı’dır. 1921- 1922’de, “Fahri Milis Üsteğmeni” rütbesiyle Kocaeli Grubu mürettep Süvarisi emrindeki, Müstakil Süvari Müfrezesi’nde görev yapmış, İstiklal Harbi’nde, bu mıntıkadaki mücadelelerde bulunmuştur.

Tarsuslu Kara Fatma

Asıl adı Adile olan, Adile Hala ve Adile Onbaşı diye anılan bu kadın kahramanımız, silah arkadaşları arasında Kara Fatma lakabıyla anılmaktadır. Sekiz – on kişilik çetesiyle birlikte Afyon Savaşları’na katılmış, Tarsus’un kurtarılmasında büyük yararlılık göstermiştir.


Gaziantepli Yirik Fatma

Antep’in henüz bütünüyle kuşatılmadığı sıralarda kuşatmaya karşı koymak için yola çıkan çete teşkilatına Şaraküstü Mahallesi’nden Yirik Fatma da katılmıştır.

Nazife Kadın

Nazife Kadın, Yunanlılar’a karşı mücadele verilirken, kendisinden bilgi alınmak istenmesine şiddetle direndiğinden düşman tarafından Kavakönü Köyü’nde işkence yapılarak öldürülmüştür.

Gördesli Makbule

Makbule Hanım, Gördesli Ali Ustazade Abdullah Efendi’nin kızıdır. 1921’de Ustrumcalı olan Ali Efe ile evlenmiş, onunla birlikte Milli Mücadele’de çete savaşlarına katılmıştır. Makbule Hanım, 17 Mart 1922’de Akhisar’la Sındırgı hududu üzerinde bulunan Koca Yayla’da, elinde silah, düşmanla en ön safta savaşırken başından vurularak şehit düşmüştür.

Asker Saime Hanım

İstanbul hanımlarından Saime Hanım, Milli Mücadele’ye fiilen katılıp cephede silah kullanmış ve yaralanmıştır. Saime Hanım 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgali dolayısıyla Kadıköy Belediye Dairesi önündeki mitingde konuşma yapmış, tutuklanmış ve daha sonra Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’ye katılmıştır. Savaştan sonra ise İstanbul Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak görev yapmıştır.

İstanbul’da Maçka, Zeytinburnu vs. küçük depolardaki top, tüfek ve cephaneler cesurane tedbirlerle kaçırılıyor, oradan da hayvan ve insan sırtında Ankara’ya naklediliyordu. İşte Türk kadınlarının bu nakliyatta büyük top mermilerini sırtlarında taşıyarak gösterdikleri fedakârlık her zaman hatırlanmalıdır.

Öküzü ölen arabalara diğer öküze eş olarak arabayı çeken kadınlarımızın fedakârlıklarını bugünkü nesillere nakletmenin de bir görev olduğunu düşünüyorum.

Kastamonu’lu Halime Çavuş bu kahramanlarımızdan biridir:

İnebolu’da, Milli Kuvvetler’e bağlı askeri teşkilat kurulmuştu. Silah, cephane, erzak giyecek vb. şeyler, İnebolu İskelesi’nden Çankırı’ya, oradan Ankara’ya, cepheye gönderiliyordu. Trabzon’dan vapurla nakliye işleri başlayınca İnebolu yolu, dolayısıyla Kastamonu Ankara’nın bir üssü haline gelmişti. Burada pencere demirlerinden süngü, kasatura, kılıç yapan ustalar bulunduğu gibi, bunlardan bir kısmı da Ankara’ya gönderilmiştir. Kastamonu kadınlarının Silahlı Kuvvetler’e çok anlamlı hizmet ve katkıları olmuştur.

Yine Sakarya Savaşı sırasında, kadın mücahitlerimizin bu kağnı kollarında nasıl canla-başla çalıştıklarını Kurmay Albay Hulusi Atak’tan öğrenmiş oluyoruz:

Sakarya Savaşı’nın başladığı gün, 23 Ağustos 1337 (1921’de) yaralanan Hulusi Atak’ı geriye Keskin Hastanesi’ne göndermişlerdir. Ankara’dan Yahşi-han’a giden bir dekovile başka yaralılarla birlikte bindirmişler, daha öteye kağnı ile gitmişlerdir. Etraflarından geçmekte olan kağnı kol ve katarlarının çoğunu kadınların idare ettiğinden bahseden Hulusi Atak, “Bu katarların birinden hafif bir çığlık duyduk; bunu müteakip bir duraklama ve telaş eseri görüldü. Bir müddet sonra güzel bir müjde ile karşılaştık. Cephane Kolları’nda bulunan hamile bir kadın bir erkek evladı doğurmuştu. Bu kadını hastaneye yatırmak üzere geriye çevirmek istediler; fakat yorgunluk ve çektiği ıstıraplarla benzi solmuş olan hasta kadın, ‘Cephedeki silahlar..’ dedi, ‘cephane bekliyor; oraya cephane yetiştirmeliyim, geri dönemem!..’ demiştir.

Ali Fuat Cebesoy’un da Kağnı (taşıt) Kolları ile ilgili, ihtiyar bir mücahit kadınla konuşmasını içeren bir hatırası ise şöyledir;

“Cephane Kolları’nı ahalinin vasıtaları teşkil etmişti; bunlar esas itibarıyla kağnılardır. Kağnıların ekserisi köy kadınları ve on, on beş yaşlarındaki çocuklar tarafından idare olunuyordu. Bu, hakikaten asil ve ulvi bir manzara idi. Uzun yürüyüşlerde gece ayaz, kar ve yağmur altında meşakkat ve acının en fazlasını çekmiş olan bu aziz vatandaşlarımız köylülerdi. Bunların içerisinde şiddetli soğuktan yolda ölenler de olmuştu. Kütahya ile Gediz arasında yapılan yürüyüş ve hareketlerde kıtalarımızın ve muharebenin medar-ı hayatı olan erzak ve cephaneyi hep bu aziz vatandaşlarımız taşımışlardı. Bütün meşakkat ve acılara rağmen yüzlerinde bir işmi’zac ve fütur görülmemişti. Hiç unutmam, yine böyle bir yürüyüş esnasında idi; dondurucu bir soğuk vardı. Kağnısının başında duran bir ihtiyar nineye yaklaşmış ve sormuştum: ‘Nine üşüyor musun?’. Şu cevabı vermişti: ‘Hayır oğul, üşümüyorum. Düşman, topraklarımıza bastığı günden beri içim yanıyor!’.

Bu kahraman Türk anasının elini öperken göz pınarlarımda yaşlar tanelenmişti.

İnebolu’dan Kastamonu ve Çankırı yoluyla Ankara’ya harp malzemesi götüren Kağnı Kolları’nda 1921 kışında donanlar da olmuştur; böyle vakalardan en acısı, en ünlüsü, Kastamonu şehrinin kapısı sayılan Kışla önünde, bir kadının (ki O Şerife Bacı’dır) cephane yüklü kağnısı üzerine kapanmış halde donmuş olarak görülmesidir. Şehre girmesi nasip olamayan bu mücahit kadının, şose kenarında, sabaha karşı donduğu anlaşılmıştır. Öküzleri geviş getiren bu kağnı arabasındaki kıymetli yükü korumak için üstüne yorganını örten bu genç kadının bir elinde üvendire, kollarını açarak, yorganın üzerine abanarak kaldığı vazifeliler tarafından görülmüştür.

Rıfat Çavuş öküzleri koşarken, Cemil Çavuş ta şehidin üzerindeki karları süpürmüş ve her ikisi de gözyaşları dökerek kollarından ve bacaklarından tutarak kaldırırlarken, yorganın altından birdenbire çığlığı basarak ağlayan bir çocuk sesi işitince şaşırmışlar ve şehit anayı yana çekip hemen yorganı kaldırmışlar. Otlara sarılı top mermileri arasına yerleştirilmiş çulların içinde kundaklı bir kız çocuğunun donmaktan kurtulmuş bir halde bulunduğunu görmüşlerdir

Kuşkusuz Türk kadınının fedakârlıkları birkaç sahifede anlatılamaz. Ancak iki küçük anekdot ile bu konuyu bitirmek uygun olacaktır.

“Bilecik istasyonunda bir trenin bütün vagonları yarınki zaferleri kazanacak olan Mehmetçikler ile hınca hınç doluydu. Yağmurlu ve serin bir sonbahar gecesiydi. Trenin kalkışı için kampana çalınmış, istasyon hareketlenmişti. Sık sık çakan şimşekler, yaşlı fakat dimdik duran bir Türk anasının çehresini aydınlatmaktaydı. Kadıncağız saatlerdir ayakta trenin yanında bekliyordu. Yağmura, soğuğa, yıldırımlara aldırış bile ettiği yoktu. Kumandan merak ve hürmetini celbeden bu hanıma yaklaşarak kimi uğurlamaya geldiğini sordu. Söğüt’ün Akgünlü köyünden Mehmet oğlu Hüseyin’in kendi oğlu olduğunu, onu selametlemek için geldiğini, kumandanın çağırma teklifine memnun olacağını söyledi. Hüseyin çağrıldı. Annesinin elini öptü. Bu fedakâr ananın sevgili oğlunu bağrına basarken ona şöyle hitap ettiğine şahit olundu:

<<-- Hüseyin’im, aslan oğlum benim… Dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, ağalarında 8 ay evvel Çanakkale’de şehit düştüler. Bak, son yongam sensin! Minareden ezan sesi kesilecekse, camilerin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun, öl de köye dönme!.. Yolun Şıpka’ya uğrarsa dayının ruhuna bir fatiha okumayı unutma! Haydi oğul Allah yolunu açık etsin…>> Hüseyin, anasının elini öptü ve trenine bindi.

Bu, bir Türk anasının hayatta kalan son oğluna ettiği nasihatti.

Bundan çok fazla mütehassıs olan kumandan Abdülkadir Bey:

<<-- Demek sizin ailenin erkekleri hep şehit oldular, öyle mi?>> dedi.

Cevap şuydu:

<<-- Yanlız bizim ailenin değil oğul, bizim köyün mezarlığına, elli yıldır delikanlı gömülmedi. Vatan dursun da biz hepimiz ölelim, ne çıkar?..>> Şaşıran Abdülkadir Bey’in:

<<-- Şimdi sizin köyünüzde hiç erkek yok mu?>> sualine cevabı daha da vakurdu:

<<--Köyümüz bütün erkek dolu. Bizi beğenemediniz mi? Hiçbir işimiz geri kalmadı. Evvelce nasılsak gene öyleyiz. Bağrımıza karataş bağladık, düşman mahvoluncaya kadar dayanacağız. Allah, bana o günü göstermeden canımı almasın!..>>

İmanlı, fedakâr ve kahraman Türk analarının bu müşterek anlayış ve hissiyatını aksettiren örnekler pek çoktur. Bunlardan sadece birini daha dikkatlerinize sunmak istiyorum;

Balkan Harbi’ne iki iyi yetişmiş evladını birden gönderen bir Türk kadını harp bozgunu üzerine başsız kalıp sağa sola dağılan askerler arasında her nasılsa evine ulaşabilmiş Hüsrev adındaki oğlunun bahçe kapısını çizmesiyle itip girmesi üzerine bahçe kuyusundan su çekmekteyken onu görür görmez, evladını görmenin ve onun hayatta olduğunu müşahade etmenin sevincine kapılmadan:

<<-- Hüsrev, askerden mi kaçtın!..>> diye feryat etmiştir. Bu, Türk kadınının, asırlarca devam eden müşterek duygularını temsil ve ifade eden bir olaydır.

Hayatının her döneminde toplumda yönlendirici ve geliştirici unsurun kadın olduğunu veciz bir şekilde ifade eden Atatürk her fırsatta konuya ilişkin düşüncelerini açık kalplilikle ifade etmiştir.

Kurtuluş savaşında erkeklerin yanında kahramanca savaşan Kara Adile Hanım, Atatürk Tarsus’a geldiğinde önünde diz çökmüş, Atatürk’ün eline sarılmış, Atatürk Adile Hanım’ı yerden kaldırdıktan sonra, gözleri yaşla dolu, şöyle demiştir: “Kahraman Türk kadını sen yerlerde sürünmeye değil omuzlarımızın üstünde göklere kadar yükselmeye layıksın.”

Atatürk’ün bu anlamlı sözü esasen başka bir hususu ifadeye yer bırakmayacak şekilde açıktır. Ancak konuya ilişkin bazı hususlara da temas etmek istiyorum. Atatürk’e göre; Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli, en şefkatli ve en ağır başlı kadını olmalıdır. Türk kadınının görevi, Türk’ü zihniyetiyle, kol gücü ile kesin kararlılığıyla koruyabilecek ve savunabilecek nesiller yetiştirmektir. Milletin kaynağı, toplumsal hayatın esası olan kadın ancak faziletli olursa görevini yapabilir. Burada Tevfik Fikret’in herkesçe bilinen sözünü hatırlatalım. “Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer.”

Atatürk; “Türkiye Cumhuriyeti’nde kadın bütün Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en saygın yerde, her şeyin üstünde yüksek ve onurlu bir yerdedir. Şuna inanmak gerekir ki dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir. Türk kadını bilimsel, ahlaki, toplumsal, ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı olmalıdır.” Demek suretiyle söylenebilecek her şeyi en veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Bu kutsal mücadelede ciddi ve anlamlı katkıları bulunan kadınlarımızı şükran duygularımızla yâd ederek, onların yaptıkları önünde saygı ile eğiliyoruz.

Bu konuda duygularımıza tercüman olan en güzel konuşmayı 10 Eylül 1922 günü Eski Meclis Binası önünde Hamdullah Suphi Bey yapmıştır:

“Hanımlar!

Bu kadar acıdan sonra, bu kadar ayrılıktan sonra, yan-yana çektiğimiz bu kadar hasretten sonra, kurtuluş günleri geldi. Siz, bu kurtuluş günlerini bize kazandıran aziz şehitlerin, gazilerin anaları, arkadaşları, kız kardeşleri! Artık sevinin, sevinmek hakkınızdır, bayram edin, en büyük bayrama erdiniz; büyük bayramınız mübarek olsun!

Anadolu kadınları!

Bu gaza diyarında bin seneden beri, ateş ve cenk yerlerine oğullarını koşturan Anadolu kadınları, bin senedir oğulları daima uzak yerlerde ölen, yetiştirdikleri oğulların mezarları nerededir bilinmeyen Anadolu kadınları! Kurtuluş günleri, kavuşma günleri geldi; sevinin, bayram edin!

Cihan Harbi’nden beri, ardı-arası gelmeyen bir cenk için, ağzından bir şikâyet sözü çıkmadan, nesi varsa hepsini veren Anadolu kadınları! Erkekleri kan ve ateş yerlerinde savaşırken, uzak denizlerin kıyılarından orta yaylalara doğru, günlerce, haftalarca, çıplak ayakları, giyimsiz sırtlarıyla kurşunları, top mermilerini taşıyan Anadolu kadınları! Batıda, doğuda, kıblede, bütün cephelerin arkasında memleketi işleten, tarlaları yeşerten, sayısız yetim çocukları yetiştiren, büyüten sensin, ey Anadolu kadını! Sırası gelince cephaneyi, yaralıyı taşımak sana yetmedi; silaha sen de sarıldın, düşman önünde sen de nevbet bekledin, ateşlere sen de girdin, sen de gaza ettin! Erkek arslan arslan olur da, dişi arslan arslan olmaz mı? diyen sensin. Erkeğinle beraber zafere erdirdiğin gazan mübarek olsun, zafere eren gazanın büyük bayramı mübarek olsun!

Biz de, İstiklal Harbi’nde vatan topraklarımızı kurtarmak aşkıyla maddi, manevi her türlü fedakârlığa katlanarak hayatını hiçe sayan ve artık hepsi bir başka dünyada olan kadın mücahitlerimizi minnet ve şükranla anıyoruz. Vatan sevgisi uğrunda ve erkeklerinin kâh ardında kâh önünde böylesine canla-başla çalışan kadın mücahitlerimizden yurdumuzun sonsuza değin yoksun kalmamasını temenni ediyoruz.”

Kahraman Türk kadınlarını anlatmaya çalıştığım bu yazımı Atatürk’ün ve Nâzım’ın sözleri ile bitirmek istiyorum.

Atatürk; “Dünyada hiçbir milletin kadını ‘Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluş ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim.’ diyemez.” demiştir.

Nazım Hikmet ise vefakâr Türk kadınına bir başka açıdan bakarak onun büyüklüğünü kendi üslubu ile şöyle anlatıyor:

O benim kollarım, bacaklarım, başımdır.
Yavrum, annem, kızım, kız kardeşim
Hayat arkadaşımdır.

İstiklal Harbimizde kahraman Türk kadınlarının, bu cennet vatanı bize armağan etmek için yaptıkları mücadele ve fedakârlıkları bugünkü nesillere müzikal bir üslup içinde toplum ile paylaşmanın uygun olacağını düşünerek “ KAHRAMAN TÜRK KADINLARI ORATORYOSU’NU” yazdık.

Bu eserin oluşumunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan Değerli Kompozitör, piyanist, orkestra şefi Sn. Tuluğ Tırpan’a, bu eserin yaratılmasında her sahada benimle beraber çalışan Caddebostan Kültür Derneği Sanat Yönetmeni Sn. Yücel Canyaran’a ve Oratoryoda eserlerinin bazı bölümlerinden yaralandığımız değerli şair ve yazarlarımıza kalbi şükranlarımı sunarım.


Aytaç YALMAN